Sabah sabah telefonumda Gazeteciler Cemiyeti'nin mesajı: Sevgili Fikret Otyam'ı yitirmiştik. Gazeteci, fotoğrafcı, ressam, gerçek alevi dostu, bazen "baba", bazen "ağabey" olarak hitap ettiğim Sevgili Fikret Otyam.
Ankara'yı terkedip önce Gazipaşa'ya yerleştikten sonra ilişkimiz hiç kopmamıştı. Sonra Antalya'ya göç eyledi, Konyaaltı ile Geyikbayarı arasında tuvalini boyadı, Filiz'le birlikte Antalya, Ankara, İstanbul'da sergiler yaptı.
Ankara'ya gelişlerinde mutlaka buluşur, görüşürdük. İrep'in oğluna doğum günü hediyesi guguklu saati bile birlikte almıştık. Sonra bir gün şöyle yazmışım:
Sabah gazetede Fikret Otyam'ın beyin kanaması geçirdiği haberini okuyunca hemen sarıldım telefona... Filiz, “Durumu iyi vereyim konuş” deyince yüreğime su serpildi, Otyam'ın sesini duyunca iyice rahatladım. Bu badireyi de atlatmıştı, esprileri sıralayıp durdu telefonda... (26 Ekim 2007)
Sonrasında da yaşama sevinciyle direndi hastalıklara... Şeker bir yandan, diyalize girmeye başladı, birkaz kez yattı çıktı hastanelere... Doya doya son görüşmemiz, adına bir kültür merkezi yapılıp heykeli dikilmiş bulunan Kayseri'nin Karaözü köyünde olmuştu.
Bu arada Aydınlık'taki yazılarını yazmaktan da geri durmadı. Direnişini 8 Ağustos 2015'e kadar sürdürebildi. Ve Fikret Otyam, "Uçmak"a çıktı.
9 Ağustos Pazartesi günü Otyam için Antalya Cemevi'nde saat 17.00'de bir tören yapılacak. Çünkü o aileden alevi olmamasına karşın sonradan olma bir alevi, bir Hacıbektaş aşığıydı. İlerde de bir alevi ulusu olarak anılırsa hiç şaşırmayın. 10 Ağustos Salı günü de 12.30'da Ankara Çankaya Belediyesi'nce bir tören düzenlenecek ve ardından Otyam'ın naaşı vasiyetine uygun olarak Hacıbektaş'taki İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı'nda toprağa verilecek. Hacıbektaş Belediye Başkanı Selmanpakoğlu gerekli tüm hazırlıkları yaptırıp gerekli resmi kararları da aldırdı.Böylece Otyam, Aşık Mahzuni Şerif ile İlhan ve Turhan Selçuk kardeşlerle aynı yerde yatacak.
Otyam'a ÇAĞSAV'ın Onur Ödülü'nü verdiğimizde, katalogda bir söyleşimizi yayımlamıştım. Şimdi zorunlu olarak sizli bizli konuştuğumuz bu söyleşiyi burada yineliyorum:
GİDE GİDE OTYAM
Otyam'ı (19 Aralık 1926 - Aksaray) meşhur eden, ressamlıktan önce gazeteciliği, röportajcılığıydı. Bir dönem “Gide Gide” başlığıyla yazdığı ve fotoğrafladığı Anadolu röportajları dillerden düşmemiştir. Otyam'ın yaşamına bu nedenle “Gide Gide 84 Yıl” başlığını yakıştırdım.
Otyam'ı tanıdığımda çiçeği burnunda bir gazeteciydim, O da kara saçlı, kara bıyıklı, fotoğraf makinesini elinden düşürmeyen bir “ağabey” gazeteci. Cumhuriyet Ankara Bürosu'nun acar mensubuydu, biz gençlere karşı alçakgönüllü, yardımcı, sevecen bir yaklaşımı vardı. “Yeğenim” der, yardım eder, bazen de Aksaray ağzıyla “Nörüyon?” diye sorardı. Denk düştüğümüz seçim gezilerinde, elinde Sovyet yapımı Zenith makinası, soba borusunu andıran koca bir teleobjektifle iyi fotoğraf için uğraşırdı. Biz o zamanlar Otyam'ın aslında “ressam diploması” olduğunu bilmezdik!
