Hiç durmadan çizgisel araştırmalar yapan Mustafa Ayaz, kendini “geveze elli ressam” diye nitelendiriyor bu yüzden. Form netliği elde etmeden renk netliği sağlanamayacağını düşünen Ayaz, evinden çok, Ankara manzaralı stüdyosunda bulunuyor. Gününün büyük bölümünü çalışarak geçiren Mustafa Ayaz 1938 Trabzon Çaykara doğumlu... Sanatı “Aşkın,yaşama sevincinin ve geleceğe yönelik isteklerin plastik değerlere dönüştürülmesi”'olarak tanımlıyor. Yaşam onun için her şeyden önce “çizmek” ve “boyamak”'...
Yapıtlarında soyut ve somut değerleri iç içe gördüğümüz Ayaz’ın tablolarında çizgi-leke kontrastlığı dikkati çekiyor. İlişkisiz unsurların kontrastlığı da gerilimi arttırıyor. Kendi figürünü de çelişkiyi yansıtıcı ikinci ana unsur olarak kullanan Ayaz’la söyleşimiz, başta “Niye hep kadın?”' sorusu olmak üzere izleyicisinin merak ettiği pek çok konuya netlik kazandırıyor.
- Sizin de resme sevdalanmanız ilkokul çağlarına mı rastlıyor?
- Evet. Ama ilkokul 4. sınıfa gelinceye dek resmim pek iyi değildi. Hatta ev ödevlerimi amcamın oğlu yapıyordu. 4. sınıfta hocamız suluboya yapmamızı önerdi, benim suluboyamı çok beğendi ve “Aferin” dedi, “bundan sonra sen devam et”.. Bu bana öyle bir güç verdi ki , gece gündüz resim çalışmaya başladım ve gerçekten çok sevdim. Köy Enstitüleri daha yeni öğretmen okuluna dönüşmüştü l952’de. Sınavı kazanıp Pulur İlköğretmen Okulu’na girdim. Resim atölyesinin anahtarını resim hocamız bana teslim etmişti bu adam resim çalışıyor diye. Burhan Alkar, askerden yeni gelmişti, şimdi heykeltraş biliyorsunuz, bizim hocamızdı. Ama Türkçe hocamız olan okul müdürünün rolünü hiç unutamam.
- Nasıl bir rol oynadı ressamlığınızda Türkçe hocanız?
- Türkçe kitabında Osman Kaptan adlı bir parça vardı. Onu görev olarak bize verdi. Parçanın sonunda şöyle bir ödev vardı: Osman Kaptan parçasını okudunuz, nasıl bir tip olduğunu içinizden iyi resim yapan arkadaşlarınız tahtaya çizmeye çalışsın. Ali Candaş da şu anda İstanbul’da, o da ressam. İkimiz sınıf arkadaşıyız. Ayrı birer kartona Osman Kaptan resmini tanımlandığı şekilde yaptık ve kütüphanenin üzerine koyduk, müdürün görmesi için. Hiç konuşmadı resim hakkında. Dersi işledik, sonunda resimleri kimlerin yaptığını sordu. Ali ile “Biz yaptık” dedik. “Aferin çocuklar, aynen yapmışsınız, çok beğendim, resim hocanızla ilişkiye girdiniz mi? Çapa diye bir yer var. Sizi oraya gönderelim. Siz Burhan beyle görüşün, sizi oraya hazırlasın” dedi. Bunun üzerine Burhan beye sorduk. “Tamam, tamam , siz çalışın” dedi. Film olacak bir öykü, bizim İstanbul’a gidişimiz.
- Nasıl?
- Sınava gideceğiz, paramız yok. Kumanya hazırlayıp bizi kara trene bindirdiler. İki gün, üç gecede İstanbul’a gittik. Ohooo, İstanbul nerede, Erzurum nerede? Biz sanki Amerika’ya gitmişiz. O kadar değişik bir yer ki bize göre. “Kazanamayız, mümkün değil. Böyle bir yerde bizi okutmazlar” dedik. Sabah kahvaltılarına iniyoruz, kızlar var. Kızların yanında yiyemiyoruz, utanıyoruz. Sınav sonuçları söylenecek, müdür yardımcısı bizi çağırdı. O zaman benim saçlarım yok, ortaokuldayız. “Siz gelirken dönüş paranızı aldınız mı?” dedi. “ Hayır, bir mektup var, bunu size vermemizi söylediler, siz verecekmişsiniz” dedim. Artık nasıl söylediysem “Sen dik kafalıya benziyorsun, burası Erzurum değil, onun için ayağını denk at, hadi bakayım ikiniz de kazandınız” dedi. Asıl işte o zaman benim sanatla olan ilişkim belirginleşti . Artık yolum sanat yolu olacaktı. Çapa’ya resim bölümüne girmiştim. Çünkü benim matematik ve fen derslerim de çok iyiydi.
