“Eleştiri”den söz açıldığında, aklıma hep şu özdeyiş gelir:
Heykeli dikilmiş eleştirmen yoktur!
Aslında biz değerbilir bir halkız: Brezilyalı futbolcunun bile heykelini dikeriz. Ama buna bakmayın, “eleştiri” lâfından pek hazzetmeyiz.
Oysa eleştiri, uygarlık düzeyini gösteren ölçütlerdendir. Tarihin geri toplumlarında eleştiri yoktur: İlkçağda bir köle, ya da ortaçağda bir serf, efendisini eleştirebilmiş midir? Türkiye’de ağasını eleştiren bir maraba çıkmış mıdır? Ya da bir yurttaşımız, “devlet büyüğü”nü açıkça eleştirebilmiş midir?
Demek ki eleştiri, ancak aydınlanmış toplumlarda işlerlik kazanabilmiştir. İleri insanlık anlayışında ise eleştiri ve özeleştiri, nesnel bir değerlendirme/yargılama görevi olarak gerçek kimliğine kavuşmuştur.
Avrupa’da 19. yüzyılda kimlik kazanan eleştiri anlayışına göre, “Güzel çiçekler yetiştirmek isteyen bir bahçıvan, önce bahçedeki ayrık otlarını ayıklamalıdır.”
Bu eleştiri kavrayışı, ilk bakışta doğru gözükebilir. Oysa Türkiye gibi, aydınlanma hareketinin henüz başlarındayken toplumsal/kültürel gelişimin önü kesilen aydınlanmamış bir ülke için, bu yöntem geçerli değildir. Çünkü yurdumuzda ayrık otları zaten bütün bahçeyi sarmış, bunların ayıklanması ise yasaklanmıştır. Günümüz insanı, eğer yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, şiddetin, kaygının, korkunun ve akıl dışı dogmaların kurbanı durumuna düşürülmüş “çaresiz insan” ise burada “güzel çiçekler”den söz açmak, gerçekleri saptırma sahtekârlığı olur. Çare arayışları içinde olan ve acılar içinde kıvranan insanların düştüğü denizde sarılacağı müzik türü, ancak ilkel toplumlarda görülebilecek düzeyde, gelenek dışı bir sözlü müziktir. Türkiye’de olan da budur. Bu ipsiz sapsız müzik, gerek ezgi yoksulluğu gerekse ritmik hareket kısırlığı ve seslendirme/çalgılama açısından ilkel olduğu kadar, güfteleriyle de insanların duygularını sömürme amacına yönelmiş sahte bir müziktir.
Türkiye’de müzik eleştirmeni, söz konusu gerçeklik karşısında “aydın” kimliğiyle yıllardan beri bir yol ayrımında bulunuyor: Birinci yol, gerçekliği görmezlikten gelerek sahte bir gülümsemeyle “Güzel çiçekler”i anlatarak uyutmaya giden yoldur. İkincisi ise çarpık düzenin getirdiği “Arabesk” denen bu yürekler acısı yaygın müzik türünün zararlarını gözler önüne sererek bahçeyi ayrık otlarından temizlemeye götüren yoldur.
Aydınlanmamış halk katmanlarına seslenirken müziğimize yeniden can katacak etkin kitlesel yöntemler kullanılırsa dağlar aşılabilir. Türkiye’nin balçığa saplanmış olan “müzik sorunu”, sadece orkestra konserlerinin ve opera temsillerinin övülmesiyle çözülemez. Çıkar yol, müziğimize yeni soluklar kazandırmak üzere halkla bütünleşmeyi amaçlayan yeni uygulamalara yönelmektir.
“Sanattan Yansımalar” okurlarından bir dileğim var: En başta beni eleştirerek çıkar yol bulmak üzere ürettiği fikirleri açıklamak…