Meğer bizim gözüpek, acar gazeteci ağabeyimiz, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinden bitirmiş, 1950 yıllarında; On'lar Grubu çevresinde toplananlardan biriymiş. Yani, Orhan Peker, Nedim Günsur, Leyla Gamsız Sarptürk, Mehmet Pesen, Osman Zeki Oral, Turan Erol'un yakın arkadaşı...
Yıllar yılları kovaladı, yurtiçi ve yurtdışı gezilerde, rakı sofralarında, tartışmalı toplantılarda hep birlikte olduk. Değişen hitap şekliydi, artık “ağabey”in yanında “baba” da diyorduk, o da adımızın sonuna aidiyet anlatan ekler koyarak çağırıyordu bizi...
Günün birinde, Fikret Otyam “Emekliliğimi istedim, Gazipaşa’da ev yapıp oturacağım” diye Ankara’dan çekip gittiğinde çoğumuz “Bir hevestir, üç beş yıla kalmaz döner buralara” deyip geçmiştik. Ama O, eşi Filiz’le birlikte herkesi mahçup etti. Mimar Behruz Çinici’nin çizdiği evinin projesini yerel ustalarla birlikte bizzat çalışarak kendi elleriyle hayata geçirdikten sonra adeta çakıldı Gazipaşa’ya. Yurtdışı, yurtiçi sergiler, Anadolu gezileri için kapattı evi sadece. Antalya’nın bu etrafı muz bahçeleriyle çevrili ama az bilinen tarımcı ilçesini de ünlü etti, eviyle, hiç eksik olmayan ziyaretçileriyle. Hemen denize karşı, kendi deyimleriyle “En yakın komşularının Tanrı olduğu” bu dağ başında, tepelerinde Roma’dan kalma harabeler, şimdi sit alanı ilan edilmiş bu bölgede biri tuvallerini boyadı, diğeri curfalık tezgahını tıkırdatarak özgün işlerini dokudu. Sonra bir takım nedenlerle sıtkı sıyrılıverdi Gazipaşa'dan, Konyaaltı'ndaki Beydağları’na nazır apartman dairesini daimi ikametgah yaptılar, sonra da yaz ayları için Geyikbayırı köyünde bir ev...
Dile kolay, yaşı 84, yığınla badire atlattı, ameliyatlar geçirdi. Şimdi de haftada üç kez diyalize giriyor. Filiz ona çok iyi bakıyor. Ve Otyam hâla resmi rüyalarında görüyor, gününün büyük kısmını atölye haline getirdiği odada sürdürüyor. Hala yazıyor. Yirmiyi aşkın kitap, bir o kadar ödül ÇAĞSAV Onur Ödülü'nün Otyam'a verilişinin gerekçesinde belirtilenlerin aslında çok hoş ayrıntıları vardır. Bunları O'nun ağzından dinlemek çok keyiflidir. Dönüp baktım ve 1997 yılında yaptığım, “Resmigeçit” adlı kitabımda da yer alan söyleşiyi gözden geçirdim ki, çoğu şey var orada... İyisi mi, kuru bir özgeçmiş yerine, Otyam'ın kendi anlatısından dinleyin, bakın nasıl ressam olmuş, konularının seçimi, ilgileri nerelerden geliyor:
- Aksaray'dan çıkıp İstanbul'a Güzel Sanatlar Akademisi'ne gitmek nereden aklınıza geldi?
