Coğrafi keşiflerle başlayan dünyanın kayda geçirilme süreci, modern çağın öncülü olarak tasavvur edilebilir; zira moderni tanımlayan en temel özelliklerin başında öngörme arzusu gelir. Öngörmek için doğanın görüngülerini sayılabilir ve hesaplanabilir kılmak gerekir. Hesaplanabilir doğa anlayışıysa kaçınılmaz olarak kayıt tutma işlemlerinin gelişmesini gerektirmiştir. Temel düsturu ticaret olan Protestanlığın doğuşuyla muhasebe tekniklerinin geliştirilmesi aynı zaman dilimine rastlar1. Artık hesaba (ratio) dayalı bir akıl yürütme rejimi egemendir. On beşinci yüzyıldan başlayarak kapsamlı kayda geçirme, sayma ve hesaplama teknikleri önce Avrupa’da, sonra dünyanın geri kalanına doğru yayılarak gelişmiştir. Batı Avrupa’da doğan ticaret-merkezli ekonomik düzen, birkaç yüzyıl boyunca sürecek olan büyük bir değişmeyi tetiklemiştir. Dogmaların mıhladığı dünya tasavvuru, yerini yanlışlanabilir bilgi rejimine terk ederken, akla gelebilecek her olgu, kavram, ilişki, zaman, mekân, ölçü bilimsel tekniklerle hesaplanabilir ve kaydı tutulabilir kılınmaktaydı. Kartografya tekniklerinin gelişmesi, yerkürenin bir gizemli bilinmezlik ummanı olmaktan çıkıp rasyonel koordinat sistemine dönüşmesine yol açmıştır. Keşfetme tutkusu, çok kısa sürede, salt merak duygusundan gözü dönmüş bir sömürme iştiyakına yozlaşmakta gecikmemiştir. Büyük keşifler çağı, bir yandan dünyayı bir bilgi hazinesi gibi kavramsallaştırıp özgürleştirmeyi, diğer yandan doğayı insanın hizmetine sunulmuş, sonsuzca ve ahlâksızca tüketilebilecek bir kaynak olarak görmeyi meşrulaştırıyordu.
Dinsel fanatizmle birleşen madde hırsı, conquistador’lara İnkalar’ı katledip altınlarını gasp etme hakkını tanıyordu. Avrupa aristokrasisinin bir nevi nadir baharat gibi kullanılan şekerle tanışmasının bedeli, plantasyonlarda, kamışları kaynatan kölelerin bedenlerinin yüksek sıcaklık yayan kazanların karşısında kavrulmaları olacaktı2. Bütün Güney Amerika’nın kaynaklarını ölçüsüzce emen düzenek3, insanlığın beşiği Afrika’yı kanla, acıyla saran hükmetme aygıtı, Asya’nın zenginliklerine el konmasını kolaylaştıran sistem, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde yeryüzünü devasa bir sömürü mekanizmasına dönüştürmüştür. Dünyayı hesaplanabilir kılmak ve kayda geçirmek, daha iyi sömürmenin bilimsel yollarını icat etmekten başka bir işe pek yaramamıştır. Bilme arzusu doğada nadiren saf hâlde bulunur; çoğu zaman sömürme güdüsüyle alaşım hâlindedir.
