“Elif diye bir kızımız olsun.
Romantik bir filmin gösterildiği
bir sinema dönüşü olsun o da.”
12.7.1972 (Mektuplar)
Cemal Süreya
Hangimizin çocukluğunda izi yoktur ki. Analarımız, onların eşlikçiliğinde büyükanalarımız leblebi tozu kokulu sinemalarda az mı gözyaşı döktüler, hiç tanımadıkları, yalnızca görüntüsünü izleyip, sesini duydukları insanlar için.
Şiir insanlığın en eski sanatıyken, sinema uygulayımbilimin armağanı en yeni sanat dallarından. Bu iki alanın ilişkisi üzerine çalışma da öyle çok sayıda değil. Bu adlardan biri Ozan Ece Ayhan şöyle der bir yazısında: “Sinema tarihinde, şimdide (ve gelecekte de böyle olacaktır) üç çeşit sinema var; sinema ve şiir görüngesinden bakarken: a) Şiir sinema b) Şiir-Düzyazı sinema c) Ve düzyazı sinema. Sinema yapıtlarının büyük çoğunluğu düzyazı sinemasıdır. (...) Ama başyapıtlar, en güzel ürünler bu geleneğe aykırılığın izlerini taşırlar ya da büsbütün karşısına düşmüşlerdir, şiir sinemadırlar.” “Sinemanın birimi olan Görüntü nasıl yalnız bir fotoğraf ise, bir başına fotoğraf olmaktan öteye başka bir anlamı yoksa; şiirin birimi olan Sözcük de öyledir, onun da şiir olarak bir başına hiçbir anlamı yoktur.”(Ayhan 1996: 93-94).
Sinema konusunda düşünen az sayıdaki ozanlarımızdan Haydar Ergülen de sinema ve şiir ilişkisi üzerine şunları yazar: “Ne şiir sinemanın, ne sinema şiirin yerini alamaz, ben yalnızca, tehlikeli bir cümle ama, şiiri sinemada buluyorum / görüyorum. Şiiri seyrediyorum! İyi film, iyi şiir gibidir, okuması, seyretmesi, insana yaşadığını itiraf ettirir. Nasıl iyi bir şiir, bir okumada tüketilmezse, her okuyuşta yeni bir keşfe imkân verirse, kelimeler arası yolculuk imgeler arası yolculuğa oradan da hayatımızın açık ve kapalı sayfalarına, beşinci mevsimine uzanırsa, her zaman yeni kapılar açamasa da, kapıları açmasa da, bizi kelimelerin ardında başka bir hayat var sürüklerse, işte sinema da bana bu yolculuğu hissettiriyor, gösteriyor.”(Ergülen 2002).
Sözkonusu ilişki öyle gizemli bir olanak sunuyor ki tek bir dizenin çağrışımlarından yapılan, yapılacak filmleri; şiirsel filmleri, film gibi şiirleri düşündürüyor ilk anda.
Ama dahası var. Görmenin niteliği üzerine düşünmeye de yöneltiyor insanı. Richard Sennett görme ile ilgili ilginç bir ayrıntıya çekiyor dikkatimizi: “... Yunanlılara (sıklıkla böyle yanlış yazılır, doğrusu Yunanlar olmalı GG) göre, dengeyi korumak için bakmak kadar eylemde bulunmak da gerekliydi. Görülen şeye önem vermenin sonucu, bir şey yapma arzusudur. Yunanlılar bu arzuya, İngilizce ‘poetry’ (şiir GG) sözcüğünün kökeni olan poiesis derlerdi, ama bu Yunanca sözcük bir sanat dalından daha geniş anlam taşırdı. (...) Kişi kendini her şeyi dikkatli yapmaya adadığı için, sophrosyne (fazilet, dengeli olmak GG) ve poiesis birbiriyle çok yakın ilişkiliydi.” (Sennett 1999:16).