- Ortaokulda çok iyi bir resim öğretmenimiz vardı. Elim de yatkınmış. Eskiden 250 gramlık teneke kutu boyalar vardı. Bunlarla ithal kontrplaklar üstüne resim yapıyordum. 7 Gün diye bir dergi çıkardı eskiden. Kapaklarında köylü kadınları, bazen martı gibi hayvanlar olurdu. Onları kareler çizip büyütmeyi öğretmişti. İlk defa l939’ du herhalde, Aksaray Halkevinde bir resim sergisi açtım. Bir de deniz resmi yaptım. Ben Tuz Gölünden, Uluırmak’tan başka büyük su görmemiştim. Çok komikti. Resmin adı da Denize Hasret’ti. Görülmeyen şeye hasret duyulur mu? Sonra işte Atatürk Lisesi, Kayseri Lisesi falan. Bir gün Aksaray Belediyesinin önünde bir gençle tanıştım. Nevşehir’e gidiyormuş. Neşet Günal ismi. Nerede okuyorsun? İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi. Orada ne öğretiliyor? Resim öğretiliyor. Gittim babama söyledim. Yahu tabelacı mı olacaksın dedi? Yok, ressam olacağım dedim. Git dedi. Ve beni resim dünyasına sokan şimdi emekli Profesör Neşet Günal’dır (1923-2002) Sevdiğim, saydığım, yaptığı işlere inandığım birisiydi benim için.
- Akademide ilk günleriniz nasıldı?
- Akademide kurşun kalem gerekti. Füzen diye bir şey var, kömür, onunla çiz dediler. Yaptım. Sonra sınavda kazanamamışım. Hemen Bedri Rahmi’ye koştum. O kaydettirmişti beni. Gittik kağıtlara baktık. Üst üste konulunca resim diye bir şey kalmamış, füzen uçmuş gitmiş. Yalnız çocuklar resim bittikten sonra ağızlarından bir şey püskürtüyorlar. Nedir dedim, fikse ediyoruz dediler. Bunu bilmiyordum ben, füzen yerine kurşunkalemle yapsaydım kazanacaktım. Misafir talebe olarak başladım. Çallı’nın atölyesine aldılar beni. l07 numaram. İkinci bir sınava girdim. Orada Orhan Peker ile Turan Erol’u gördüm. Aman dedim, çocuklar şuna bir püskürtün bakalım. Bir yıl çalıştığım için biliyorum. İşte şu kazanır, bu kazanır, iyi de ukalalık yaptığımı hatırlıyorum. İkisi de kazandı. Ben de kazandım. Fakat çok acı bir anım da var.
- Bir sakıncası yoksa anlatır mısınız?
- 25. günü falan. Acemilerin atölyesinde. Allah gani gani rahmet eylesin,boyu kısa olduğu için Sorti Şefik derlerdi, senin de adaşın Şefik Bursalı... Hiç bakmıyor benim işime. Hocam dedim bir de bana bakın. Vay küstah, bana nasıl görevimi hatırlatırsın, diye parlamaz mı? Yerin dibine geçtim. Derken biz kendimizi o yanan sarayın merdivenlerinde bulduk. Paldır küldür yuvarlandık. Boğuşuyoruz bayağı. Bir aralık bir çift parlak ayakkabı gördüm. Rahmetli Burhan Toprak, müdür. Hoca, ya ben - ya bu dedi. Eski adıyla tard-ı muvakkat, geçici kovulma verdiler bir hafta. Türkçe öğretmenimiz Nevşehirli Remzi bey, abimin dostuymuş. Beni kollamış, yoksa tamamen kovuluyormuşum. Kimse beni atölyesine almadı. Ben geçerken işte diyorlardı Şefik hocayı döven çocuk..
- Sonra Bedri Rahmi atölyesine nasıl girdiniz?
- Çallı, “O hergeleyi bana verin” demiş. Çallı’nın atölyesine girdim. Fakat aklım fikrim Bedri Rahmi’de. Cevat Dereli asistandı. Cevat hocaya söyledim. Yahu Çallı seni çok seviyor dedi. Nasıl söylersin, nasıl gidersin? Çallı iyi de yani benim yüreğimle bağdaşmadı. Bedri Hocanın öğrencileri gidiyor Tophane’de desenler çiziyor, model geliyor. Biz ise orada büst çiziyoruz, manolya çiziyoruz. Olmadı. Cevat Hoca, git kendin söyle dedi. Gittim Bedri Rahmi’ye, “benim de hocam ayıp olur” dedi. Sonunda Çallı’ya açtım vaziyeti, “Defol ulan, git” dedi. Koştum Bedri Rahmi’ye anlattım Çallı’nın dediğini. “Tamam oldu” dedi ve Bedri Rahmi atölyesine girdim, orta ve yüksek bölümü bitirdim.
- Gene mâceralarınız devam etti mi?