Dünyanın hesaplanabilir bir düzlem olarak tasavvuru, maddi kültür ve teknoloji alanında sayısız yenilikleri mümkün kılmıştır. Ancak aynı zamanda maddi-olmayan kültür alanında bir dizi yeni bilim dalı doğmuştur. Coğrafya, arkeoloji, dilbilim, antropoloji, etnoloji gibi disiplinler, eski ve ilkel kültürleri keşfederek bir insanlık envanteri çıkarma tekelini ellerine alıyor, böylece kuramlaştırma ve kanonlaştırma ayrıcalığını, kıskanç ve haris bir şekilde ellerinde tutuyorlardı. Diğer yandan Avrupa-dışı (şimdiki zamanda ya da geçmişte) toplumların incelenmesi, yükselen sanayi kapitalizminin temsilcilerine keskin bir ilkel-uygar karşıtlığı yapma olanağı veriyordu. Hatta bu yeni bilimlerin var oluş amaçları neredeyse münhasıran bu ikiliği her fırsatta göstermek olacaktı. Bunun iki yönlü bir ideolojik sonucu olacaktı: İlkelin ne kadar ilkel olduğu teyit edilerek, Avrupa’nın nasıl uygarlığın doruğu olduğu gösterilmiş olacaktı. Diğer yandan ilkele ilkel olduğu hatırlatılarak, uygarla aralarında nasıl aşılmaz bir dağ bulunduğu vurgulanacaktı. Ayrıca bir toplumu kültürel anlamda derinlemesine tanımak, onu daha iyi sömürmek için yöntemler icat edilmesini mümkün kılacaktı. Emperyalizm yalnızca silahla değil, aynı zamanda, hatta ağırlıklı olarak ideolojik olarak tesis edilir. Üstelik bu doktrinleme tek yönlü çalışmaz; emperyalizmin yakıtını ona sağlayacak yerel işbirlikçiler daima bulunur.
Kültürün incelenmesi elbette müziği de içerir; o nedenle etnomüzikoloji bilimi, hatırı sayılır çabalar sarf ederek ilkelin müziğini kayda geçirmiştir. Ancak etnomüzikoloji, müzikolojiden farklı bir disiplin gibi tasarlanmış ve öyle kalması için özen gösterilmiştir. Böylece müzikoloji Avrupa’nın kendi müziğini, etnomüzikoloji ise sömürge diyarlarının müziğini inceleyen bilimler olarak kurumsallaşmışlardır. Diğer bir deyişle, bir kez daha ilkelin egzotizmi keşfedilerek uygarın üstünlüğü gösterilmiştir; nitekim etnomüzikolojinin başlangıçtaki adı karşılaştırmalı müzikolojidir. Karşılaştırma bilimsel olmaktan ziyade ideolojikti. Eğer aradaki fark fizikî antropoloji ile sosyal antropoloji arasında olduğu gibi, araştırma nesnesinin doğasına ilişkin olsaydı bu ayrışma mâzur görülebilirdi; ancak mesele bir alan parselleme operasyonudur. Bugün hâlâ bu yapay ayrım müzikoloji dünyasında yaygın bir meşruiyet bulmakta, etnomüzikoloji, 1960’lardan sonra kendini çokkültürlülük, küreselleşme, demokratikleşme maskeleriyle tanıtmayı iyi becerdiği için hâlâ ayrı bir bilim dalıymış gibi muamele görmektedir.
Etnomüzikolojinin tarih sahnesine çıkmasının nedeni değilse de gelişmesinin ivme kazanmasının en önemli tarihsel dönemeci kuşkusuz ses kayıt teknolojisinin icadı olmuştur. Grafofon ya da fonograf (ve daha başka isimlerle anılan benzer aletler) icat edildikten itibaren, karşılaştırmalı müzikoloji çalışmaları büyük bir hız kazanmış, dünyanın dört bir yanında yerel müziklerin kayda geçirilmesi hedeflenmiştir. Halkbilim araştırmalarıyla koşut ilerleyen yerel müziklerin kayda geçirilme süreci, görünüşte bir kültür zenginliğinin yitip gitmesini engellemeye yönelik yüce gönüllü bir çabadır. Ancak bu kayıtların hangi siyasi-toplumsal koşullarda yapıldığı, daha sonra bunların hangi bilimsel savların geliştirilmesi için kullanıldığını gördüğümüz zaman, türlü olanaksızlar ve zorluklarla mücadele ederek saf müzik peşinde koşan müzikologların, dilbilimcilerin, halkbilimcilerin bu girişimlerinin çoğunlukla neye hizmet ettiği de açığa çıkar. Türkiye’de özellikle Cumhuriyet döneminden önce Avrupalı araştırmacılar tarafından yapılan fonograf kayıtlarının doğrudan ya da dolaylı olarak nasıl ideolojik bir bağlamı inşa ettiğini, dönemin siyasi koşullarıyla uyumlu bir söylemi nasıl sabırla örmeye yardımcı olduğunu, bu konudaki öncü bir yayında görebiliyoruz. Müzikbilimciler Elif Damla Yavuz, Nihan Tahtaişleyen ve Erdener Önder tarafından derlenen Fonograf Alanda, Erken Dönem Karşılaştırmalı Müzikoloji Çalışmaları ve Türkiye başlıklı kitap, bir imparatorluk çökerken, onu parçalama işinde yalnızca orduların seferber edilmediğini, kültür araştırmasının da belirleyici bir rol oynadığını ortaya koyuyor.
