Bugün köşeyi tatil kaptı!
İç turizmi canlandırmak için bayram tatili on güne çıkarılmış; gelin görün ki, uzun izin kullanan vatandaş içerde gezeceğine Yunanistan’a gitmeyi yeğlemiş! Haberler böyle!
Son yıllarda, gerek Yunanistan ekonomisinin içine düştüğü bunalım, gerekse iki devlet arasındaki ilişkilerde yumuşama, Türkiye’den Yunanistan’a giden turist sayısını “patlattı”! Yunanistan’da yapılan tatilin Türkiye’deki benzerlerinden daha ucuz olması bu patlamanın başlıca etkenlerinden biri olsa da, başka etkenler yok mu acaba? İster istemez 21 yıl önce yaptığım Yunanistan gezisinden izlenimlerimi anımsıyorum.
21 yıl önce tam da bugünlerde gitmiştim Yunanistan’a- önce Atina’ya, oradan da Kiklad adalarından birine, öteki adalara bakarak turizme en az açılmış olduğu söylenen bir adaya… Birbirine yakın komşu olan iki ülke o yıllarda birbirinden pek uzaktı- ya da siyasetle turizmde öyleydi. Türkiye’de Necmettin Erbakan’ın başbakan, Tansu Çiller’in yardımcısı olduğu Refahyol hükümeti birkaç ay önce işbaşına gelmişti. O yılın başında Yunanistan’la Türkiye “Kardak krizi” nedeniyle savaşın eşiğinden dönmüşlerdi.
İşte bu ortamda gittiğim Yunanistan’dan kısa notlarla saptadığım ilk izlenimlerimi burada paylaşayım; iki komşu ülkeyi, dünle bugünü karşılaştırmayı okurlar yapsın…
Adada bitki örtüsü tanıdıktı: sardunyalar, bugenviller, yaseminler, kauçuklar, zakkumlar, akşam sefaları… Sesler de tanıdıktı: cırcır böcekleri, tavuk gıdaklamaları, motorsikletler… Motorsikletlerin hepsinde kadın vardı: ya sürücü, ya da sürücünün arkasında yolcu olarak…
Ses diyince, hem adanın her yerinde, hem de Atina’da Plaka’da tüm kafelerde, lokantalarda, barlarda disebeli öyle düşük bir müzik çalıyordu ki hiçbiri sokağa taşmıyor, birbirine karışmıyordu.
Kafeler, “plastikleşmemiş”ti! Bütün kafelerde iskemleler tahtaydı. Benim yaşımdakilerin anımsadığı köy kahvesi iskemlelerinin maviye boyanmışıydı bunlar. Çoğunun oturulacak yeri hasırdı. Yunan bayrağının da rengi olan mavi-beyaz renkleri adalarda belediyeler zorunlu kılıyordu. Evler yalnızca beyaza boyanabilir, ahşap bölümleriyse ya mavi ya da yeşil olabilirdi. Başka renge izin yoktu. Evlerin planını hem belediyeye, hem de Şehircilik Bakanlığı’nın adadaki görevlisine onaylatmak gerekiyordu. Planın onaylanması için pencerelerin dar olması, balkonların büyük olmaması, evin çatısız olması gibi bazı kurallara uyulmalıydı. Öte yandan, “seri imalât” ev yoktu burada. Bir örnek evler yoktu; hiçbir ev ötekinin aynı değildi. Hepsi tek ve özgün, kimiyse dağda tek başınaydı…
Sokaklar birbirini dik kesmiyor, kıvrılıyordu ve gölge olması için hepsi dardı. Merdivenli sokak çoktu. Gece inip çıkarken düşülmesin diye merdiven basamakları karanlıkta da seçilebilen kalın beyaz çizgiyle belirlenmişti.
Tabelalarla basılı kaynaklarda Yunanca’nın yanında İngilizce açıklamalar vardı. Hiçbirinde anlatım ya da yazım yanlışı yoktu! Herkes İngilizce konuşuyordu.
Ege’ye karşı uluorta öpüşen çiftlere kötü gözle bakan, onlarla ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunan yoktu!
Türk turist yoktu ama Alman ve özellikle İtalyan çoktu. İki dünya savaşı arasında İtalyan yönetiminde kalan Ege adaları İtalyan ulusunun belleğinde ayrı bir yer mi edinmişti?
21 yıl önceki Yunanistan gezimden bir de anı paylaşmak isterim. Yunanlarla yalnızca kendi ülkelerinde değil; ABD’den İspanya’ya ve Belçika’ya, dünyanın farklı yerlerinde birbirinden farklı ve özel anılarım oldu; ama bu ada izlenimlerimi Kostas’ı anlatmadan noktalayamam.