Bu bilgi, görmek-yapmak-erdem-şiir kavramlarının etimolojik birlikteliğini ortaya koymaktadır. Kaynağını ışıktan alan aydınlık-karanlık çatışması (ya da ikilemi) manicilikten günümüze düşünce yapılarını etkilemiştir. “Augustinus’a göre göz bir vicdan organıydı; Platon’a göre de böyleydi; gerçekten de, ‘teori’ sözcüğünün kökü Yunanca teoriadır ve ‘bakma’, ‘görme’ ya da –bugünkü kullanımda, ışıkla fiziksel karşılaşma ve anlamayı birleştiren-‘aydınlanma’ manasına gelir. Ama bu dinsel görüntü, karanlık bir odada ışığın düğmesine basmakla sağlanan ani ve birebir aydınlanma gibi değildi. Işık kaynağını bulmak için yaşam boyu bir arayışa girmek gerekirdi.”(Sennett 1999:16,24,25). Işığın, gölgenin, aydınlığın dinsel işlevi düşünüldüğünde, gördüğünün peşinde olmak Tanrıya götüren başlıca yol olarak önerildiği görülmektedir.
Kişi olarak gördüğünden sorumlusun! Görmek duyunçla (vicdan) ilgilidir. Gördüğün acıya kayıtsız kalamazsın.
İnsanın görme serüveni ve algı düzeyi günümüze kadar birçok aşamalardan geçmiştir. Resim, yontu, fotoğraf derken modern çağın en yetkin sanatı sinemaya ulaşılmıştır. Ancak varılan bu noktada sanat kuramını ilgilendiren yeni gelişmeler de ortaya çıkmıştır. Bunun başlıca görünümü sanatın kendine özgü yaratım sürecinin, törensel atmosferin, doğum sancılarının, iç çatışmaların zayıflamasıdır. Teknolojiyle birlikte ressamın tuvaliyle, yazarın kalemiyle, yontucunun malzemesiyle olan yalnızlık ilişkisine, fotoğraf ve giderek sinemayla çoğaltılabilirlik olanağı eklenmiştir. “Sinema filmi ilk kez özelliği, bütünüyle çoğaltılabilirliği ile belirlenen bir sanat biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır” der Walter Benjamin. “Dolayısıyla, film sanat yapıtları içinde en çok yetkin hale getirilebilir olanıdır ve bu yetkinleştirme olanağı doğrudan doğruya, onun her türlü ‘ölümsüz değer’ kavramını kesin biçimde reddetmesinden kaynaklanır. (...) Mekanik çoğaltılabilirlik çağı sanatı ritüel temelinden ayırıyor, böylelikle de onun görünüşteki özerkliğini bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırıyordu.”(Benjamin 2003:107-108). Benjamin sözkonusu yaklaşımıyla sinemanın şiirsel olamayacağını da imlemektedir. Doğru yanları olmakla birlikte sinemanın da getirdiği bir ritüelden, kendine has değerlerden söz edilemez mi, diye de sormadan edemiyor insan. Uygulayımbilimin olanaklarına karşın anamalcılığın sıradanlaştırıcı, yabancılaştırıcı etkisine karşı insancı olanın korunması, geliştirilmesi de bir zorunluluktur.
Kuramsal tartışmalar bir yana, sinema ile şiir arasında güçlü bağların kurulduğu yapıtların varlığı fazla tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır.
Paolo Pasolini 1942’de Casarsa’nın Öyküsü adlı şiir kitabını yayımlar. Şiirsel sinema anlayışının önemli adlarından Pasolini’nin 1965’te çektiği Şahinler ve Serçeler şiirsel sinema örneğidir.
1938 yılında Marcel Carne’nin başlıca yapıtlarından biri olan Sisler Rıhtımı yapıldı. Başkahramanlarının çaresizliğini ortaya koyduğu karanlık / şiirsel anlatım nedeniyle bu film anlayışına “şiirsel realizm” adı verildi. 1936-1940 yılları arasında Marcel Carne ve Jacques Prevert’ten oluşan yazar / yönetmen ikilisi Fransız sinemasının “şiirsel gerçekçilik” okulunun en önemli temsilcisi oldu. Bu yönde birçok filmleri olmasına karşın asıl başarılarını sağlayan filmleri Cennetin Çocukları (Les Enfonts du Paradis-1945) oldu. Bu filmde izlek aşk ve aşkın aldığı biçimlerdir.
Orpheus (1949) Jean Cocteau’nun Bir Şairin Kanı (1930) ile başlayıp, Orpheus’uın Ahdi (1960) ile biten üçlemesinin ikinci –ve eleştirmenlerce en iyisi olduğu belirtilen- bölümüdür. “Cocteau’nun amacı bir görsel şiir yaratmak için sinemayı kullanarak gündelik gerçeklerle kendi imgeleminin gücü arasında bölünmüş olan sanatçıyı göstermektir.”(Norman 1992:196).
