Tarihin bazı olağanüstü anları vardır. Genellikle bir dönemden bir başkasına geçişlerde yaşanırlar. Böyle durumlarda alışıldık eylem biçimleri, atıfta bulunulan değerler, toplumsal düzeni sağlayan normlar eski geçerliliklerini yitirir; en azından eski güçleriyle işlev göremez. Kimi olağanüstü durumlar hayatın alışılmış akışını, yapılanmış kurgusunu askıya alır. Doğal afetler ve salgın hastalıklar bu tür âni geçişlere örnek oluşturur. Bilinen üç büyük veba pandemisinden ilki kabul edilen Justianus (Ιουστινιανός) vebasının (541-750), Ortaçağ’ın yerelliklere dağılmış ekonomik sisteminin şekillenmesinde rol oynadığı, Doğu Roma’nın (Bizans kendine Bizans demezdi!) bir dünya gücü olmasını engellediği düşünülür. İkinci büyük pandemi (1347-1353), Avrupa’yı kasıp kavurmuş, Londra nüfusunun üçte birini yok etmiştir. Ancak beraberinde, zaten çoktan köhnemiş bir sistemin sonunu hızlandıran yenilikleri de getirmiştir. Bütün otokrat muktedirler gibi kendini kâdir-i mutlak ve ebedi zannetme yanılsamasına kapılmış Kilise ve ruhban sınıfının gücünü yitirmesini kolaylaştıran bir dizi olayın ivmelenmesini sağlamıştır. On dördüncü yüzyılın ortalarında yaşayan bir insan, dinsel tahakkümün vardığı baskıcı boyutu, engizisyon işkencelerini, ölçüsüz zenginliği, halkın sınırsız yoksulluğunu görüp derin bir karamsarlığa düşebilirdi. Dinsel taassubun, aslında insafsız ve vicdansız bir sömürü mekanizması olduğunu, Allah ve İsa vekâletini iddia edip cahil ve yoksul insanları kandırarak, onları günah korkusu ve cehennem ateşleriyle sindiren devasa bir iktidarın asla yıkılmaz olduğunu düşünebilirdi. Oysa o görkemli sömürü mekanizmasının payandaları çoktan çürümüştü. İşkenceler, ateşte yakmalar, en ufak bir muhalefet göstereni sahte belgeler, düzmece kanıtlar ya da yalnızca iftiralarla zindanlara atmalar, dinsel taassubu toplumu her gün daha fazla kutuplaştırmak için kullanmalar, baş döndürücü katedraller inşa edip iktidarının hâlâ çok sağlam olduğunu göstermeye çalışmalar hep o çürümüşlüğün yarattığı korkudan kaynaklanmaktaydı. Muktedir korkar; en güçlü olduğunu sandığı zaman bile. İşte tam bu nedenle çürüyen iktidarının kapanındaki muktedir müzikten korkar. Gülmekten korktuğu gibi…
Kara Ölüm olarak da adlandırılan on dördüncü yüzyıl veba pandemisi, feodal düzenin son dayanaklarının çözülmeye başlamasına, ucu Rönesans’a varacak yeni bir toplumsal-ekonomik harekete yol açmıştır. Tarihin böyle olağanüstü anları, bir yandan iyi kurulmuş olan bir düzeni alt-üst eder, diğer yandan dönüşümlerin kapısını açar. Halen içinden geçtiğimiz, bildiğimiz bütün toplumsal kuralları ve yapıları askıya alan COVID-19 salgını, olasılıkla böyle bir dönüşüm kavşağına geldiğimizi duyuruyor. Bununla birlikte, günümüzün pandemisinden topyekûn bir dönüşüm, yeni acımasız rekabet iktisadının on yıllardır yaygınlaştırdığı bütün uygulama, alışkanlık, yapı, norm ve değerleri bir kalemde silip atması beklenemez. Bu süreçten herkes ayrı dersler çıkaracak; kimileri doğayı sonsuzca sömürmenin, insanı insana düşman eden düzenin sürdürülebilir olduğuna