Bodrum Art Sanat ve Kültür Derneği, Dibeklihan Kültür ve Sanat Köyü ile kardeş kuruluşlar. Bodrum Art'ın başında çalışkan bir başkan var: Yüksel Güner. Bodrum sanat hayatına değerli katkılarıyla renk veriyor.
27 eylül günü Bodrum Art üyelerinin eserlerinin katılımıyla Dibeklihan'da bir resim, seramik sergisi açıldı. 20 ekimde bitiyor. Derneğin Bodrum sergilerinin İstanbul ve Ankara'ya da götürülmesi sözkonusu.
Bodrum'un bence ideal havası 15 ağustos ila 15 eylül arası; hadi buna bonus olarak eylül sonu da diyelim. Hava şeker ve şerbet.
Bu latif havalarda evkafdaki memuriyetimizden istifa etmesek de (Orhan Veli'den bir esinlenme) havayı limonata gibi içiyoruz.
İlgi gören bir sergi oldu.
Geçelim diğer bir Dibeklihan sergisine.
30 eylül-20 ekim 2014 günleri arasında yer alan Nusret Topuzoğlu suluboya sergisi. Sanatçı, 2004 yılında Işıl Özışık atölye çalışmalarına katılmaya başlamış. O zamandan bu yana da iyi bir suluboyacı olarak kendisini geliştirmiş. Kendisini candan kutluyoruz.
Ziyaret ettiğimiz ve açılışında bulunduğumuz son sergi de Mine Art Gallery'deki sergi oldu.
Galeri, Yalıkavak'daki Palmarina'da. Daha önce Devrim Erbil'in de sergisine evsahipliği yaptı. Şimdi sıra Bedri Baykam ile Yusuf Taktak'ın birlikte bir sergisi.
Bu iki sanatçının eserlerini içerisinde bulunduğumuz globalleşme süreci içerisinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Globalleşme süreci derken bu sürecin tosun gibi evlatlar ürettiğini görüyoruz; postmodernizm ve türevleri olan çağdaş sanat, güncel sanat... Bu süreç eyvah ki eyvah bir kafa karışıklığı, bir ıkınma sıkınma yaratıcılığına alıp götürüyor insanı.
En kaba tanımıyla modernizm akılcılık ise postmodernizm de akılcılığın çökertilmesidir. Akılcılık dışında başka hiç ama hiç bir şey kabul etmeme olayının çöküşünü şahsen ben de mutlulukla karşılıyorum. Ancak akılcılığın yerine bireyselliği koyacağım diye sübjektiviteyi koymanın hatasına düşüldüğünü görmenin de acısı içerisinde kıvranıyorum.
Postmodernizm; şimdilik başka tabir bulamamışlar; latin kökenli dillerde post yani 'sonrası' anlamına gelen sözcükle idare ediyorlar. Yıllar sonra bu evreye daha uygun düşecek bir başka isim bulacaklardır sanırım.
Postmodernizmde, akılcılığın dar kalıpları, aşırı pozitivist yanları bir kenara atılır ve yerine bireyin duyguları, algıları, bakış açıları gelir, oturur. Bireyin duygu ve düşüncelerini evrenselmiş gibi empoze etme tutkusunun ise hastalıklı bir ruh hali olduğunu düşünüyorum.
Kuantum mekaniğindeki işleyişe bir bakalım. En kaba anlatımla, bireyin duygu, algı sistemi, bakış açısı gibi öğelerin öne çıktığını söyleyebiliriz. Örneğin bir şey, bireyin o objeye baktığı anda o kişinin bakış açısına göre değişim geçirir. Bunu sanata uygularsak her sanat eserinin ona bakan kişinin algılama sistemine göre metamorfoza girdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla o eserin yaratıcısı da metamorfoza girmiş olur.
Elektronların yeri saptanamıyor. Çünkü gördüğümüz anda yerini değiştirmiş oluruz. Bu bir çeşit telekinezi olayına benzemektedir ki metafizik görünümlü bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Tepemizde gezinen bulutlara bakalım. İlk bakışta onlar buluttur; herkes için buluttur. Bulutlara bir süre baktığımızda algı sistemimize göre şekil almaya başlarlar. Sakallı adamlar, hayvanlar, mitolojik yaratıklar... vs. Artık o figürler onları bakışlarıyla yaratanların malıdır. Başka biri o figürleri göremez. Postmodern sanat da işte böyle bir şeydir. Herkes ne görürse odur.
Akılcılık, zaman, mekan ve determinizmin sınırları içerisinde kalırken postmodernizm bu sınırları yıkarak sonsuz çeşitteki boyutlara açılan sınırsızlığa at koşturmaktadır. Bu ilk bakışta güzel tınılar sunuyor.