- Çapa’da hocalarınız kimler oldu?
- Rahmetli İlhami Demirci ile Mâlik Aksel. O kadar heyecanlı konuşmalar yapıyorlardı ki.. Biz de sanki kısa zamanda büyük sanatçı diploması alacakmışız gibi bir duygu içersindeyiz. Ben kendime göre karalamalar yapıyorum. Mâlik beyden ziyade İlhami bey çok heyecanlı bir adam. Ona resimleri gösteriyorum. Ben kendime göre buluşlar yaptım, Leonardo’nun La Jakond’u ile kendime göre... İlhami bey baktı, baktı, fakat normal bir resim öğretmeni gibi benim resimlerimi eleştirdi. Kızıyorum, yahu bu adam niçin benim yapmak istediklerimi görmüyor. Niye bana sen bir dâhisin, sen büyük bir adamsın demiyor! Adam konuştukça sönmeye başladı benim balonlarım. Haaa, anladım ki hoca bu işi hiç görmek istemiyor ve görmüyor. Sonunda hocam dedim, ben şöyle bir şey yapmak istedim. Benim omuzuma vurdu, “Ayaz, ben senin heyecanlarını çok iyi anlıyorum, seni de beğeniyorum, ama daha çok gençsin, ilerde beni iyi anlayacaksın, çalış, inşallah olursun” dedi. Ve onun sözlerini sonradan hocalık yaptığım dönemde hep kendi öğrencilerime aktardım ve onun ne kadar haklı olduğunu zaman içinde daha iyi anladım.
- Daha ilkokul 4. sınıftan itibaren çok iyi motive edilmişsiniz, öğretmenlerinizce desteklenmişsiniz. Bu çok önemli. Genç cumhuriyetin yeni kurumlarının ve öğretmenlerin cumhuriyetin heyecanını yaşıyor olmasının sizlerin yetişmesinde büyük etkisi var,değil mi?
- Kesinlikle. Biz bunu arkadaşlarla hep konuşuruz. Gerçekten eğer Atatürk ve devrimleri olmasaydı, o genç cumhuriyet olmasaydı, genç cumhuriyetin hocaları, heyecanı olmasaydı biz Trabzon’un Çaykara kazası Kabataş köyünde çobanlık yapan bir adam olacaktık. Cumhuriyet kuşaklarının bizim üzerimizdeki etkisi büyük ve biz onların sayesinde buralara geldik. Şüphesiz bizim gayretimiz var ama gayretimizi ön plana çıkaran bu kuşaklardaki hocalarımız oldu. Ve bu olanakları bize Atatürk Cumhuriyeti tanıdı. Ben ilkokulu bir saat yaya yürüyerek okudum. Köyden Çaykara merkeze 45 dakikada giderdik, dönüş yokuş yukarı bir saat çekerdi.
- Çapa’dan sonra ne yaptınız?
- Geleceğime hocalar çok iyi bakıyordu. Ama fen hocalarım fen dalında, resim hocalarım resim dalında ilerlememi istiyordu. Düşünün o zamanlar Bedri Rahmi’ler devlet sergilerine giriyor ve yarışıyordu. Ben de orada 3. sınıfta iken devlet sergisine başvurdum ve iki resmim kabul edildi. l956’da bir lise öğrencisinin devlet resim sergisine kabul edilmesi büyük olaydı. Nitekim İlhami bey benim hocam olmadığı için bana çok kızmıştı. Bana göre de kıskanmıştı. Kendi öğrencileri niye girmedi de Mâlik Aksel’in öğrencisi girdi diye. Mezun oldum. Kendi köyüme gittim. Arkasından Ankara Yüksek Öğretmen Okulu kuruluyordu. Ve benim fen derslerim çok iyi olduğu için sınavsız kaydım yapıldı. Hocalarım oraya gitmemi istiyordu. Ailem de benim fen dalında öğrenim yapmamı istiyordu. Ki ben ilâve mühendis olayım. Fakat bu tereddüt içersinde ben kafaya evlenmeyi koydum. O yıl evlendim ve kendi köyümde öğretmenlik yaptım. Çapa’daki malzemeleri de getirmiş yağlıboya köy manzalaraları çalışıyordum. Ama içimde bir sızı vardı. Köyde radyo yoktu. Kasabaya Cumartesi, Pazar günleri inip de o radyo sesini duyduğum zaman aklıma okullar , Gazi Eğitim geliyordu, gözlerim yaşarıyordu. Evli olmama rağmen mutlaka okumam gerekiyordu. İkinci yıl girdim ve kazandım. Orayı bitirince Çorum İlköğretmen Okulu’na atandım. Çok çok iyi çalıştım. Üç yıldan sonra Gazi Eğitim’de açılan asistanlık sınavını kazandım. Yolumuz iyice belli olmuştu. Hocam Adnan (Turani) beyin büyük teşvikleri , her konuda yardımları oldu. Kendime hep onu örnek aldım. Aynen o ilkokuldaki öğretmenimin heyecanı gibi bir heyecan verdi bana. Gerçekten Adnan bey çok iyi bir hocaydı. Bunu yalnız ben söylemiyorum. Çünkü o resmi yapmaktan çok yapacak olana heyecan veren bir adamdı. Teknik bilgileri o heyecanı alan adam nasıl olsa öğrenir. Ama o heyecanı alamazsa onların hiç birini yapamaz.