inanmakla yaşama yanılgısına devam edecek, kimileri ise sorgulamaya ve eleştiriyi örgütlemeye başlayacak. Her durumda, er ya da geç bildiğimiz toplumsalın sonuna doğru yaklaşmakta olduğumuz bir gerçektir. Kimlerin bunu daha erken idrak edeceğini, kimlerin hakikat-sonrası adlandırmasıyla şıklaştırılan akıl-dışılığın içinde kaybolduktan sonra fark edeceğini bize zaman gösterecek. Bugün için tespit edebileceğimiz gerçeklik, bildiğimiz toplumsal ilişki biçimleri ve yapısal unsurların önemli ölçüde geçersizleştiğidir. Birçok başka toplumsal eylem düzleminde olduğu gibi, müzik yapma pratiklerinin de köklü bir şekilde dönüşmekte olduğuna tanık oluyoruz. Müziğin varlık nedeni olan toplumsalı kurmak, bağı oluşturmak, bütünsel bir ses örgütlemek niteliklerinin bir anda askıya alındığını hissediyoruz. Müziğin işlevini yeniden tanımlamayı gerektirecek yeni bir ilişki düzenini el yordamıyla arayışımız, aynı zamanda ona atfettiğimiz sorgulanmayan toplumsal fon olma özelliğini de yeniden düşünmemize yol açabilecek çapta görünüyor. Müzik, en birleştirici olanken, ayrışmaya dayalı bir toplumsal gerekliliğin (“sosyal mesafe”) karşısında, yeni bir kalıba dökülme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmış durumdadır.
Salgın boyunca sayısız müzik etkinliğini, üstelik herhangi bir maddi karşılık ödemeden, küresel enformasyon ağının çeşitli platformlarında dinleme, seyretme şansına sahip olduk. Sanata erişmek belki hiç bu kadar kolay olmamıştı. Demokratik katılımın önemli bir sahnesine dönüşen bu müzik etkinlikleri, bu askıda kalma halinin özgün mantığı içinde düzenlenmişlerdi. Elektronik iletişimin çeşitli biçimlerinden evlerimize (“evde hayat var”, “evde kal”) akan müzik etkinlikleri, bir çeşit olağanüstü hal rejimi içinde kabul edilebilirlik sınırlarında kalmaktaydı. Birbirinden ayrı yerlerde bulunan müzisyenler, iletişim teknolojisi sayesinde, bir sanal eşzamanlılık içinde bir araya geldi. Müzik yapmanın doğasındaki bir arada olma, hatta yerine ve biçimine göre, iç içe geçme hâli, tam zıddı üzerinden, diğer bir deyişle tersinden tanımlandı: Müzik, ironik bir şekilde, bütünleşmenin değil ayrışmanın simgesi hâline geldi.
Kuşkusuz bu uzaktan bir araya gelişler, toplumsalın dağılmasını değil, bu tehdide karşı direniş gücünün hâlâ var olduğunu vurgulamak için örgütlenmişlerdi. Toplumsalın birleştirici gücünü hissetmeye en çok gereksinim duyduğumuz anlarda, bu tür dayanışma gösterileri, bir çeşit törensellik içinde sahneye konulur. Zira dayanışma mekanizmalarının yok olma tehlikesi altında olduğu böyle olağanüstü dönemlerde, gündelik sıradanlık içinde önemsenmeyen ya da varlığı fark edilmeyen toplumsal bağların hatırlanması ve vurgulanması gerekir. Müzik topluluklarının üyelerinin, her biri kendi evlerinde çalgılarını çalıp aynı anda diğerleriyle birlikte bir bütün oluşturmaya çalışmaları, parçalanmış bir toplumsallığın onarılma çabasıdır. Toplumsal bağ, fiziksel olarak bir arada olmayla pekiştiği zamankine oranla çok daha zor sezilir ve yönetilir hale gelmiştir. Bu nedenle uzaktan aynı anda