Bu kez köşeyi İstanbul kaptı.
İstanbul bir sanat yapıtı -doğa ile insanın birlikte yarattıkları bir sanat yapıtı- idi.
Şimdi sayısız değerbilmezliklerle hoyratlıklarla karşı karşıya... Kıyılarının otopark, geniş yol, “marina” yapılmak amacıyla doldurulması, karşılaştığı kötülüklerden yalnızca biri... Bunları duyup gördükçe, İstanbul denen benzersiz sanat yapıtının geçmişini bilen birinden dinlediğim bir anı geliyor aklıma: İstanbullu’nun denizle yakın ilişkisinin olduğu günlerden kalma bu anıyı belki başkaları da okumak isteyebilir diye aktarıyorum:
Boğaz’da bir yaz günü… Henüz günbatımına çok var. Kıyı boyunca uzanan caddede bir taksi sağa, deniz kıyısına yanaşıp duruyor. Taksinin içinden çıkan genç kız çarçabuk pantalonunu, gömleğini çıkarıyor; içindeki mayoyla denize atlıyor. Bir süre kulaç attıktan sonra yeniden kıyıya çıkıyor, hızla kurulanıp giyiniyor, yol kıyısında beklettiği taksiye biniyor ve gidiyor. Bu yaşanmış bir olay, ama 1970’lerde… Olayın genç kız kahramanı içinse bir ‘olay’ değil, sıradan bir anı… Bir değil, çok kez kıyısından geçerken dayanamayıp denize atlamış. O yıllarda daha İstanbul’da Boğaz’da denize girmek olağan... Kıyı trafiği bir taksinin yol kıyısında beklemesine izin verdiği gibi, taksi şoförü de müşterisinin denize girip çıkmasını hem yadırgamıyor, hem de bu bekleyiş sırasında sabırsızlanmıyor.
Mikrobiyoloji profesörü Dehen Altıner, bu ‘sıradan’ anısı için şöyle diyor:
“İş hayatına başlayana kadar yazları dört ay her gün denize girmeğe alışmıştım. Denizle organik bir ilişkim vardı; denize girmeyince tenim soluk almıyor gibi bir duyguya kapılıyordum. Onun için ara sıra içime mayomu giyip fırsat bulunca kendimi denize atıyordum.”
Bugünün İstanbullusu ise şansı varsa denize bakabiliyor- gittikçe daha uzaktan.
Dehen Altıner’in bugünlerde aklıma gelen yukarıdaki anısı dışındakileri de paylaşmak geliyor içimden.
Eski Nişantaşı Eski Sarıyer
Mesleki çalışmalarının yanı sıra iki romanı bulunan Prof. Dehen Altıner, Nişantaşı’nda doğmuş. Asıl özlemle dile getirdiği İstanbul anıları, yazla ilgili anılar…
“Ailece Nişantaşı’ndan Suadiye’deki yazlık eve taşınılacağı zaman kardeşimle ben ayakaltından uzaklaştırılmak için 15 gün Sarıyer’e anneannemin yazlığına gönderilirdik. Sarıyer’de Ermeni aileler çoktu. Hâlâ da öyle… Ben çocukken evlerin sokak kapıları açık dururdu. İnsanlar içerde yaşarlarken bir yandan da sokakla bağlantılarını sürdürürlerdi. Akşam piyasası bu evlerin önünde yapılır, tanıdık ev sahipleriyle selamlaşılır, hasbıhal edilirdi. Başkalarının yaşamının içine girmek beni çok ilgilendirirdi; onun için en çok bu yönünü severdim Sarıyer’in.”
Yazlık evleri, Anadolu yakasında bir bahçeler dizisi olarak hatırladığı Suadiye’de, cadde üzerindeymiş. Önünden tramvay geçen, arkasından tren sesi gelen, dönemine göre epeyi canlı bir konumda yer alan o evden söz ederken yine de bir sayfiye dinginliği beliriyor belleğinde… Yazlık evde çocuklara dışarıda oynama yasağı olmadığı gibi dört ay boyunca her gün yürüyerek plaja gider; sandalla Marmara’ya açılır, kendilerini suya bırakırlarmış. Bir bahçeden öteki bahçeye seslerini fazla yükseltmemeye özen göstererek komşularla konuştuklarını; komşunun bahçesindeki havuzu, havuza sarkan salkımsöğüdü, havuzdaki kırmızı balıkları anımsıyor. Bu anlattığı yerler yine de kırlık olmadığı için, arasıra faytoncu Ali Ağa’nın gelip onları Erenköy’de Ethemefendi’deki yeşilliklere -doğaya- götürdüğünü ekliyor. Sözünü ettiği tüm bu yerler bugün betonla doldu. Plajınsa bir bölümü caddenin, bir bölümü otoparkın altında kaldı. Yazlık evlerinin üzerinde bulunduğu cadde, İstanbul’un Anadolu yakasının en gözde alışveriş caddelerinden biri şimdi… Komşu evlerin hiçbiri yok yerlerinde. Kendi evleriyse ünlü bir hazırgiyim mağazasına dönüşmüş durumda:
“Suadiye yok artık! Hiçbir savaşta, hiçbir şehir bu kadar sistematik bombalanamayacağı için böylesine yok edilemez. Ben şehrimi özlüyorum. Ama ‘Ben İstanbul’u istiyorum’ dediğimde insanlara, bana tepki gösteriyorlar. İstanbullu olmayanlar beni susturmak istiyorlar. Anlamıyorlar ki, onların döndüklerinde bulacakları bir şehirleri var; benimse şehrimi bir gün bulma umudum yok. İstanbullu olup dışarı gidenler de bana kızıyorlar: burayı o kadar özlüyorlar ki beni avantajlı sanıyorlar. Oysa, ben bir yere gitmedim ama şehrim gitti; gittiği yer de belli değil.”