- Yani heyecansız bir ressam olamaz mı?
- Olamaz. Türkiye’de bazı insanlar ressamlık rolü oynuyor. Ressamlık rolü başka, ressamlık başka şeylerdir. Yani bir insan ressamlık rolünü oynarsa gerçek anlamda ressam olamaz ve kalıcı olamaz. Bakın tarihe, kim ressamlığı oynamışsa bunlar yaşadığı sürece ressam olmuştur çünkü ressamlıklarını savunmak zorunda kalmışlardır. Oysa bir insanın ressamlığını onun sözcükleri savunmamalı, onun yaptıkları savunmalı. Biz gidiciyiz ama eserlerimiz bizi savunabiliyorsa o zaman ressamız. Ama yok biz kendimizi dilimizle savunmak zorunda kalıyorsak o zaman ressamlık rolü oynuyoruz demektir. Bugün Türkiye’de bu tür resim yapan çok kişi var. Efendim, siz niye çalışıyorsunuz, yani ihtiyacınız mı var, niye dinlenmiyorsunuz diyorlar. Ben çalışarak dinleniyorum. İki gün çalışmadığım zaman sanki iki gün aç kalmış gibi hissediyorum. Yaz tatiline gidiyorum, gene de oraya bir defter götürüyorum bir şeyler çizmek için. Onu yapmasam kuduracağım. 20 gün sonra boyayı özlüyorum. Midemde bir boya açlığı hissediyorum. Bazıları sergi açmaya karar vereceğim zaman çalışacağım diyor. Bir insan sergi açacağı zaman ya da bir yarışmaya katılacağı zaman resim yapıyorsa o kişi ressam değildir. Herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez. Her tuval boyayan da ressam değildir. Yani tuval boyamaya saygı duyuyorum ama ressamlık ayrı bir şey. Ressamlık gerçek anlamda bir yaşam biçimi, bir heyecandır.
- Sizin çalışmalarınızda her zaman sağlam bir desen yapısı var. Özellikle kadın duruşları ... Bunu nasıl elde ediyorsunuz?
- Ben hocalık yaptığım dönemlerde sürekli öğrencilerle birlikte çalışıyordum. Öğrencilerden biri model olarak oturur, diğerleri onu çalışır, ben de onlarla oturur desen çizerdim. Özellikle kızları model oturturdum,hanımların formları resme daha uygun. Ben onların o duruşlarını kalıcı kılmak için sürekli çizerdim. Böyle çize çize boyada olduğu gibi bir çizememe açlığı başladı.
- Nasıl yani?
- Daha çok çizme, daha çok çizme, ben hep çevremdeki insanları, öğrencilerimi , arkadaşlarımı, sevdiğim insanları, bir kadının oturuşundaki estetizmi hep çizdim. Estetizmi diyorum çünkü ben o estetizmi sanatta estetik hale dönüştürme amacındayım. Ve şimdi de sürekli modelden çalışıyorum. Doğayı araştıramazsam, doğayı etüt yapmazsam o zaman insanın hayali bir yerde tıkanıp kalıyor. O bakımdan onu açmak , sürekli insanın heyecanlanması lazım. Ben defterime de yazdım, kadın duruşundaki estetiği araştıran ressam diye. Geçen sene Doku Sanat Galerisi’nde bir hanım, son derece güzel bir oturuşu var. Hemen dedim böyle bir resim yapacağım. Ve bir hafta sonra öyle bir resim çıktı. Değişik oturuş benim değişik bir resim yapmama neden oluyor. Onun için de sürekli modelden çalışıyorum. Çünkü modellere istediğim gibi poz verdiriyorum. Sürekli doğadan araştırıyorum. Sürekli değişik modellerden çiziyorum. Ya da o modelleri hayalde tutup çiziyorum. . Bazan da doğada gördüğüm bir şeyi kafamda canlandırarak kafamda etüt ederek sonradan çiziyorum. Örneğin Kızılay’dan yürüyüş diye bir resim yaptım. Oradaki figürleri hep kafamda canlandırdım, insanları kafamda etüt ettim. Ve değişik bir resim çıktı. Sanat desen gücünde ve kurşun kalemin ucundadır.