Berceste Yayınları tarafından özenli bir edisyon ürünü olarak tasarlanan Fonograf Alanda, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan kimi bölgelerde Avrupalı müzikbilimciler tarafından yapılan ses kayıtları ve onların hikâyelerini derliyor. Kitap, özgün değerlendirme makaleleri ve Almanca yazan müzikbilimcilerin konuyla ilgili metinlerinin çevirilerini içeriyor. Konuya âşina olmayan okur için genel tarih ve disiplin bağlamını ana hatlarıyla ortaya koyan Sunuş bölümünün ardından, Susanne Ziegler “Etnomüzikoloji Tarihinde Tarihsel Kaynaklar” başlıklı makalede tarihsel kayıtların bir envanterini çıkararak okuyucuya peşinen yol haritası sunuyor. Ardından Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde dilbilimci olan Hubert Pernot’nun fonografla yaptığı kayıtlara değinilen “Hubert Pernot’nun Türk Diyârı: Sakız Adası Fonograf Kayıtları” başlıklı makale geliyor. Nihan Tahtaişleyen ve Eda Alpman, müzikoloji disiplininin yöntemsel araçlarına hâkim bir yaklaşımla, Pernot’nun 1898-1899 yıllarında Sakız adasında yaptığı kayıtları tanıtıyorlar. Ancak bu tanıtım, birçok müzikoloji metninde görmeye alışkın olduğumuz kuru, betimsel bir anlatım değil; konunun teknik ayrıntılarına inerken dönemin tarihsel koşulları ve ideolojik bağlamını başarılı bir şekilde sergiliyorlar. Pernot’nun, kayıt yapmak için Sakız adasını seçmesinin pratik nedenler ya da müzik dağarı zenginliğinden ziyade, Avrupa devletlerinin (“düvel-i muazzama”) bölgeyle ilgili politikaları ve Osmanlı toprakları hakkındaki projeleriyle yakından ilgili olduğunu bu makalede anlıyoruz. Sakız, hem Bronz Çağı’na kadar kesintisiz bir tarihsel süreklilik arz etmesi hem Yunan milli kimliğinin inşa edildiği başlıca yerlerden biri olması hasebiyle özel ve politik bir önem arz etmekteydi. Pernot, bu kayıtları saf bilim aşkına yapmamıştır. Taşıması zahmetli fonografla zorlu yolculukları göze alarak Sakız’daki müzik dağarını kayda geçirirken, güncel Yunanca konuşan toplulukların Eski Yunan uygarlığına bağlantılarını kanıtlamaya yönelik güçlü bir ideolojik itkiyle hareket ediyordu. Ayrıca, Yunan bağımsızlık mücadelesine giden yolun ilk isyan denemelerinin yapıldığı yerlerin başında gelen Sakız, bu anlamda simgesel bir konum işgal etmekteydi. Bir emperyalist proje olarak biçimlendirilen Yunanistan devleti, aynı zamanda kültürel-ideolojik olarak Avrupa aydınları tarafından inşa edilmekteydi. Lord Byron’dan Victor Hugo’ya kadar sayısız Avrupalı aydın, eylemlerinde ve eserlerinde Yunanistan milli kimliğinin oluşmasına destek olacak savları üretiyor, bu kimliği doğrudan Antik Çağ’a bağlıyordu. Üstelik bu kimliğin Avrupa tasavvurunun tarihsel ve düşünsel altyapısı olduğunu iddia ediyorlardı. Mezopotamya, Hint, Çin ve Mısır gibi büyük uygarlıkları bu tarihsel bağdan dışlayarak, içerinin ve dışarının tanımlarını yapıyorlardı. Bu aynı zamanda ilkel ve uygar zıtlığının vurgulanması demekti. Avrupa soykütüğünden dışlanan Eski Çağ uygarlıklarının incelenmesi ise yine Avrupalı bilim insanlarının hüküm sürdüğü bir alan hâline gelecekti. “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz!” sözünü hatırlıyoruz ister istemez.