- Sorma! Zeki Faik (İzer) müdür olunca kan kusturdu herkese. Geçenlerde akademiye gittim 40 yıl sonra konferans verdim. Semih Balcıoğlu, Aydın Boysan, Nurhan Nur da vardı. Fazla yüklenmedim. Ben talebe cemiyeti başkanıydım aynı zamanda. Burnumuzdan getirirdi. Kişiliğini sevmezdim adamın, resmini de sevmedim. Haa iyi ressam derler. Benim için iyi insan olmak önemli. Ressamlık ikinci derecede. Ben bundan bahsettim. Sıra Semih Balcıoğlu’na geldi. Videoda kayıtlı. Yahu Semih neler anlattı, benim anlattıklarım zerre kaldı, bu adamın kötülüklerinden. Çıkardığımız Dönemeç adlı dergi yüzünden iki arkadaşımızı kovdu. Efendim, G harfi orak- çekiç şeklindeymiş. Şimdi bu Galata Köprüsü diye benim bir resmim. 2,5 santim boyunda gemiler yanaşmış köprüye, öyle ufacık gemi. Bayrakta ay yıldız yok diye soruşturma açtırdı ve geri döndürttü resmi. Jüriden geçmiş, Devlet Resim Heykel Müzesinde. Bir tanesi 2,5 metre tam duralit boyu, Sıtma diye bir resim. Kataloğa girdi o yıl. Fakat tablo indirildi. Tevfik İleri Milli Eğitim Bakanı. Kataloğa bakmış, sıtma. 195l yılı...Nereden iktidara geldin Demokrat Parti? Tevfik İleri, “Biz kökünü kazıdık, olmayan şeyin resmi yapılmaz, indirin bunu aşağıya” demiş. O zaman yer yerinden oynadı, nasıl indirir resmi diye. Sonra Kenan Evren indirtmeye başladı. Değişen bir şey yok! Böyle bize kan kusturmuştu bu adam. Benimle mezuniyette de uğraşmıştı.
- Nasıl?
- Refüze ettiler. Dörde üç. Cemal Tollu, Zeki Faik İzer, birisi daha . Kazanamadık. Büyük olay çıktı. Bedri Rahmi Hoca ağlamaklı geldi. “Ben yokken sen bakacaksın atölyeye, asistanımsın sen benim” dedi, “İster gel ister gelme, bir yıl daha beraber olacağız”. Ben 50’den itibaren Son Saat gazetesine yazı yazmaya başlamıştım. D grubu vardı ben bunlara T grubu derdim, yani “toptancı”nın T’si. Yarışma oluyor hep bunlar kazanıyorlar. Ben de yazıyorum. Beni orta dereceyle mezun ettiler, lütfen! Hocalarım anlattı. Cemal Tollu dizini dövmüş keşke mezun etmeseydik diye. Fakat ben de bunların burnundan getirdim. Bütün pisliklerini yazdım o zaman. Mücadele ettim. 53’ te Dünya gazetesine girdim. Haftalık yazılar yazıyorum, öykü türünde. Bir de resimliyorum onları. Giderek röportajcılığa döndüm. Askerlik için Ulus’a geldim. Orada 6 yıl çalıştım. Derken 62’de Cumhuriyet’e girince Ankara parlamento muhabiri, işte başkent notları, kulisleri, hayatımız yazı oldu. Röportaj türünde Cumhuriyet bana büyük olanak tanıdı. Ve ortaya röportajcı Fikret Otyam çıktı.
- Ve de fotoğrafçı...
- Fotoğrafçılık 1950’de başlamıştı zaten. Bir gün Orhan (Peker) yahu Otyam dedi çok güzel fotoğrafların var, bir sergi aç! Dedim bu kadar usta fotoğrafçı var, bana düşmez. Ama sonunda Amerikan Haberler Merkezi’nde “Gide Gide-1 / Fotoğraflarla Anadolu” adıyla ilk sergimi açtım. Yer yerinden oynadı. Resim yapamıyorum. Ama Churchill gibi haftada bir çalışıyorum. Bizim bir grubumuz vardı, Onlar Grubu. İki sergilerine katıldım. Daha sonra katılamadım. Ama gizli gizli yapıyordum. Bir de hıncımı kitap kapaklarından alıyordum. Necati Behçet, Necati Cumalı, Atila İlhan, Can Yücel’in kitap kapaklarını yapıyor, Vüsat O. Bener’in, Orhan Kemal’in romanlarını resimliyorum.
