"Bugün Şiir Günü olduğu için en yakından tanıdığım şair kaptı köşeyi"
Oğuz Tansel’in gelini olduğum zaman yirmi yaşındaydım. Güçlü, etkili kişiliklerin yakınında olmak kolay değil. Gücü ve etkisi, baskı gibi algılanabilir. Oğuz Tansel’in yakını olmak da ödüllendirici olduğu gibi zor da olabilirdi. Ben onun sanatçılığının sıra dışı kişiliğinden kaynaklandığını biliyor, onun başkalarından farklı olmasını doğal karşılıyordum. Sanırım, bu nedenle de dostu olabildim; hatta fikir ayrılığına düştüğümde onunla tartışabildim. Oysa, pek çok kişi ondan çekinirdi. Onunsa yakınlarında, dostlarında en çok aradığı, içtenlikti. Dostlarını zaman zaman sınardı, sınavdan geçemeyenleri “silkelerdi.” Mutlak, koşulsuz dostluk peşindeydi. Kendisi dostlarına koşulsuz verirdi. Karşılığında çekince sezdi mi, sakınmadan “budardı.” Buna dayanan dost sayısının fazla olmamasına şaşmamak gerek. (Ölümsüz dostlarının başında gelen Metin Eloğlu, beni babamdan istemeye geldiğinde de Oğuz Tansel’in yanındaydı.)
Söylenen sözlerin içtenliğini tartardı. Boş söze pabuç bırakmazdı. Daha benimle tanışmadan, bir akşam dayım Minnetullah Haydaroğlu’nun evinde annem ve babamla karşılaşmış. Bizimkiler ayrılırken, “Sizi de istediğiniz yere bırakalım,” demişler. “İstediğim yere mi?” diye sormuş Oğuz Tansel. “Evet, nereye isterseniz. . .” “Öyleyse, benim evim Konya’da. Altınızda atınız (*) olduğuna göre, buraya üç saat uzaklıkta. Gider dönersiniz.”
Konuk gittiği evlere dikkat çekici armağanlar götürürdü. Konya’daki evinin bahçesinde yetiştirdiği nadide güllerden derilmiş kocaman demetleri, Ankara’daki değerli dostlarına sunardı. Siyah gülleri ilk kez biz nişanlıyken babamın evine getirdiği demette görüyordum.
Oğuz Tansel’in armağanları arasında resimler de önemli yer tutardı. Bir akşamüstü dostu Balaban’ın sergisinden iki tablo sardırıp bize gelmişti. Paketlerden birinin içinden çıkardığı, “Çarığındaki Taşı Çıkaran Kız” tablosunun arkasını kızımız Sepren’e imzalamıştı. Bize göstermediği öteki tabloyu da bir dostunun çok yetenekli oğluna armağan olarak aldığını söylemişti. Müzik eğitimi olan oğullarının başarılarından coşkuyla söz ettiği iki dostu vardı: Ahmet Say’ın oğlunun büyük bir piyanist olacağını söylerdi. Halim Uğurlu’nun oğlunun zor elde edilen bir burs alarak yurtdışında müzik eğitimine hak kazandığını anlatmıştı. Balaban’dan aldığı ikinci tabloyu bu yetenekli iki çocuktan hangisine armağan olarak aldığını şimdi anımsayamıyorum.
Bir başka gün Sepren’e imzaladığı tablolardan biri de, Nuri İyem’in dizlerinin üzerine zarifçe oturmuş bir köylü kızını profilden gösteren tablosuydu. Tabloları ithaf yazıları sanki birer şiirdi. Ne yazık ki, her iki tablo da bizim yurtdışında bulunduğumuz yıllarda başkalarının eline geçmiş; yeni sahiplerinin iddiasına göre Oğuz Tansel tarafından kendilerine armağan edilmiş.