Ama; sonsuzlukta ve sınırsızlıkta yaşamak ayrı bir sanat, ayrı bir hünerdir. Bunu bilemeyenler bocalar. Hem kendilerine hem çevrelerine olumsuz etkileri olur. Güneşe çıplak gözle bakabilen vardır; baktığında kör olan vardır!
Çoğu sanatçılar ne yaptığını bilmemekte, izleyici ne anladığını bilmemekte ama ortada büyük entellektüel (!) fikirler dolaşmakta, nedensiz beğeniler ortalığı kasıp kavurmakta, alışverişler gırla gitmektedir.
Bu durum bana yıllar önce okuduğum Aziz Nesin'in bir anlatısını anımsatmakta. Üstad bir ara kafasını yıldız fallarına takmış. Mealen alıyorum; diyor ki, 'bu falları yazana soruyorum, inanıyor musun, diye. Yooo, diyor. Okuyana soruyorum inanıyor musun diye. Yooo, diyor. Gazetede basan da inanmıyor. Ortaya kimsenin inanmadığı ama süregelen bir şizofrenik durum çıkıyor'.
İşte böyle.
Postmodernlik bahanesiyle devamlı aç kurtlar gibi yenilikler üretilmesini isteyen bir tüketim ortamının acımasız girdabı içerisinde ne yaptığımızı bilemez haldeyiz. Sanatçı ve izleyici bitmez tükenmez yenilik arayışlarının içerisinde debelenip durmakta.
Dolayısıyla, -izm'le biten ekoller artık demode sayılıyor. Ne kadar mükemmel eserler yaratılsa da artık onlar eski; yeni değil. Geçersiz...
Tüketim toplumu her an yeni bir şey istiyor tüketmek için.Tanınmış markalar nüans değişikliği de olsa yeni ürünleri istiyor da istiyor. 'Iphone6' mı çıktı, hemen 7'si bekleniyor... Sekizincisinde ben de dükkanlar önünde kuyruğa gireceğim (!)
Postmodern yaşama uygun olarak üretmek isteyen bir sanatçının bu kaotik ortamda karşılaştığı ikilem acı vericidir. Bir yandan küresel tüketim ekonomisinin zorladığı sürekli yenileşim hızına uyum göstermeye çalışacak, öteyandan kendine özgü bir tarz oluşturacak. Ne kadar zor! Sürekli yenileşme çabası içerisinde sürekli bir tarz, kendilik oluşturabilmek... Hem hep değişecek hem de kalıcı olacaksın... Dolayısıyla bir üslup karmaşasıdır aldı başını gidiyor.
Evine resim asmak isteyen vatandaş ne yapsın? Güncel sanat moda diye hiç anlam veremediği eserleri satın alma durumunda kalıyor. Daha da çok içerisinde bayağı emek verildiğini gösterir resimleri tercih etmeye yöneliyor ki böylece hiç olmazsa verdiğim para en azından bunca sarfedilen emek karşılığıdır,yani param boşa gitmemiştir diyebilsin. Zaten soyut sanatı bazı otoriteler dekoratif sanatlar kategorisine sokuyor.
Çağdaş, güncel sanat yapmayı seçmiş bir sanatçı bu durumda neler yapabilir?
Ya kullandığı malzemeyi, tekniği sürekli değiştirir veya felsefeden, psikolojiden, sosyal olaylardan, siyasi durumlardan alıntılar yapar. Bir olasılık da kendisi felsefi bir görüşe sahiptir; olmasa da kendisine bir görüş giydirmeye çalışır. Soyut figüratif sanat bir yerde zorunluluktan ötürü sembolizme biraz da dekoratif endişelere yönelir.
Aslında postmodernizmin önündeki sonsuz ve sınırsız imkanlardan dolayı kafa karıştırması güzel. Çünkü kaostan düzen doğar. Hayırlı bir düzen. O güne kadar da fetret devri sürer
Neyse biz dönelim sergilerimize.
Bedri Baykam; Baykam'ı gerek küçüklüğündeki harika çocuk tanımından, gerek o zamandan bu yana başından geçen sanat serüvenine tanık olmamızdan, siyasi bir figür olarak gündemde bulunmasından, Kemik adlı romanının açık saçık olması gerekçesiyle toplatılmasından, boş çerçevesinin 125 bin liraya alıcı bulmasından, bizleri de çok üzen menfur bir saldırıya uğramasından ... yakından tanıyoruz.
Baykam kendisi sergisine geldi, katıldı. Konuklarını güzel ağırladı. Hal hatır sordu; hayranlarıyla fotoğraflar çektirdi.