Rene Clement’in Yasak Oyunlar’ı (1952) savaş ve ölümün çocuklar üzerindeki derin etkilerini şiirsel bir görsellikle anlatır.
Şiire en yakın sinemacılardan biri de Ingmar Bergman’dır herhalde. Derinlikli düşünsel ve görsel işçilik Yedinci Mühür’de (1957) ve Yaban Çilekleri’nde (1957) çok etkileyici ürünlere dönüşmüştür.
Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (1972) filminin yönetmeni Aluis Bunuel, aralarında Lorca’nın, Salvador Dali’nin, Jose Ortega y Gasset’in de bulunduğu bir öbek sanatçıyla, ozanla, ressamla birlikte çalıştı.
Charles Chaplin’in Altına Hücum (1925) ve Asri Zamanlar (1936), Lewis Milestone’un Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1930), John Ford’un Gazap Üzümleri (1940), David Lean’ın Büyük Umutlar (1946), Fedrico Fellini’nin Cabiria Geceleri, Witteria de Sica’nın Bisiklet Hırsızları (1948), Akira Kurosawa’nın özellikle Güneş İmparatorluğu (1985), Roşomon (1951), Yedi Samuray (1954), Francis Coppola’nın Kıyamet (1979), Satjait Ray’ın Küçük Bir Yol Şarkısı (1955), Aisenstein’ın Potemkin Zırhlısı adlı filmleri şiirsel bir anlatıma ulaşan, sinema tarihinin de başyapıtlarından olan benzersiz güzellikte filmlerdir.
Sovyet sinemasının da şiirle büyük oranda ilgili olduğu söylenebilir. Mayakovski’nin şiir temelli sinema üzerindeki çalışmaları anılabilir. Ayrıca, Sovyet sinemasının Sergei Eisenstein’den beri yetiştirdiği en özgün yönetmenlerden olan Andrei Tarkovsky şiir estetiğini sinemayla birleştirmiş bir sinemacıydı. Annesi yetenekli bir oyuncu, babası ise şair olan Tarkovsky’nin en büyük amacı görüntüleri şiir estetiği ile yorumlayarak yeni bir sinema dili oluşturmaktı.
Doktor Jivago’daki karla kaplı, uçsuz bucaksız ovaların görüntüsündeki şiir düşüyor belleğime. Ve diğerleri: Cacoyannis’in Zorba’sındaki yaşam sevinci, Elem Klimov’un Gel ve Gör’ündeki savaşın acıları içindeki çocuğun kederi, Fabri’nin Macarlar’ında, Emir Kustarica’nın Çingeneler Zamanı’nda, Roman Polanski’nin Tess ve Piyanist adlı filmlerindeki şiirsel anlatım, Costa Gavras’ın hemen tüm filmlerinde bulunan derin insancı duyarlılık ve bu eşsiz filmlerdeki görsel şölen, simgesel çağrışımların varsıllığı belleğimden hiçbir zaman silinmeyecek.
Türk Şiiri ve Sinema
Türk şiirinde sinema üzerine düşünme eylemini Ahmet Haşim’den başlatmak da olanaklı belki ama Haşim’in bazı konulardaki toptan retçi tutumu bu alanda sağlıklı bir düşünce geliştirmesini engellemiştir. “Sinemayı zerre kadar ciddiye almayan Haşim, önce 1922 yılında kaleme aldığı bir yazıda hiç değilse belli bir gerekçeye dayanarak temellendirmeye çalışır bu tavrını, üstelik saplantılı yargısını bir yana bıraktığımız zaman, sanat adına kimsenin karşı çıkamayacağı bazı gerçeklere işaret ettiğini görürüz burada.”(Ergüven 2001: 31).