müzik yapmak yalnızca teknik olarak daha zor olmakla kalmaz, kavramsal anlamda da mevcut zihin kategorilerimizin kataloğunda bulunmayan yeni dayanışma yordamlarının aranıp bulunmasını gerektirdiği için endişe vericidir. Müziğin yapıldığı ve dinlendiği yerler birbirlerinden yalnızca fiziki anlamda ayrışmış olmakla kalmaz, aynı zamanda, tekabül ettikleri düşünsel tasavvurların ikna edicilikleri önemli ölçüde zayıflar. Dayanışma ağını yeniden örmeye çalıştığımız bu birlikte icra etme anlarında, esasında her bir müzisyen kendi yalıtılma balonunda toplumsalı hissetmeye çalışmaktadır. Sayısız sanal toplantı, webinar, buluşma vb. ile işten özel hayata kadar çeşitli alanlarda bir araya gelişlerimiz, yitirilen toplumsal kerterizlerin yeniden yerine konma çabalarıdır. Sanki birden ışıklar sönmüş, aydınlığa göre ayarlanmış bütün eylem mantığımız bir anda çökmüştür. Yapısı bozulmuş bu ortamda, el yordamıyla, asıl işlevleri o olmayan, gözlerimizden başka duyularımız aracılığıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Ancak müzik, var oluşunun özündeki mantığa aykırı olarak, uzaktan sanal bir eşzamanlılık içinde uzun süre yaşayabilecek bir ifade biçimi değildir. Teknolojinin her geçen gün mükemmelleşen birleştiriciliği ve düzenleyiciliği, bir senfoni orkestrasını, her bireyi ayrı bir topos’ta konumlanarak, bütünleşik bir yapı gibi bir araya getirebilir. Ancak müziğin temel amacı (telos) bu değildir. Zira orkestranın hedefi her ne kadar kusursuz bir icra ise de, asıl var oluş nedeni bundan ötesi ve fazlasıdır. Senfoni orkestrası, adının açıkça dile getirdiği gibi, eş-tınlamanın, sosyolojik dilde ifade edersek uzlaşmanın (sin-fonia, σύνφωνη, συνφωνία) metaforudur. Nitekim senfoni orkestrasının tarih sahnesine çıkışı, sanayi toplumunun gelişmesi sonucunda şekillenen karmaşık iş bölümünün oluşmasıyla gerçekleşmiştir. Orkestra hem sayısız alış-veriş ve etkileşim olan bu toplum örgütlenmesinin estetik bir izdüşümü, hem iş bölümü sistemindeki karmaşıklığın nasıl mükemmel bir düzen içinde yürütüldüğünün görkemli bir kanıtıdır. Müzik yapmak, o nedenle, fiziki anlamda birlikte icra edildiği zaman, tarihsel özüyle buluşmuş olur. Kuşkusuz tek müzik yapma biçimi, senfoni orkestrası topluluğu değildir; çok farklı boyutlarda müzik toplulukları farklı türlerde sanat icra ederler. Hatta solo çalgı ya da ses icrası bile, ancak (en az bir) dinleyiciyle buluştuğu zaman müzik olarak niteleneceği için, aynı birlikte eyleme mantığına dâhildir. Müzik, kendi ses örgütleme düzeninin teknik-akustik boyutunun yanı sıra, simgesel-toplumsal bir anlam barındırır. İnsan pratikleri içinde belki en belirgin şekilde birlikte eylemenin yansıması müzikte billurlaşır. Bu bağlamda, senfoni orkestrası bir çeşit ideal-tip sunsa da, her türlü müzik icra topluluğu (jazz band, rock veya pop müzik topluluğu, saz heyeti, âşıklar divanı, vb.) toplumsalın kuruluşunun teyit edilmesi anlamına gelen bir uzlaşma zeminidir. COVID-19 salgınının en olumsuz etkisi, toplumsalın hissedildiği bu birlikte eyleme düzlemlerini parçalamış olmasıdır.