- Siz bunu bir bağımlılık olarak mı,yoksa bir özgürlük olarak mı değerlendiriyorsunuz?
- Bence sanatçının en büyük özgürlüğüdür çizebilme özgürlüğü. Çizebilme özgürlüğüne kavuşmayan insan tutuktur, rahat değildir. Çizebilme özgürlüğüne sahip insan boyayı da rahat kullanır, düşüncelerini de rahat yansıtır tuvale, kağıda. O bakımdan hep çizmek gerek. Öğrenciler bazen sorar, hocam niye hep çiziyoruz, niye boya yapmıyoruz? Siz o özgürlüğü aldıktan sonra artık boyayla oynamak çok kolay oluyor. Ama çizebilme özgürlüğüne ulaşmak ta çok zor. Picasso dünyanın en iyi desinatörü, 92 yaşında ölürken hala desen çalışıyordu, hala daha güzeli araştırıyordu. Biz hiçbir zaman o mükemmele ulaşamadık, ulaşamayacağız da. Benim içimde hep böyle bir duygu bu. Bütün ressamlarda, bilim adamlarında, müzisyenlerde, edebiyatçılarda var bu. Yahu tam yakalıyorum, iki üç sene sonra diyorum ben iyi resimler yapmaya başlayacağım. Adnan bey de aynı şekilde, “Ayaz birkaç sene sonra bu iş olacak, yakaladım galiba” diyor. Ben onun duygusunu çok iyi anlıyorum. O duyguyu biz 20 yaşında da yaşadık, şimdi de yaşıyoruz, gelecekte de yaşayacağız. Böyle, sanki bir kuş, elini uzatsan yakalayacaksın, yakalamak üzereyken kaçıveriyor. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, gençken o kuş bize daha yakındı. Hemen yakalayacakmışım gibi bir duygu vardı. Gençken daha büyük ressamdım. Şimdi daha kendine güvenen ressam oldum. Gençken kendimi çok yükseklerde görüyordum. Kendimi Ayaz’ın dışında görüyordum. Şimdi kendimi kendimde görüyorum. Ne kadar ressamım, yapabildiğim kadar ressamım. O bakımdan daha gerçekçi oldum. Ama o içimdeki tutku, heyecan devam ediyor. 80’li yıllarda kendime göre bir buluş yaptım. Bir tünele girdim ve çıktım. Yani bir kilometre taşı koydum kendim için. Gene öyle bir şeyler sezer gibiyim. Sanatçı her 4 - 5 yılda bir, l0 yılda bir, bir şeyler yakalar. Bir hazine , bir maden yakalar. Ama bu maden kendine ait bir maden. Ve onu 3-5 sene çalışır. Ama sonsuz bir hazine olmaz. Yeni bir şey aramalı. Çok verimli olsa bile o maden onu bırakmalı. Bazıları benim için hep aynı şeyleri yapıyor falan diyor.
- Bu size karşı yaygın bir eleştiri. Nasıl karşılıyorsunuz?
- O şudur; ben çok çalışıyorum. Kısa zaman diliminde çok üretilen resimler tabii ki birbirine benzer. Bu doğal. Biz konuşurken bilimsel olarak yaşlanıyoruz. Ama şu konuşma anında birbirimizin yaşlılığını görmemiz mümkün değil. Aynı resimde de öyle. Kısa zaman diliminde yapılan resimleri farketmek, ayrıcalığını ortaya koymak mümkün değil. Ama bakın benim l968’den bu yana kilometre taşlarına. Korkunç bir fark var ama hepsinin temeli aynı. O resmin arka planındaki kıpırtılar... Ama boya olarak, ama soyut olarak, ama somut olarak, ama kadın figürü olarak, ama dans olarak, ama ağaç dalı olarak... İşte bir kadın oturuyor ve resimlerde ona hep bir çiçek takdim ediyorum. O da barışın, güzelliğin, hümanizmanın sembolü. Ben öyle görüyorum. Yoksa her kadına aşk ilan etmiyorum. Çünkü benim bütün resimlerimde bir çiçek var. Ben her kadına çiçek veriyorum. O sembolik. Hoşuma gidiyor. Çiçek vermek, bir barış, insanlığın, insancıllığın bir sembolü olarak görüyorum.