Nâzım Hikmet Türk şiirinde görselliği en etkin biçimde kullanan, sinemayla en ilgili şairdir. İpek Film’de çalışır. Türkiye’de sinema sanatını kuran usta olan Muhsin Ertuğrul’a senaryolar yazar bir dönem. “Sonra onunla birlikte ‘Cici Berber’i (1933) yönetiyor, senaryosunu Almanca’dan uyarlamıştır. Ve üç kısa film yapıyor, yönetmen olarak: ‘Düğün Gecesi-Kanlı Nigâr’ (1933); ‘İstanbul Senfonisi’ (1934; ‘Bursa Senfonisi’ (1934). (...) Yine İpek Film hesabına yaptığı, senaryosunu, yazı yönetmenliğini yaptığı ‘Güneşe Doğru’ (1937); Ferdi Tayfur başoyuncudur. Ve sinemadan da yaşamdan ve özgürlükten de 12 yıllık bir büyük ayrılış, hapistedir... Türkiye’de son olarak Baha Gelenbevi’nin ‘Barbaros Hayrettin Paşa’ (1951) ile ‘1002’nci gece-Balıkçı Güzeli’ (1953) filmlerinin senaryolarını yazıyor.”(Ayhan 1996:89, Nâzım Hikmet ve Sinema) Bir yazısında hikayelerin, şiirlerin (italik benim G.G.), halk türkülerinin ne kadar güzel sinemalaştırılabileceğinden, bunun gerekli olduğundan söz eder Nâzım Hikmet. Aynı zamanda şiirimizde yeni bir dönem başlatan yapıtları “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı”, “Kuva-i Milliye Destanı”, “Açların Gözbebekleri”, “Saman Sarısı” şiirlerindeki görsellik ve sinema tekniği kurgusu Türk şiirine, (hatta dünya şiirine) yepyeni açılımlar getirmiştir. (Makal 2002:433-436).
Son dönemde bu konuda sıklıkla sözü edilen yapıt Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun yaşamının, acılı, yalın şiirinin işlendiği “Kelebeğin Rüyası” adlı filmdir. Umarız bu film izleyicileri okur kılmış, değerli ozanların şiirlerine ilgiyi artırmış olsun.
Ece Ayhan’ın bu konudaki emeğine yukarıda değinmiştik. İlhan Berk, Attila İlhan, Mustafa Irgat, Ceyhun Atuf Kansu, Turgay Gönenç, Enis Batur, Sunay Akın, Hüseyin Ferhad, Ergül Çetin günümüz Türk şiirinde sinema ile şiiri buluşturan şairler olarak belirtilebilir. Bu alanın şiirimiz için de sinemamız için de yeterince değerlendirilmiş olduğu söylenemez. Şiirimizin gelişmesinin sinemamızı da geliştireceği açıktır. İlhan Berk’in dediği gibi: “Modern şiirin poetikası yaratmıştır modern sinemayı, romanı, yontuyu, resmi. Bu da doğaldır elbet. Şiir çünkü doğası gereği geçtiği yeri allak bullak eder, yıkar değiştirir. Büyük sinema ancak şairlerin elinde kurulacaktır.” (Berk 1995).
Brezilyalı usta Ozan Carlos Durummond de Andrade’nin Halk Adamı Charlie Chaplin İçin Şarkı adlı uzun şiiri sinema izlekli güzel bir şiirdir. Bu şiirden bir bölümle sonlandıralım: “... Pantolonunun her kıvrımında kemikler, / jöleli, vişneli, çikolatalı, bulutlu tatlılar var. Bir çocuk / ya da bir köpek için ayırmışsındır sen onları. / Çünkü sen çok iyi bilirsin yiyeceğin değerini, etin tadını, çorbanın kokusunu, patateslerin ak / yumuşaklığını, / pabuçlarının yıpranmış bağcıklarını makarnaya / dönüştürmenin ince sanatını da iyi bilirsin.(...)”
Kaynaklar
Ayhan, Ece 1996 Dipyazılar, YKY
Benjamin, Walter 2003 Sanat Yapıtının Çoğaltılabilirliği, (Beatrice Lenoir-Sanat Yapıtı içinde), YKY
Berk, İlhan Dokunduğu Her Şey Şiir, (T. Asi Balkar’la söyleşi), Cumhuriyet Kitap 16.2.1995
Drummond de Andrade, Carlos Halk Adamı Chalie Chaplin İçin Şarkı, Cumhuriyet Kitap, S.725
Ergüven, Mehmet 2001 Gölgenin Ucunda, Sel Yay.
Ergülen, Haydar Film İcabı, Radikal.com, 23.10.2002
Makal, Oğuz 2002 Nâzım Hikmet’i Senaryoları ve Filmleriyle Keşfetmek, (100. Doğum Yıldönümünde Nâzım Hikmete Armağan İçinde), Kültür Bak. Yay.
Norman, Barry 1992 Yüzyılın En İyi 100 Filmi, Yeni Binyıl.
Sennett, Richard 1999 Gözün Vicdanı, Ayrıntı Yay.