- Yıllar sonra resme dönüşünüz nasıl oldu?
- l974’te Filiz beni bir ressamla tanıştırdı. Karı koca hoş bir aile. İrem ve Rasin...Soyadını kullanmaz. Uzun yıllar Ankara hukukta asistanlık yapmış, resme bulaşmış Paris’te Sorbonne’dayken. Asistanlığa lanet olsun deyip tekrar Paris’e gidip 7 yıl kalmış. Müthiş teknik, akıllı, kültürlü, akıl almaz derecede güzel bir adamdı. Türkiye’de değeri bilinmeyen insanlardan, sanatçılardan birisi de o. Ben biliyorum ama onun değerini. Tatile gidiyorduk Marmara Ereğlisi’ne. İşte kurt köpekleri, 8 tane bavul, sualtı tüfekleri, yelekler, paletler falan. Çoluk, çocuk. Geçerken bana haber ver dedim. Sabah 6’ da indik, böyle kocaman kutular. Nedir bunlar Rasin dedim. Biraz boya getirdim, belki orada resim yaparız dedi. Geldik, Marmara Ereğlisine, bir açtım baktım, hayatımda görmediğim büyüklükte Le France yani Picasso’nun, Mathisse’in çalıştığı boyalar. Rambrand’ın kullandığı formül yağ, fırçalar yeni, nefis iki tane palet. O akriliğe dönmüş. Fransa’dan getirdiği bu enfes takımları da bana veriyor. Müthiş heyecanlandım. Atladım hemen otobüse Çorlu’ya gittim. Ben o zaman sunta üstüne çalışıyordum arada bir. Onları kestirdim. Astar boyalar, fırçalar aldım. Eve geldim. Astarları hazırladım. Fakat otobüsü kaçırmışım bir kez, nereden başlayacağım? İki tane resim yaptım on gün içinde. Rasin’i aradım. Gel burada biraz dinlenirsiniz diye. İstanbul efendisi o, rezalet diyemedi ama ben yüzünden anladım. Dedim ya benim paletim kurumuş, desen iyi ama boyaya nereden nasıl başlayacağım, unutmuşum. Fakat ben dedim, yeneceğim bunu. 74'te Rasin’in sayesinde resme döndüm. Tabii bu arada sen muhakkak resim yapacaksın diyen bir güzel adam vardı.
- Kimdi o?
- Eşref Üren. Ankara’da yaşıyoruz, boynuma sarılır, resme ne zaman döneceksin, sen çok iyi ressamdın, derdi. Tabii eski resimlerimi biliyordu. Orhan Peker bir yandan, ara sıra da Turan Erol. Ama Orhan’dan çok baskı vardı. Sonra Turan geldi, hoca hasta dedi. Uçağa atladım, gittim İstanbul’da hastanede. Öğrencileri yanında. Hocam ben resme döndüm dedim, anlattım öyküyü. Bedri Rahmi o kadar çok boyayı duyunca Turan’a da ver, Orhan’a da ver dedi. Verdim. Cumhuriyet’ten çıkar çıkmaz gece yarılarına kadar, sabahlara kadar resim yapıyordum. 8-9 boyayı fotoğraf sergimin arasına sokuşturdum. Kimisi diyor ki “Aaa, siz resim de mi yapıyordunuz?” Kimisi diyor “Siz resme mi başladınız?” Öbür sergide l5, diğerinde 40 derken, 76’ da İstanbul’da Cumalı Galerisinde sergiyi açtım. Derken Cumhuriyet’ten emekli oldum geldim Gazipaşa’ya, l979'un 27 Mayıs’ından beri günde l0-l2 saat bu yukardaki daracık yerde resim yapıyorum. Ben oraya tımarhane, çilehane diyorum. Resim rüyalarıma giriyor.
- Konularınızı daha çok Doğu’dan seçiyorsunuz.