Bir gece, geç sayılabilecek bir saatte bizim evde yemekteyken birden yedikleri boğazından geçmez oldu. Dostu Fikret Otyam, Cumhuriyet Ankara bürosunda nöbetçiymiş. Eşim Ülkün’le gecenin o saatinde ona kalkan tava gönderdi. Bazen bir dostuyla çıkagelirdi. Hasan Hüseyin’le birlikte bir akşam yemeği sırasında yaptıkları konuşmayı hiç bölmeden – bugün bir televizyon programında konuşan iki edebiyatçıyı dinler gibi – zevkle dinlediğimizi anımsıyorum. Bir keresinde de yanında iri yarı, enine boyuna bir adamla gelmişti. “Bu adam komünist!” diye tanıttı adamı bize. Sofraya oturduk. Meğer adamla o akşam tanışmış. Adam pek az konuşuyor, adeta konuşulanları anlamıyor, hiç gülmüyordu. Biz adamdan kuşkulandık. Oğuz Tansel de bir süre sonra kuşkulandı ki, adamı sınava çekmeye başladı: “Sen Pulitzer’i okudun mu?” “Polisleri mi?” karşılığını alınca artık onu öyle bir sıkıştırmaya başladı ki, adam çok geçmeden sıvışmak zorunda kaldı.
O adamla ilgili olarak belki yanılmıştı; belki de onunla oynamıştı, bilemiyorum; ama biliyorum ki, genellikle bir insanı görür görmez nasıl biri olduğunu anlardı. Önüne gelen taksiye binmez, şoförün yüzüne bakar, beğendiği bir şoför çıkana kadar beklerdi. Alevileri severdi; temizliklerine, çalışkanlıklarına, dürüstlüklerine inanırdı. Onları görür görmez ayırt edebildiğini söylerdi. Alevi kültürünü öylesine iyi bilirdi ki, Aleviler bile onu Alevi dedesi sanırlardı.
Sanat, edebiyat, şiir üzerine konuşmalarında yerel olmadan evrensel olunamayacağını vurgulardı. Şiirin ortak kaldırmadığını, bir ozanın tek işinin şiir yazmak olması gerektiğini savunurdu. Şiirde ve tüm sanatlarda ayıklanmışlığın önemine işaret ederdi: Şiirde tek bir gereksiz sözcük olmamalıydı. Son yıllarda sağlığı bozuk olduğu için yayınlanmamış şiirlerini yeterince gözden geçirememekten yakınıyordu. Taşrada yaşamanın edebiyat dünyasının uzağında kalmaya yol açtığını, ozanı gözlerden uzak kıldığını söylediğini duymuştum birkaç kez. Bir kez de İstanbul’da bir edebiyatçılar sofrasında Tomris Uyar’ın yanına gelip kulağına: “Keyifsiz duruyorsun Oğuz Tansel. Sana bir türkü söyleyivereyim mi?” dediğini gülen bir yüzle aktarmıştı.
Konya’da öğretmenlik yıllarında “komünist” denmişti onun için. Bu “suçlama”dan etkilenmesin diye çocuklarını namının gitmediği yerlerde yatılı okutmuştu. Onu “suçlayanlar” , cadı kazanının kaynayıp solcuların hapse atıldıkları dönemde, ona karşı bir kanıt öne süremiyordu. Vatanını seviyor, haksızlıklara karşı çıkıyor, güçsüzlerin yanında duruyordu. İşinde hiç kusur etmiyordu. Daha sonra, bu konular açıldığında, hapse girmiş olmakla övünmeyi eleştirir, asıl marifetin hapse girmemek olduğunu söylerdi.
İnsanları şaşırtmayı severdi Oğuz Tansel. Torunu Sepren’le birlikte Hayvanat Bahçesi’nden bir köpek almıştı. İda adını verdiği köpeği Burhaniye, Ören’deki evine götürdü. Trende köpeği karşısına oturtmuş, ona eliyle yemek vermişti. Yemekleri kaparken İda’nın dilinin hiç eline değmediğini hayranlıkla anlatıyordu.
Hep öğretmendi, yol göstericiydi, ileri görüşlüydü; ama biz onu her zaman böyle değerlendiremeyecek kadar gençtik. Örneğin evlilik hazırlıklarımız sırasında, dostu Orhan Peker’in de arkadaşı olan Azmi Koz’un küçük mobilya mağazasından ilginç tasarımını beğendiğimiz pahalı bir sehpa takımı almıştık. Sehpa takımına ödediğimiz parayı öğrenen Oğuz Tansel, “Genç insanlarsınız. O kadar para vereceğinize sehpa yerine tabure kullanabilirdiniz,” demişti. ”İç işlerimize müdahale” gibi görmüştük bu değerlendirmeyi. Oysa, bu konuşmadan hiç haberi olmayan torunu Sepren, yıllar sonra, dekorasyon dergilerinde tanıtılacak evini döşerken tabureleri sehpa gibi kullanacaktı.