Bir sonraki makale Elif Damla Yavuz’un kaleminden, on dokuzuncu yüzyıl sonu şarkiyatçılarından Felix von Luschan’ın çalışmalarının tanıtıldığı “Felix von Luschan ve 1902 Zincirli Kayıtları” başlığını taşıyor. Yavuz’un makalesinden, von Luschan’ın Türkiye’de birçok kez gezilere katılmış, özellikle Tahtacılar, Yörükler, Bektaşîler ve Alevîler’in kültürleriyle ilgilenmiş olduğunu öğreniyoruz. Kayıt yapmak için tercih ettiği yer birçok açıdan özgün ve çoğul kültür unsurları barındıran Zincirli’dir (bugün Gaziantep’e, o dönemde Adana’ya bağlı olan Sam’al yerleşim yeri). Suriye sınıra yakın bir bölge olan Zincirli, 1883’te Osman Hamdi Bey tarafından keşfedilmiş, ilk olarak 1888-1902 arasında, aralarında von Luschan’ın da bulunduğu bir ekip tarafından kazılmıştır. Geç Hitit beylikleri arasında önemli bir yer işgal eden Zincirli, arkeolojik öneminin yanı sıra, çevredeki etnolojik çeşitlilik açısından da Avrupalı bilim insanlarının ilgisini çekecek bir yerdi. Nitekim von Luschan da 1902 yılı içinde bölgede müzik örnekleri kaydetmiştir. Zincirli kayıtları, Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Arapça, Alevîlik gibi kültür bileşenlerinin kesişim noktalarından birisini oluşturmaktadır. Elif Damla Yavuz, bu makalede, von Luschan’ın topladığı verilerden hareketle bugün hâlâ ısrarla kırmızı çizgilerle ayrıldığına inanılan halk müziği, sanat müziği gibi kavramların aslında ne denli yapay ve bulanık ayrımlar olduğunu ortaya koyuyor. Bir sonraki makale Divin Gençoğlan ve İdil Özcan imzasını taşıyor; karşılaştırmalı müzikolojinin en önemli kaynakları olan Viyana ve Berlin fonograf arşivlerinin tanıtımını yapıyor. Nihan Tahtaişleyen’in makalesi “İlk Fonograf Kayıtlarının Membaı: Berlin Fonogram Arşivi” başlığını taşıyor. Bu bölümde, Türkiye’de tarihsel ses malzemesinin en zengin kaynağı olan Berlin arşivi tanıtılıyor. Bu arşivin bir referans merkezi niteliği taşıdığını, Türkiye’de araştırma yapmış müzikologların birçoğunun bulgularının bir kopyasını Berlin arşivine vermiş olduklarını anlıyoruz. Bütün bu saptamaları okurken, Türkiye’de müzikoloji çalışmalarının önemli ölçüde yabancılara havale edildiğini, hele uluslararası nitelikte yayınlar alanında pek az Türk müzikoloğun varlık gösterdiğinin farkına varıyoruz.