- Konunuzun sürekli kadın olmasını siz kendiniz nasıl açıklıyorsunuz?
- Kadın benim vazgeçemediğim bir konu. Kadının duruşunu seviyor, resmimde yer almasını istiyorum. Bu acayip bir duygu. Kadın vazgeçemeyeceğim bir konu. Bazen kendimi zorluyorum ama bana çok sıradan geliyor bir manzara resmi yapmak. Ben ağaçlarla konuşamıyorum ama yaptığım kadın resimleriyle konuşuyorum. O çok önemli. Birinci planda oturan bir kadın vardır, son derece estetik. Ama benim resimlerimde onlar doğada olduğu gibi oturmuyor. Daha doğrusu kendi sandalyelerindeki gibi oturmuyor. Benim arzularıma göre oturuyorlar. Onları evirip çeviriyorum. Optik görünmelerine rağmen hiçbir zaman benim resimlerim optik değildir. Figür olarak hiçbir zaman optik değildir. Ben onları kendi arzularıma göre yeniden inşa ediyorum. Yeniden kuruyorum. Yeniden biçimlendiriyorum. Ve dikkat ederseniz benim yaptığım kadınlar doğadaki kadınlar değil... Yoksa optik olarak kadını resmetmek hiçbir zaman amacım olmadı. Onun oturuşundan hareket ederek kendi resmimi yeniden kuruyorum. Rahmetli Eşref Üren bir gün benim resimlerime bakarak “Yahu bu eskiz çizmeyi bilmiyor , kuş kanadı gibi el yapmış” demiş. Benim kadınlarımın ayaklarına dikkat edin sivridir biraz. Oysa bir insanın ayağının uzunluğu aşağı yukarı baş büyüklüğünde olması lazım. Ben kadın ayağını büyük yaptığım zaman sanki onun güzelliğinden gidiyormuş gibi geliyor. Hoşuma gitmiyor, aşağıda kocaman bir ayak. O sivrilik olayı benim resmime daha uygun düşüyor. Örneğin gene kalçalar, boyunlar çok deforme edilmiştir, surat, her şey kendine göre deforme edilmiştir. Her şey benim amacıma göre kurulmuştur. Ve doğada olanı değil doğada olanın benim resmime göre inşa edilmesi gibi bir olaydır.
- Uzunca bir süredir kendinize de resminizde mutlaka yer veriyorsunuz.
- Kendimi ben l975’den bu yana resme sokuyorum. Bugünlerde biraz daha ön plana çıktı. Nedenini gerçekten bilemiyorum. Çünkü her şeyi bir şeye bağlayarak, bir düşünce sistemine bağlayarak inşa etmiyorum. Bazı şeyler kendiliğinden tuvale dökülüyor. Ben bir tek şeyi bilinçli olarak resme sokuyorum, o da kadın figürü. Sonra da bir Ayaz figürü geliyor. O son birkaç yıldır böyle olmuştur. Daha önce daha arka plandaydı. Kadın ve erkek arasındaki çelişki vurgulanıyor ama bunu sanatsal bir çelişki olarak düşünüyorum fiziksel değil.
- Dans eden kadınlar da hiç vazgeçemediğiniz bir konu.
- Dans gene kadının hafifliğiyle, kelebek gibi olması, bizi cezbetmesiyle ilgili... Gazi’de öğrenciyken sık sık baleye gidiyordum. Elimde küçücük kağıtlar. Karanlıkta baleyi izlerken bir şeyler çiziyordum, sonra okulda bakıyor, onları yeniden inşa etmeye çalışıyordum. Bu benim vazgeçemediğim bir tutku. Hâla devam ediyor. Uzun yıllar ben hep dans çalıştım. Buz dansı örneğin. Televizyonda olduğu zaman ben onları seyredemesem bile mutlaka videoya alırım. Defalarca izlerim, sonra resmederim ki kalıcı olsun.
- Türkiye’de resim sanatının ulaştığı noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Şurası bir gerçek ki, Türk resmi çok mesafe katetti. l985 - 90 yılları arasında Türkiye’de görevli Fransız Kültür Ataşesi bütün sergileri dolaşırdı. Onun “ Türk resminin dünya resminde bayağı önemli bir yeri var”sözlerini gayet iyi hatırlıyorum. Türkiye’de sadece benden resim almıştı, hem de toplam 25 tane... Ankara, Nisan 1997
* Söyleşi, Şefik Kahramankaptan'ın Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yayımlanmış “Resmigeçit” adlı kitabından alınmıştır.