Şair dostum Öksel Demir’le 1963 yılında Erzincan’da tanıştım. O günden bu yana, birbirimizden kopmadık. Şimdi ben 80 yaşındayım, Öksel ise 75! Demek ki elli yılı aşkın bir süreden beri arar sorarız birbirimizi. Fırsat buldukça da görüşürüz.
1963 yılında Öksel, Erzincan Ticaret Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi; bense Bingöl’den tanıdığım Erzincan Valisi Kemalettin Gazezoğlu’nun çağrısı üzerine, halk eğitimci olarak görev yapmak üzere gitmiştim oraya. Bu kentte Öksel’le birbirimizi bulmamız çok sürmedi ve arkadaşlığımız gelişti. Benim gözümde o, çok düzgün bir insan, değerli bir edebiyatçı, iyi bir eğitimciydi. Bu vasıflarının yanı sıra, bariton sesiyle güzel şiir okuması da beni etkilemişti.
Uzun bir Erzincan kışından sonra, Erzincan’da pek bir işe yaramadığımı anlayınca bir akşam, trene atlayarak ayrılmıştım bu kentten. Birkaç yıl sonra, Öksel de memleketi Tekirdağ’a atanmıştı.
Yıllar içinde birbirimizi arayıp sorduk ve buluştuk. O, benim baba ocağı saydığım İstanbul’un Bostancı tarafındaki evimize gelmiş, ben de ilk fırsatta Tekirdağ’a gidip onu evinde ziyaret etmiştim.
Öksel, 1960’lı yılların başlarında Varlık ve Yeditepe dergilerinde şiirleri yayımlanan tanınmış bir genç şairdi. Dönemin önde gelen eleştirmeni Memed Fuat da “Türk Edebiyatı” yıllığında ona yer vermişti. Erzincan’dayken Öksel’den aldığım “Ölüm Biraz” adlı ilk şiir kitabını saklarım hep. Biçimi önemseyen, imgeci duygulanımlara ve ince buluşlara yer veren şiirlerden oluşmuştu bu kitap.
Okur olarak şiir sanatına duyduğum hayranlık, İkinci Yeni’nin başardığı “şairanelik” niteliğiyle başlamıştır. Öksel’in şiirlerinde de bu niteliği bulmuştum. Şairlerle dost olmaktan hep onur duymam, herhalde şiir sanatının bu üstün özelliğinden kaynaklanmıştır. Ne var ki Öksel, sanki bu onuru benden kaçırmak istermiş gibi, uzun süre şiir yazmaya ara verdi. Ne diyebilirim? “Kimseye zorla şiir yazdırılamaz!” diye düşünürken yıllar sonra, “Al sana!” der gibi, o müthiş anlatı kitabını gönderdi bana: “Tekirdağ, Mavi Gözlü Kent”! Heyamola Yayınları’ndan… Bu çalışmasını o denli beğenmiştim ki, “Bir kent, işte böyle anlatılmalı!” diye örnek göstermiştim dostlarıma.
Ve geçen aydı galiba, Öksel Demir’den bu kez bir şiir kitabı geldi: “Tanığı Hüzündür Sonbaharın”! Yine Heyamola Yayınlarından… Nasıl anlatmalı? Sanki büyük bir ödül almış gibi oldum…
Bu kitabında Öksel, elli dolayında şiirini toplamıştı: 1959’dan 1962’ye, sonra da yakın yıllarda yazdığı yeni şiirler…
Öksel’in bu kitaptaki ilk şiirini, “Hora Feneri”ni alıntılayacağım yazıma. Şairimiz, Tekirdağ’daki Hora Feneri’nin fotoğrafını çekmiş ve bu şiirin yanındaki sayfaya koymuş. Fotoğrafın altında ise kısa bir açıklama:
Hoşköy sırtlarında, yüz altmış beş yıldır durmadan çakan bir fener vardır. Bıkmadan, usanmadan denizcilere yol gösterir. Balıkçıların yolunu ışıldatır Hora Feneri.
Yüz altmış beş yıldır hep aynı aile bekler bu feneri. Dedeler, babalar burada yaşlanmış, çocuklar torunlar burada doğup büyümüş… Yapayalnız dikilir durur o tepede. Ve hep döner…
Bir hüznün simgesidir. Bir yalnızlığı dokur.
Benim yarım yüzyıllık dostumdur Hora Feneri. Yüz altmış beş yıldır yöremizin ışığı, yaşamımızın tanığıdır.
Hora Feneri
Gitmek kaldı yine bize.
Bir denizi, bir denize taşımak.
Bir kenti, bir kente…
*
Gün yangını vurdu teknemize
yağmur altında bütün sonbahar rıhtımları…
Gitmek kaldı yine bize,
serin, esmer sulara düşmek
toka edip serenimize ay ışığını.
Denizlerin döllediği bir kısraktır ay ışığı
Gece gibi doğurgandır.
Esmer bir çocuğun kocaman gözleri yüreğimizde
*
Gitmek kaldı yine bize,
soyağacını yazmak sevdaların
kavgaların ve acıların
serin ve çağıltılı suyu gibi boğazların
bir yaşamı bir yaşama taşımak
bir denizi bir denize.
Beyaz bir kadının
Düşlerini sararak eylül mavisine…
*
Vazgeçilmez bir mendil gibi,
sancılarımızı saklayarak göğsümüze
parmaklarımızda
kırmızı ve solgun mercan pulları
gitmek kaldı yine bize
başomuzluğumuzu döven
bin yıllık rüzgârla
bir kırmızı karanfil yüreğimizde.
*
Çünkü yeniden dönmektir her gitmek
Çünkü yeniden doğmaktır her ölmek
*
Hadi vire bismillah…