- Yıllarım Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da geçti. Oraları yazdım, fotoğrafladım ve o çileleri anlattım. Elbette resim olarak da tuvallerime bunlar girdi. Ben böcekti, çiçekti kesinlikle yapmadım. Ama burada bir sabah kalktım, çarpıldım. Güneş yeni doğmuş, tenis topu büyüklüğünde bir nesne, sarmısak tohuma kaçmış, unutmuşum onu orada. Yahu Şefik anlatamam, dünyada bu kadar güzel şey olur mu? Bir resim yaptım, sonra enginarlar açmaya başladı. Eflatunları getiriyorum, koyuyorum önüme, bakarak yapıyorum kardeşim. Yarım saat sonra benim tuvale koyduğum eflatunlar yok. Renk değiştiriyor. Bende renk körlüğü mü başladı acaba? On gün bunun sıkıntısını çektim. Sonra anladım ki kopartıldıktan yarım saat sonra ton değiştiriyor. Çok enginar yaptım. İster istemez buradaki yaşam, doğa, insanı etkiliyor. İlkbaharda buraya keçiler gelir. l0-l5 sürü. Biçimi güzel bir hayvan. Gözüm kapalı keçi yapıyorum artık. Çiçek, böcekler, hayvanlar, tavus kuşları, hindiler...
- Otyam resmi denilince akla hemen mühür gözlü Doğu kadınları geliyor. Çok mu talep var bu portrelere?
- Biliyorsun en zulüm çeken kadınlardır Türkiye’de. Bilhassa kırsal kesimde. Ben onların yazarıyım, fotoğrafçısıyım. Daha küçültelim bölgeyi, Harran ovası, Doğu kadınları, Kürt kadınlar, Doğulu kadınlar. Ön planda kadınlar. Başka bir resim yapıyorum, satılmıyor kardeşim. Niye? Bunu deneyeyim dedim. Bir resim var. Satılmadı. Üzerine bir kadın başı koydum, ilk sergide gitti. Sonra bu benim ağrıma gitti. Dedim artık illallah bu kadınlardan. Yani daralttılar beni, bu kara gözlü, mühür gözlü kadınlar. Usandım artık gına geldi. Hayır dedim. Keçileri yaptım. Sonra Beydağları’nda bir orman resmi yaptım, yağlıboya. Beş sergide satılmadı. Ama buraya bir keçi koy veya bir Harranlı kadın koy diyorlar. Yapmayacağım. Bu Ankara sergisinde ayıptır söylemesi fiyatı 600 milyon satıldı. İlla kara gözlü kadınları istiyorlar. İllallah ya, yapmıyorum eskisi kadar.
- Son zamanlarda beyaz ağırlıklı çalışıyorsunuz.
- Beyazı çok seviyorum. Bir beyaz hastasıyım. Ve birisi yazdı, ismi lazım değil, Türkiye’de sanatçılar arasında beyazı en güzel kullanan Otyam’dır diye. Ulan dedim, yaşa be! İnanır mısın bir sergimde 3,5 kilo beyaz yağlıboya kullanmışım. Kavanozlarla alıyorum Almanya’dan. Kiloluk, yarım kiloluk. Doğunun kışı, karı, kağnıda gidenler, hasta taşıyanlar, o beyazlık, o yalnızlık yansıyor tuvallerime. Temizlik simgesi beyaz.
- Artık akrilik de kullanıyorsunuz değil mi?
- Yağlıboyanın lezzeti başka ama çok geç kuruyor. Bir yağlıboya tabloyu bitirinceye kadar günler geçiyor, o arada akrilikle 5-6 tablo çıkarmak mümkün oluyor. Önce hazır alıyordum artık kendim hazırlıyorum boyaları da.
- Alevi söylenceleri ve kültüründen gelen konular da tuvalinizden pek eksik olmuyor.