Resimlerinin çoğu bu kez üç boyutlu idi. Hayli ilginç. Sanırım üst üste camlar yerleştirerek bu efekti sağlıyor.Örneğin en altta kendi çizdiği resim oluyor, üzerindeki camda bir kolaj, onun üzerindeki camda bir başkası... Üçlü boyut yanılmıyorsam böyle elde ediliyor.
Küresel talebe değişik teknik uygulamak suretiyle uymaya özen göstermekle birlikte kendi duygu ve düşüncelerini de resmine aktarmaya çalışıyor.
Yusuf Taktak'a geçersek:
Öncelikle dikkatimi çeken şey resimlerinin imzasız olduğu. Tuvallerin arkalarında isminin yazılı olduğunu öğrendim. Satış gerçekleştiğinde o zaman imzalıyormuş. Yanlış duymadıysam öyleymiş.
Sanatçı kendi dünyasından semboller yaratarak resimliyor. Dikilitaşlar, bisikletler, üçgenler, çadırlar... Bu sembollerin zamanın kendi içerisindeki akışını; bir anlamda zamanın çoğalmasını anlıyoruz broşüründeki açıklamalardan. Zaman denen varlığın kendi kendisini tekrar ederek çoğalması tezini ben fraktallerin oluşumuna da benzettim.
Kişinin kendine özgü sübjektif sembolleri tabiatıyla ancak açıklandıktan sonra öyküleniyor. İnsan toplumunun ortak bilinçdışındaki semboller Carl Gustav Jung'un da belirttiği üzere 'arketip' lerdir. Bunlar insan yaratıldığından beri deneyimini yaşadığı ,özellikle sıradışı olayların birikim yaparak genlerimize taşıdığı sembollerdir. Daha çok mitolojik öykülere bürünürler. Bunların kullanılması da bilinçaltına ayırdında bile olunmayarak büyük etki yapar.
Konumuz bu değil. Çünkü Taktak'ın resimlerinde Jung'un sözünü ettiği kolektif bilinçdışı duygu ve varlıklar, semboller bulunmuyor. Tam aksi kendisinin oluşturduğu sembollerle karşılaşıyoruz.
Sanatçımızın sembollerinden 'çadır' bir yerleşikliği temsil etmekle beraber yapısı içerisinde zaten bulunan 'üçgen'e dönüşüyor, o da sonra dikilitaş oluyor. Çadır ile üçgen iç içeliklerinden ötürü form olarak birbirlerine dönüşebilme imkanına sahipken hiç alakasız dikilitaşa dönüşmesi ise Sanatçının kendi özünün ani bir dönüşümünü yansıtıyor sanki. Dikilitaş, Sanatçıya göre eski zamanları temsil ediyor. Bu belki de öze, ilk benliğe dönüşümün bir habercisi, kimbilir.
Başkaları, benim gibi açıklayıcı notu okumayanlar mesela, onlar da Sanatçının sembollerini kendi dünyalarındaki sembollere göre yorumlayabilirler. Nitekim entelektine hayran olduğum bir arkadaşım sergide, dedi ki, 'dikilitaş fallus'u temsil eder; bisiklet tekerleği de rahimi...' Al, hadi bakalım. Bu açıklama arkadaşımın kendi sübjektif dünyasından değil de psikolojideki bilgisinden kaynaklanıyordu. Yani objektif ve de bilimsel.
Velhasıl postmodernizm, 'zeitgeist' (zamanın ruhu) çağdaş ya da güncel sanat akımını doğurmuş; bu bir yerde iyi, bir yerde kötü; iyi çünkü izleyici kendi dünyasını esere katmak suretiyle eseri yeniden yaratıyor; kötü çünkü acayip kafa karışıklığı ortaya çıkıyor.
Bir dostumun dediği gibi, 'yahu sanat eseri karşısında ben bir haz almalıyım; bilmece mi çözeceğim devamlı!'...
Evet postmodernizm sanatın her dalında var. şiir, roman...
İnsanı bakar bakmaz bir resim çarpmalı. İçimde tatlı veya acı bir kımıldama yahut bir seyir hazzı uyandırmalı. Bu da, ister soyut olsun, ister nonfigüratif, gerçekçi.., farketmez; kütle ilişkileri, derinlik, renk uyumu, renk değerlendirmesi, temelde yatan kuvvetli bir desenin izleri, fırçanın raksı, grafik düzen, kompozisyon vs vs gibi öğelerin duygulu, ustaca ve samimi, spontane ve de ikna ediciliğiyle ortaya çıkar. Ama ille de bunları ayrı ayrı arayıp bulmak gibi bir gereksiz uğraşa da girilmesi doğru değil; kuralcılık yanlışına sapılabilinir.
Zaten bir bakışta apaçık ortadadır resmin değeri.
Çarpar.
monad balkan10 ekim 2014 bodrum