Bu kez köşeyi gerçeküstücü büyük ressam
René Magritte (1898 –1967) onurlandırıyor.
Köşeyi Magritte’in kapmasının nedeni geçtiğimiz günlerde MoMA’da açılan Magritte: Sıradanın Gizemi (1926-1938) sergisi değil, aslında. Gerçi René Magritte’in “sıradanı sıradan olmaktan çıkarmanın yöntemini ve tekniklerini araştırdığı” söz konusu 12 yıllık sürede ürettiği 80 yapıtın New York’ta sergilenmesi önemli bir olay, ama Magritte daha geçen sergi mevsimi kapanmadan bizim köşe kapmaca oyununda yerini almıştı. Köşeyi kapmasıysa yeni sergi döneminin başlangıcını buldu.
Geçen sergi mevsiminin sonuna doğru Ankara’da açılan bir serginin tanıtım kitapçığının kapağında Magritte’in çok bilinen bir imgesinin (içinde gökyüzü görünen büyük bir kuş silüetinin) kullanıldığı bir resim yer alıyordu, ama ne tanıtım broşürünün ne de serginin herhangi bir köşesinde Magritte’in adı geçiyordu. Gerçi Magritte’in bazı imgeleri resim sanatının - Mona Lisa kadar olmasa da- en çok “alıntılanan” imgeleri arasında yer alır, dersek yanlış olmaz sanırım. Reklamlarda, afişlerde, kitap kapaklarında, vb onun imgelerini kullananlar genellikle bir köşede Magritte’e saygılar gönderip durumu kurtarırlar. “Bizim ressamımız”sa böyle bir gereksinme duymayınca büyük ustaya küçük bir köşe sunmak zorunlu oldu.
Magritte 1916’dan 1967’de yaşamını yitirene dek resim yapıyor. Yarım yüzyıllık yaratıcılığı süresince 1100 kadar tablo, 600 kadar guaj ve kolaj üreten Belçikalı ressam, gerçeküstücü akımın en önemli temsilcilerinden sayılıyor.
Bilindiği gibi, gerçeküstücülük 1. Dünya Savaşı’nda yaşanan felaketlere karşı bir ayaklanma olarak belirmiştir. Sanatın tüm dallarında kendini gösteren bu akım, sert, şaşırtıcı, sarsıcı bir dili benimser. “Estetizm”den ve “güzel resim”den (belle peinture) nefret eder. Magritte de “nesnelerin nesnel sunumu”nu öne çıkarır: -belki reklam dünyasına iş yapmış olmanın da etkisiyle- imgenin kendi kendini anlatmasını, sanatçının olabildiğince az ortaya çıkmasını savunur. Resimleri çoğunlukla gerçekçi ya da veristic olarak tanımlansa da gerçeküstü bir şiirsellik ile gizem taşır. Bu şiirsellik ve gizem, ressamın yapıtlarında önümüze koyduğu yanıtlanamaz sorulardan ya da bilmecelerden kaynaklanır.
Magritte, sıradan gibi görünen imgelerle şaşırtır bizi: Resimlerinde eşzamanlı imgelerin çoğunlukla yer değiştirmiş (olağan yerinden kaldırılmış ve alışılmadık bir çevreye yerleştirilmiş) olduğu görülür. “Sıradan nesnelere çığlık attırma”yı amaçladığını söyleyen ressam, nesneyi her zamanki yerinden başka bir yere taşıdığında ona daha büyük bir çığlık attıracağını bilir.
“Gerçek resim sanatı, düşünme sanatıdır” diyen ressama duyulan ilgi 1960’larla birlikte büyük ölçüde arttı, çünkü o gün bugün genç sanatçıların kafa yordukları pek çok konu Magritte tarafından çok önceden görülmüş ve düşünülmüştü.
Magritte’e özgü pek çok imge var. Ama burada konumuzla ilintili iki imge üzerinde durmak gerekir: yüzen bulut ve uçan kuş … Açık mavi bir gökyüzünde yol alan beyaz bulut kümeleri, ne çok Magritte resminde ortaya çıkar! Öyle belirgin bir görüntüdür ki bu, bazı günlerde gökyüzüne bakınca – Max Ernst’in sözleriyle- “Bugün Magritte havası!” der insan.
Bulutların yüzdüğü mavi gökyüzü, Magritte’in bazı resimlerinde pencereden görünür, bazılarında perde aralığından… Bulutlar resmin içindeki tuvallerden odaya girer, aralık kapılardan içeri sızar, şişenin içini doldurur, bardakta içkinin yerini alır, Napolyon’un maskında yüzünü gözünü sarar; dört duvar arasındaki bir havan topu, namlusunu aynı bulutlu gökyüzü görüntüsüne yöneltir… Işıklar İmparatorluğu (L’Empire des Lumières) tablolarında, karanlık yeryüzünü kaplayan aydınlık gökyüzünde bulutlar yüzer…
Magritte’in 1960’ta yaptığı İntihal (le Plagiat) isimli yağlıboya tablosunda, saksıdaki çiçek silüeti içinde görünen kır manzarasında da aynı bulutlu gökyüzü vardır.
Yüzen bulutlar kadar yaygın olmasa bile uçan kuşlar da Magritte’in imgeleri arasındadır. 1940’larda yapraklara, çiçek demetine dönüştürdüğü kuşları 1950’lerden sonra bazı resimlerinde dağa, taşa dönüştürür.
Tipik Magritte imgelerinden biri ise uçan bulutlarla uçan kuşları birleştirdiği, içinde bulutlar yüzen bir gökyüzü görünen dev boyutta kuş silüeti…
Bazen karanın, bazen denizin üstünde uçan kuş silüeti dev boyutta olmakla birlikte hiç de ürkütücü değildir. Tersine dingin bir görkemi vardır: üzerinde boydan boya bulutlar geçen gökyüzüyle dolu bir kuş silüeti olduğu için böylesine bir dinginlik duygusu yayar belki de. Kuş fırtınalı bir gökyüzünde bile uçsa, silüetinin içinden görünen özgürlük ve dinginlik duygusu veren aydınlık bir gökyüzüdür. Bize gösterilenin aslında kuşun kendi değil, negatifi, eşi, gölgesi yada projeksiyonu olduğunu da düşünebiliriz.
İçinde, yüzen bulutlarıyla aydınlık bir gökyüzünün göründüğü uçan kuş silüeti, Büyük Aile (la Grande Famille) adlı 1948 ve 1963 tarihli iki resmi ile Dönüş (le Retour) ve Öpüş (le Baiser) gibi tablolarının ana ögesidir.
Bazan uçan kuş silüetlerinin içini yıldızlı bir gökyüzü doldurur. Müziğe meraklı olduğundan müzik aletleriyle nota sayfaları da onun resimlerinde çokça yer bulur.
Magritte’teki şaşırtıcı imgeler saymakla bitmez. En iyisi, ülkemizin modern sanat müzelerinin -Ankara’da CERModern’in ya da İstanbul’da Sakıp Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, giderek İstanbul Modern’in- Magritte’i konuk ederek Türkiye’de resme ilgi duyanlarla tanıştırması… Umalım ki bu dileğin gerçekleşmesi için fazla beklemeyiz.