“Yabancı dil bilmek gibi önemli bir pusatınız (**) var” derdi Oğuz Tansel, “Birkaç yabancı dergi girmeli evinize.” Dünyaya kapalı yaşamaya karşıydı; siyasetten sanata, dünyada olup biteni bilmenin öneminin farkındaydı. Bizse onun önerilerini duymaya başladıktan yirmi yıl sonra bir yabancı dergiye abone olacaktık.
Ören’deki evini yaz kış yaşanabilir duruma getirmek için ne kadar uğraşmış, zorlanmış, sonunda başarmıştı. Bir ara o yörede bulduğu bir köy evini uzun uzun övüp satın almamız için iknaya çalıştı. Zaten paramız yoktu ya, olsa da dağ başında bir köy evine mi verecektik? Oysa, aradan bunca zaman geçtikten sonra, sıcak deniz kıyıları artık gözümüzde çekiciliğini yitirdi. “Dağda, yeşillikler içinde bir evimiz olsaydı, yazları torunumuzu alıp orda otursaydık” diye içimizden geçirirken Oğuz Tansel’in 25-30 yıl önceki ısrarını anımsayıverdik birden.
Derlediği masalları süzgecinden geçirip kendi zengin Türkçesiyle aktaran Oğuz Tansel’in kimseden dinlemeyip kendi yazdığı masallardan biri, Konuşan Balıkla Yalnız Kız’ dı. Bu masal biricik torunu Sepren’le tüm dünyalı çocuklara adadığı, 1977 Türk Dil Kurumu Çocuk Yazını Ödülü’ne değer bulunan Al’lı ile Fırfırı adlı kitapta yer aldı. Masaldaki Yalnız Kız, Sepren; mavi saçlı, mavi bıyıklı masalcı baba ise kendisiydi. Sepren’e bir kardeş vermeleri konusunda anababasını ikna edemeyen Oğuz Tansel baktı olacak gibi değil, bir masalla meramını anlatmayı denedi. Ama nerede? O yaşta gençler kendi isteklerinin büyüklerininkinden farklı olması gerektiğini düşünüyordu ya da belki biz öyleydik.
Yeri gelmişken, Al’lı ile Fırfırı’yı istediği biçimde çıkarma ısrarından da söz etmeli. Al’lı ile Fırfırı’yı hazırlarken Oğuz Tansel’in eline Almanya’da Türk çocukları için basılmış bir kitap geçmişti. Yüksel Pazarkaya’nın Türk yazınının seçkin örneklerinden derlediği Ağaca Takılan Uçurtma adlı bu kitapta Oğuz Tansel’den de bir tekerleme ile bir masal yer alıyordu. Boyutlarıyla, kağıdının kalitesiyle o yıllarda ülkemizde basılanlardan farklı olan bu kitabı çok beğendi. Kararını verdi: Al’lı ile Fırfırı benzer güzellikte bir kitap olmalıydı. Kitabını, basmaya istekli yayınevlerinin koşullarına razı gelmeyip Yaz Yayınları adı altında kendi istediği biçimde kendi bastırdı. Seniye Fenmen’in her birine renk katılmış, oya gibi desenleriyle bezeli Al’lı ile Fırfırı’nın ilk baskısı bugün de kitapçı raflarında yer alsa, güzelliğiyle öne çıkardı.
Öldükten sonra yakılmayı dilediğini söylerdi Oğuz Tansel. “Kesinkes Değiştirilemez” başlığıyla bir de şiiri vardı bu konuda. Küllerinin İda Dağı’ndan savrulmasını istemişti: “Beni doruğundan İda’nın, körfeze Yeller Ecesi eksin, balık kuş, çiçek olurum.” Oysa, biz onu çok sevdiği İda Dağında bir ağacın altına olsun gömemedik. Aile büyükleri Ankara’da gömülmesine karar verdi. Ankara’da, üstelik granit bir mezarın altında yatıyor bedeni şimdi.
Mina Tansel
21 Mart 2017
İlk yayımı: Cumhuriyet Kitap Eki
“Kayınpederim Oğuz Tansel,” Sayı: 1063 (1 Temmuz 2010)
*Araba anlamında kullanırdı.
**Zırh, savaş donanımı