Ayrı yerlerde eşzamanlı bir müzik icrası, ipi kopup boncukları saçılmış bir kolyeye benziyor. Her birimiz, bu saçılmış birlikteliğin (artık kavramsal anlamda birliktelik olmayan birlikteliğin) hâlâ bütünlüklü olduğunu hissetmeye çalışıyoruz. Doğum günü partilerinden iş toplantılarına, dedikodu buluşmalarından uzaktan eğitime kadar sayısız toplumsal eylem biçiminde, mesafelenmiş bir ilişki modelinin içinde hâlâ toplumsala ait olduğumuzu, hatta hâlâ bir toplumsalın var olduğunu kanıtlamaya çalışıyoruz. Zira dünyanın bir anlam ifade edebilir halde kalması, bu birlikte eyleme yordamlarının kaybedilmemesine bağlıdır. Robinson Crusoe hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir mutlak insan idealiydi.
Diğer yandan, toplumsalın işleyişi soyut bir olgu değildir; yalnızca simgeler ve kavramlar düzeyinde var olmaz. Tersine, toplumsal olan, tarihsel bir çerçevede üretim ilişkileriyle örülmüştür. Oysa Corona kapanmasında yalnızca ayrı düşmekle kalmadık, aynı zamanda üretim düzeni ciddi anlamda sekteye uğradı. Zaten ciddi adaletsizlikler üzerine kurulu olan küresel kapitalist üretim düzeni, yeryüzündeki iş bölümünü hakkaniyete aykırı bir dengede tutmaktayken, salgının yıkıcı etkisiyle birçok sektör (özellikle Türkiye’nin, üzerine bütün bir ekonomik düzen inşa ettiği turizm, inşaat, hizmetler, vb.) birden donma aşamasına gelince, iş bölümü düzeni de derinden yara aldı. Müzik başta olmak üzere, birlikte eylemeyi teyit ettiren insan etkinlikleri, bu dengesizleşmenin etkisiyle de örgütlenmekte zorlanmaktadır. Salgın-sonrasında bütün dünya toplumları ağır bir ekonomik fatura ödeyecek; ancak somut üretime sırt çevirip spekülasyonla ve kamu hizmetini yok ederek kâr etme sevdasına düşenler çok daha ağırını ödeyecek. O nedenle dünya genelinde müzik, bir süredir tıkanma estetiğini (tekrarlar, ezgisizlik, söze boğulmuş düz hatlı ezgiler, bas vuruşlarından ibaret ritim döngüleri, kopuş ve dağılışın umutsuzluğunu yansıtan şarkı sözleri, vb.) yansıtmaktaydı; salgınla birlikte tam bir saçılma ve anlamsızlaşma hâlini deneyimliyoruz. Üretim yoksa müzik de olmaz; zira müzik, birlikte eylemenin, üretimi örgütlemenin doğrudan simgesidir. Sanal gerçeklikten eş zamanlı müzik yapmak, toplumsalı onarmaya çabalamak için gereklidir; ancak toplumsalı yeniden kurmak için yeterli değildir.
Küresel ölçekte sayısız ağların etkileşimi halinde tezahür eden toplumsal ilişkiler, çağdaş toplumbilimci Bruno Latour’un kuramlaştırmasında, yeni bir toplumsalın doğuşunu duyurmaktaydı. Üstelik Latour, bu ağ şeklinde örgütlenen toplum modelinin yalnızca insanlardan oluşmadığını, diğer canlılar ve inorganik şeylerin bütününün de bu düzene dâhil olduğunu iddia eder. Toplumsalın, bu sayısız etkileşimle ağın içinde sürekli dönüştüğünün altını çizen Latour, bu yeni kolektif mantığın gereği olarak, sosyolojinin, toplumsalı yeniden bir araya getirmek (rassembler) amacını gütmesi gerektiğini belirtir. Her ne kadar bu çözümlemesinde mevcut kuramsal araçları külli bir reddediş ve müjdelediği sosyolojiyi Mesihçi bir anlayışla (kendisinden öncekileri tanıyıp onları geçersiz ilan etme) ve epeyce tepeden bakan bir dille sunsa da, Latour, içinde yaşadığımız gerçekliği anlamamıza yardımcı olacak kavramsal bir araç da temin etmektedir. Ağ halinde hareket eden bir toplumsal, bunun karmaşık küresel dokusu, alıştığımız yapıların katılıklarını kaybetmelerine neden oluyordu; şimdi salgınla birlikte, yalnızca bildiğimiz dünya işlemez olmakla kalmadı, onu anlamlandırmak için kullanacağımız gramer de etkisizleşti. O zaman toplumsalı yeniden kurmak, Latour’un terimleriyle söylersek, yeniden bir araya getirmek (yeniden paketlemek) gerekiyor. Bununla birlikte, insanın insana yabancılaştığı bu acımasız küresel sömürü düzenini parçalayıp yeni bir biçimde yeniden toparlamak için ortaklığı kuracak etkili bir araca gereksinimimiz var. Sakın bunca parçalılık içinde atomlaşmış bir şekilde var kalmaya çalışan müzik, bu yeniden paketlemenin anahtarı olmasın?