Felix von Luschan’ın Türkiye bulgularını halkbilim kapsamında kuramsallaştırdığı makalesi Elif Damla Yavuz’un çevirisiyle kitapta yerini bulmuş (“Kuzey Suriye’den Birkaç Türk Halk Şarkısı ve Fonograf Kayıtlarının Halkbilimi Açısından Anlamı”). Ardından, yine Elif Damla Yavuz’un çevirisiyle Otto Abraham ve Erich Moritz von Hornbostel’in “Fonografla Kaydedilmiş Türk Ezgileri” başlıklı makalesi geliyor. Ezgilerin tasnifi ve notaya alınmış hâlleri bu metinde tanıtılıyor. Bu malzemenin bilimsel sonuçlarına dair kuramsal tartışmayı ise bir sonraki makalede yine aynı yazarların “Fonografın Karşılaştırmalı Müzikolojideki Anlamına Dair” başlığı altında buluyoruz. Nihayet son makale, yine Felix von Luschan’ın bir çözümlemesini içeriyor: “Afrika ve Okyanusya’daki Etnografik Gözlem ve Derlemeler için Kılavuz: ‘Müzik’”. Bu makale, Avrupa-dışı bölgelerde araştırma yapacak müzikologlar için bir çeşit rehber, özet bir yöntem rehberi olarak düşünülebilir.
Avrupalı bilim insanlarının özellikle kültür incelemeleri, kuşkusuz birçok bilinmeyen ve modernleşme süreci içinde kaybolmaya mahkûm yerel özelliği kayda geçirmiş olması açısından değerli çabalar olarak tarihsel önemlerini korumaktadırlar. Bununla birlikte, bu çalışmaların, bunların yapıldığı bölgelerin, alan tercihlerinin sanıldığı kadar bilimsel sâiklerle yapılmamış olduğunu daima hatırda tutmamız gerekiyor. Diplomat, arkeolog, gezgin, vb. özelliklerini kamuflaj olarak kullanıp istihbarat etkinliklerine hizmet etmiş nice Avrupalı figürün yakın tarihimizin sahnesindeki rollerini unutmayalım. Özellikle arkeoloji, etnoloji, antropoloji ve müzikoloji alanlarında yapılan çalışmaların, dönemin emperyalist stratejilerinin mütemmim cüz’ü işlevi görmüş olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye’nin müzik kültürünün keşfi ve kayıt altına alınması, hatta kuramlaştırılması, kaçınılmaz olarak bir Avrupa-merkezli etkinlik olmayı sürdürecektir; zira bu bilimsel tekeller, aynı zamanda bir hegemonya düzeni tesis ederler. Böyle bir asimetrik düzenin organik aydınları olmamak için daha fazla çalışma, üretme ve sistemleştirme gerekiyor. Elif Damla Yavuz, Nihan Tahtaişleyen ve Erdener Önder’in derlediği Fonograf Alanda kitabı, Türkiye’nin müzikoloji dünyasında bu bilinci uyarma görevini yerine getiren benzersiz bir yapıt; yazar ve çevirmenleri bu nedenle özel bir takdiri hak ediyorlar.
Ülkenin maddi kaynaklarını işletmeyi ya da gereksinim duyulanları dışarıdan temin etmeyi (out-sourcing) makbul bir politika olarak benimseyenlerin COVID-19 sürecinde nasıl yolda kaldıklarına tanık olduk. Kültür kaynaklarının keşfini yabancılara havale edip uluslararası geçerliliği olmayan yerel hamasetle yetinenler, boş tartışmalarla vakit kaybederken evleri hırsızlarca soyulanlara benziyorlar; muhafaza etme üzerine nutuk verirken, muhafaza edecek bir varlıklarının kalmadığını göremiyorlar. Elif Damla Yavuz ve arkadaşları gibi çalışkan genç müzikologların varlığıysa bizi bu konuda aksi yönde umutlandırıyor.
Bugünlerde karamsar sosyolojisiyle daha sık hatırlar olduğumuz Vilfredo Pareto, “asla iktidar boşluğu olmaz” diyordu; “iktidar verilmez ya da emanet edilmez; yalnızca müsadere edilir!”
ALİ ERGUR
1 Ocak 2021, Denizli
1 Dieter Forte (1983). Martin Luther ve Thomas Münzer ya da Muhasebenin Başlangıcı, Kaynak Yayınları, İstanbul.
2 Sidney W. Mintz (1997). Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
3 Eduardo Galeano (1988). Güney Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yayıncılık, İstanbul.