- Ben l926 doğumluyum. Demek ki 1932’ de, Aksaray’da Hasan dağında kızılbaş köylüleri vardı. Bir gün babam git yağ al, dedi. Çarşamba günü, gittim böyle temiz, pos bıyıklı, sakallı, üstündeki örtü sanki koladan çıkmış birinden yağ aldım, 60 kuruş tuttu. Bir İbrahim amca vardı, müezzin. Ne yapıyorsun yeğen dedi? Onlar kızılbaş, onların yaptığı yenmez, kestiği yenmez, mekruhtur! Bu insanlar Çarşamba günleri gelirlerdi, onları adliyede karakolda, jandarmada göremezdiniz. Sessizce gelirler, giderlerdi. Bunlara kızılbaş, abdal derlerdi. Bunlar çocuk aklımda kalmış. Sonra, Anadolu’ya gittikçe ben uzaktan alevi köyünü ayırdeder oldum. Temizdir, konukseverdirler. Hazreti Ali’nin ta kendisidir gelen konuk, yani onların deyimiyle mihman. Bu mezhep çekişmesini hissettim. Cumhuriyet’te “Hu Dost” röportajını yayımladım. İlk defa 6l’de Anadolu’dan sesli-müzikli radyo röportajları yaptım, İlk alevi deyişlerini soktum, Ankara radyosuna. Çıldırdılar bunları nasıl yayınlarsın, bunlar alevi diye. Radyoya giren tek alevi Aşık Veysel’di. Bu insanlara bir gönül bağladım. Dertlerine koştum. Ve söylencelerini, sanatlarını öğrendim. Çünkü bunlar resim de yapıyor. Resim yasak sünnilerde. Yazı ustaları, resim ustaları var. Minyatürünü yaptırmış Hacı Bektaş-ı Velî, açık adam. Ve bunların söylencelerini kendi anlayışıma göre hem camaltı resim, hem cam mozayik resme, hem pentüre dönüştürdüm. Bunlar büyük paralarla alındı ve çoğu yurtdışında. Bir tane var elimde, semah. Onu da pek kıyamıyorum satmaya. Yani sevgiyle yapıyorum bu konuları. Mesela Hz.Ali’nin kılıcı vardır, Zülfikâr, meşhur. Bir halk ressamı yapmış. Her yerde Hazreti Ali budur. Başka yapsan Hazreti Ali değildir. Ben de ona benzettim. Ama ben o Zülfikâr’ın çatalının bir ucuna bir barış güvercini koydum. Dedim bunlar halk resmi. Mesela orada minare vardı. Minareyi ben kaldırdım oradan, cem evi gibi . Sonra getirdim bir yere bir melek koydum. Yani değiştiriyorum onları da. Ve yadırgınmıyor bunlar.
- Bir bakıma resminizin konularını gazetecilik birikiminiz oluşturuyor.
- 45 yıl, dile kolay bu. Ömrüm o Doğu ve Güneydoğuda geçti. Atatürk barajı. Demirel’den iki yıl evvel gitmişim ve yazmışım. Ey kardeşler, akuylar, kekolar, sabredin, Fırat bir gün geme vurulacak. Tarlalarınız dudaklarınız gibi çatlamayacak. Ve gittim, temelini attık, açılışında bulundum. Suyu bıraktık. Ben peşini bırakmam. Gazetecilikten gelme bir şey. Fırat’tan şimdi 4 ürün alıyorlar. İnanır mısın konu bulamıyorum. Geçenlerde yine gittim, vallahi l0 kare fotoğraf çekemedim. Çocuklar sümüklü , yırtık pırtık değil. Kadınların yüzü gülüyor. Biraz da ben acıların yazarı, acıların fotoğrafçısı, acıların ressamıydım. Artık bizim hatunları biraz daha güzelleştirdim. Ama o hüznü gözlerine getirdim. Şimdi benim kadınlarım gülüyor. Çünkü bu Harranlı kadın gülüyor. Evlerinde yayık makinesi , buzdolabı var, eyirkondeyşın var, vantilatör var. 3-4 ürün alınca ekonomik özgürlüklerine kavuştular. Başlık parası 50 milyondan 50 milyara çıktı. Ve kadınlar posta koyuyor, ben vantilatör istiyorum diyor. Buzdolabı aşağı yukarı her evde var. Bunları gördüm ve artık acım bitti. Şimdi acılı fotoğraf çekemiyorum. Tatlandı her şey. Bu sefer doğaya vurdum. Eski kışlar, Harran’ın kubbeli evleri. En iyi bildiğimi yapıyorum yalansız, dolansız.
.....