Müzik, elektronik iletişim kanalları üzerinden yaşatmaya çalıştığımız toplumsal bağları, asgari düzeyde ve geçici biçimlerde de olsa koruyan az sayıda birleştiriciden biri gibi görünüyor. Bireylerin en bireysel oldukları mevzilere, evlerine kadar dağılmış toplumsal, bu en özel ve bir zamanlar en az kamusal olan alanda tutunmaya çalışıyor. O nedenle, sürdürülebilir olmayan, müziğin bu eş zamanlı elektronik icraları, bir yandan bir var kalma umudunu besliyor, diğer yandan toplumsalın yeniden kurulmasının ipuçlarını sunuyor. Virüs bir biyolojik olgu olsa da, ortaya çıkışı (neşv-ü nemâ bulması - genesis) küresel çapta bir sömürü düzeninin sürdürülmesiyle yakından ilişkilidir. Böyle bir gayri-insani düzen, müziği nasıl salt estetik bir oyun nesnesine dönüştürüp (yalnızca biçimsel özellikleriyle var olup bir içeriği olmayan müzik) bir daimi fon konumuna indirgediyse (her yerde mevcut, ancak kendisi olarak değil boşluk dolgusu olarak var olan müzik), şimdi Corona kapanmasında, askıda kalma halinde, ölçüsüz tüketme sevdasına set çekmemiz gereken bir düşünüme yer açmak için yine müziği önceleyebilir. Müziğin, evlerdeki bu direnişi, tekilliklerden sanal bir toplumsal kurma arzusu, salgını, geçmişin deneyimlerinde olduğu gibi, yeni bir çağı, dünyayla yeni bir ilişki modelini, toplumsalı yeni bir biçimde kurmanın yolunu göstermeye yardımcı olabilir. Corona döneminde geçici ve eğreti görünen müzik deneyimleri, daha âdil bir dünya kurmak için gereken dayanışma modellerini keşfetmemiz için bir dayanak noktası sunabilir. Ancak bunun için, müziğin yeniden toplumsal iş bölümünü ve dayanışmayı yansıtır hale gelebilmesi gerek; bunun için de yeryüzünde daha âdil bir bölüşüm düzeni tesis etme gerekliliği kaçınılmaz. Alışkanlıkları ve kestirme yolları terk etmek kolay değildir; ancak tüketme üzerine kurulu toplumsalın dağıtılması ve onun yerine üretimi önceleyen âdil paylaşım düzeninin inşa edilmesi gerekiyor. İlkini COVID-19 önemli ölçüde yaptı; saçılmış bir toplumsal deneyimin nasıl bir şey olabildiğini keşfettik. Ancak toplumsalı yeniden kurmak, bu saçılma halini yapıcı bir modele dönüştürmek bizim elimizde.
Toplumsalı yeniden kurmak, zifiri karanlık bir mağaraya girmeyi andırıyor. Elimizde harita yok. Müziğin toplumsal bağ kurucu özünü hatırlamamız, ona aksesuar ya da metâ muamelesi yapmamamız, beklenmedik bir rehber ışığı yakacaktır.
Müzik, hep birleştirir. En saçılmış toplumsalı bile…
ALİ ERGUR
1 Haziran 2020, Denizli