Mithat Fenmen’le ilgili “giriş” yazımda, Fazıl’a verdiği ilk piyano dersini özetlemiştim. Bugün konuya başka yönleriyle değineceğim, çünkü biz Fenmen Hoca’nın stüdyosuna piyano dersi için sekiz yıl her gün gittik; Fazıl ilkokulu bitirip konservatuvara girdiğinde, gelişkin piyano eserlerini çalabilecek bir düzeydeydi, Fazıl’ın müzikal gelişiminde bu stüdyonun önemli bir yeri var.
Önce bir noktayı belirtmem gerekiyor: Uzun yıllar süren emekleri için hocamız, maddi karşılık kabul etmedi. İlk derslerde bu konuyu açtığımda, “Biliyorum, ne demek istediğinizi..” diyerek sözü kapatırdı. Sanırım beşinci dersin sonundaydı, ben yine bu konuyu açmaya kalkışınca Mithat Hoca yumuşak bir sesle, ama sözcüklerin üstüne basa basa konuşarak kesin bir açıklama yaptı:
“Böyle yetenekli çocuklardan aldığım haz, bana yeter…”
Ne yapabilirdim? Yılbaşlarında, bayramda seyranda, anlam taşıyacak küçük armağanlar götürmekten başka?
*
Beşinci kattaki dairenin kapısından girince dar bir antreden geçerek salona ulaşıyorduk. Bu oldukça geniş salon, Mithat Fenmen’in gündelik yaşamının epeyce bir bölümünün geçtiği yerdi. Konser hazırlıklarını burada yapıyor, derslerini burada veriyordu. Eşyası az bir yerdi, ama bu salonun üç tarafı, tavana kadar yükselen ciltli kitaplarla dolu kütüphane raflarından oluşuyordu. Rafların alt kısımlarında yer alan kocaman kitaplar ise sanıyorum ciltlenmiş notalardı. Ortada ise “tam kuyruk” denen kocaman bir kuyruklu piyano vardı. Bu görünümüyle salon, anlamlı ve etkileyiciydi.
Mithat Hoca, haklı olarak az konuşan bir insandı. Müzik yapmanın dışında, konuşacak ne var? Ya çalınır, ya şarkı söylenir, ya da ikisi birden yapılırdı, işte bu kadar!
Yıllar boyunca hemen her gün Fazıl’ı götürüp oturduğum koltuktan dersi izlediğim bu salonda ben, Hoca’nın sinirlendiğine, sesini yükselttiğine hiç tanık olmadım. Yumuşak davranışlı bir insandı. Zaten onun yaşamında sertleşecek bir durum başa gelemezdi. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda “Bale Bölümü”nün kurucularından olan İngiliz dans sanatçısı eşi Beatrice Fenmen’e o, “Darling” diye seslenir, ya da bir melodi parçasını ıslıkla çalar, eşini bu yoldan çağırırdı. Eşi de hemen gözükürdü.
Salonun uzakça bir köşesinde duran telefon, hemen hiç çalmazdı. Kırk yılın başında çalacak olursa kendisi gibi yaşlıca bir arkadaşı arar, Sakarya Caddesi’ndeki “kaliteli yiyecekler”in fiyatları hakkında bilgi verirdi. Onun dışında sadece piyanonun sesi gelirdi bu salondan.
*
Mithat Fenmen’in evine ertesi gün saat tam beşte, “Beyer” adlı, yaklaşık 100 parçadan oluşan piyano öğretim metodunu götürdük. O gün, piyano tuşlarına parmakların ne biçimde basılacağını da gösterdi hocamız:
“Küçük bir topu avucunda tutar gibi.. Bak böyle…” dedi.
Sonra Beyer’deki ilk parçayı göstererek “Bunu hazırlayıp yarın gelin..” dedi hocamız.
“Beyer” metodunu tanıyordum: Ben de çocukluğumda piyanoya bu metodla başlamıştım. Nota bilgisi konusunda sorunum olmadığından, Fazıl’a bu parçayı beş-on kez çaldırarak ezberlettim ve derse öyle gittik…
Zaten çalgı öğretiminde ezber üç yönlüdür: Göz ezberi, kulak ezberi, parmak ezberi…
Dört yaşındaki Fazıl’a kulak ezberi ve parmak ezberi yetiyordu. Oysa Mithat Hoca, nota sayfasının da önünde açık durmasını istiyordu. Beş altı ay içinde Fazıl, ayrı bir “nota öğretimi”ne gerek kalmadan, notaları kendiliğinden öğrendi: Parmak ve kulak ezberi, ona kâğıt üzerindeki işaretlerin anlamını öğretmeyi kolaylaştırmıştı.
Böyle olunca benim işim de çok kolaylaştı: Notaları okuyabilen çocuk, “göz ezberi”ni de işe katınca bana kalan, yalnızca çalışma disiplinini sektirmeden uygulatmaktı.
(Devamı gelecek yazıda)