Adadaki bir plajın barını işleten Yorgos maden mühendisiymiş! Kışın linyitte çalışıyor, yazın turizmcilik yapıyormuş. 9 yaşındaki oğlu ona yardım ediyordu. Öğretmen olan karısı bir hafta sonra okullar açılacağı için “oğlundan daha büyük, daha aklı başında olan kızı” ile Atina’ya dönmüştü. Oğlunun yardımıyla bir dondurma seçip bara oturdum. Yorgo, gözleri ve bıyıklarıyla gülen bir adam: Balkan filmlerinden tanıdığımız bir tip… “Nerelisin?” diyince “Türk’üm” dedim. Çok şaşırdı: “İnanamıyorum! İlk kez burada bir Türk görüyorum!” Niçin geldiğimi anlattım. Biraz sonra bara gelen geniş gövdeli; kısık, romantik (!) bakışlı; güler yüzlü genç adamla yanındaki bıyıklı, zayıf adam yüksek sesle konuşmaya başladılar. Zayıf ötekine, içinde birkaç kez “Turko” geçen bir şeyler söyleyince, Yorgos benim Türk olduğumu haber verdi onlara. İri olan, gözlerini açarak: “Gerçekten mi? Benim ailem de Türkiye’den geldi: İzmir’e yakın bir göl kıyısından… Şimdiki adı başkadır belki. Ben, kalben Türk’üm!” diye konuşmaya başladı. Yanındaki zayıf adamı gösterdi: “Bu diyor ki, ben çok güçlüymüşüm, güçlü bir Türk bulup ikimizi bir kafese koyup dövüştürecekmiş! Oysa, güç kolda değil; (kafasını göstererek) şurada ve (yüreğini göstererek) şurada!” Onu onayladım. Coşku içinde konuştukça konuşuyordu: “Biz Türkiye’den gelenler başkayız, biliyor musun? Biz daha insanız!”
Adının Kostas olduğunu öğrendiğim genç adam, spor öğretmeniymiş. Buraya atanmadan önce Selanik’te Atatürk’ün evinin arkasındaki bir okulda çalışıyormuş. Beş yıldır birlikte olduğu kız arkadaşını yanına çağırdı: “Bak, bu, hep sana söz ettiğim memleketimden geliyor” diye beni tanıştırdı. İpince, sapsarışın, İngilizce şivesi güzel olan bir genç kadın… “Yunan’a benziyor mu?” diye sordu bana. Meğer İngiliz’miş. Durmadan konuşuyordu Kostas: “İstanbul’a gelmek istiyoruz Noel’de. Eminim, beni iyi karşılarlar. Aslında, Türkiye’nin içlerine, ortasına, doğusuna gitmek istiyorum- insanları tanımak, nasıl düşündüklerini öğrenmek için. Ankara’yı çok merak ediyorum. Benim Türkiye’deki soyadım Arabacidis…” Türklerle Yunanlıların dost olması gereğinden söz etti. Ben, öncelikle okul kitaplarının baştan yazılması gerektiğini söyledim. Buna katıldı: “Ben 15 yaşıma kadar Avustralya’daydım. Komşumuz Türk’tü. İyi dosttuk. Belki de burada okumadığım için önyargılı değilim” dedi.
Söz Kardak krizine gelince, bu konuyu uluslararası hukuk ve siyaset açısından da irdelemiş olan ben öyle bir “havaya girmişim” ki, “kaya parçaları” diyiverdim! Kostas daha da ileri gidip “Bizde 60 ada var, ikisini size versek ne çıkar!” dedi! Bizi dinleyen Yorgo Yunanca bir şeyler söyledi. Karşı çıkıyormuş.
Bu arada yediklerini benimle paylaşmakta ısrarcıydı Kostas. Önce cips paketini getirmişti. Ardından kendileri ne yedilerse tatmam için bana da zorla verdiler- dondurmanın üstüne yakışmasa da- “tipik Yunan” diyerek ekmek üstüne ezilmiş domates ve zeytinyağı; ekmek üstüne balık… “Hangi balık bu?” “Tanıyorsun: kolyos. Türkçe!” İçki ısmarlamak için ısrar ettiler: “Uzo iç!”, “Bira iç!”, “Başka bir şey iç!”… Maden suyu içtim sonunda. Ayrılırken hesabı ödemek istediğimde bu kez Yorgo, bıyıklarıyla gülümseyerek ama kesin bir biçimde: “No, no, no!” dedi. Anlatma sırası ondaydı: bir ara Bulgaristan’daymış. Türkiye’ye gidiliyormuş, o da iki çocuğuyla karısını alıp İstanbul’a gelmiş. Gümrük kapısında çok güzel karşılanmışlar; her yerde güleryüz görmüşler. Kostas, “Türkiye ile Yunanistan tek bir ülke olmalı, aslında!” diye araya girdi. Ben de Atatürk’ün “Balkanlar’dan başlayan bir Avrupa Birliği” düşüncesini anlattım. O, coşku içinde, “İstanbul başkent olmalı!” diye atıldı.
Kostas nasıl duygu yüklü, nasıl mutluydu! Bir ara üçümüz –ailesi Türkiye’den Yunanistan’a göçmek zorunda kalan Kostas, ailesinin bir kolu Kafkasya’dan Türkiye’ye göçmek zorunda kalan ben, sevdası uğruna İngiltere’den Yunanistan’a göçmüş kız arkadaşı- birbirimize sarılıp öpüşmüştük. “Bunu ancak bizler yaparız, başka milletlerde olmaz bu- yarım saat içinde tanışıp kucaklaşmak!” demişti Kostas.
O yıl Noel tatilinde İstanbul’a geldiklerinde buluşacaktık. Olmadı.
Düşünüyorum da- göçmenlik karmaşık bir konu… Gezginlikse güzel…
Herkese iyi gezmeler…