İlk sahnelenişinden 180 yıl sonra Ankara’da Türkiye prömiyeri yapılan Vincenzo Bellini’nin I Puritani operası, bel canto operalarına olan özlemimizi gidermek açısından bir fırsat yarattı. 1994/1995 sezonunda konser versiyonuyla izleyicilere sunulan ve aslında bel canto’ya itibarın en düşük olduğu zamanlarda bile yurt dışında sahnelerden inmeyen bu eseri sahneye taşımakta gerçekten de geç kalınmış. Ankara Opera ve Balesi operanın yapımını deneyimli rejisör Gürçil Çeliktaş’a emanet etmiş. Bilindiği gibi, olay İngiliz iç savaşı döneminde, 17. yüzyılda geçiyor. Gürçil Çeliktaş klasik bir sahnelemeyi tercih etmiş; geri planda şato görüntüsü, ormanı, hayvan ve bitki bezemeli klasik çeşmeleriyle, uzun süredir izlemediğimiz kadar “klasik” bir yapım. İyi de yapmış. Libretto yazarı Kont Carlo Pepoli’nin metninin incelikli olduğunu söylemek zor. Bu bakımdan şimdilerde çokça gördüğümüz üzere, konuyu bugüne taşımak ya da “çağdaşlaştırmak” biraz da anlamsız gibi. Rüküş ya da “kitsch” olmadığı sürece, bütünüyle klasik bir yapım en azından gözlere hitap ediyor. Yapımda yer yer Metropolitan Operası’nın 2007 yılı prodüksiyonunu anımsatan pasajlar var. Ama doyurucu bir reji olmuş. Nihat Kahraman’ın dekorları ve Tahsin Çetin’in ışık tasarımı çok iyi. Gazal Erten’in kostümlerine gelince: dönemine uygun ve uzun zamandır neredeyse ilk kez kumaşları titizlikle, özenle seçilmiş kostümler kullanılmış. Özel olarak belirtmeye değer.
Metnin vasat olması nedeniyle, eserin başarısı çoğunlukla müziğe ve 4 başrol sanatçısının bestecinin operanın orasına burasına serpiştirdiği güçlüklerle başa çıkabilme yeteneğine de bağlı. Eser soprano ve tenor partilerinin zorluğuyla bilinir. Bellini döneminde gerçekleşen ilk gösterimde sahneye çıkan dörtlünün başarısı tarihe geçmiştir. 30 Mart akşamı izlediğimiz temsilde olayın 4 kahramanı dengeli, uyumlu bir ekip olarak karşımızdaydılar. Bas Tuncay Kurtoğlu gururlu, aynı zamanda duygulu amca Sir Giorgio Valton’u (Elvira’nın amcası) yerinde vurgularıyla güzel seslendirdi; pes notalara inmedeki rahatlığıyla; acısını sesine yansıtmasıyla (özellikle “Cinta di fiori” romansında); dolgun ve kuru olmayan ses tonuyla (1. Perde, Elvira ile düet) dikkat çekti. Yeğeni Elvira rolünde Görkem Ezgi Yıldırım bu son derece virtüoz partide başarılı bir performans sergiledi. Görkem Ezgi Yıldırım sağlam bir entonasyona sahip; Arturo’nun kendisini terk ettiğini öğrendiğinde (“Ah, vieni al tempio”); hemen arkasından gelen stretta’da (“Ma tu già mi fuggi”) ve alışageldiğimiz aryaların süresini fazlasıyla aşan, ünlü çıldırma sahnesinde (“Qui la voce”) sesin iniş ve çıkışlarındaki rahatlığı; tizlerinin berraklığı; inandırıcı oyunuyla başarılıydı. Trillerine belki biraz daha dikkat edebilir, yorumuna duygusallık bakımından biraz daha ince ayrım katabilirdi. Elvira’ya âşık Sir Riccardo rolünde bariton Umut Kosman, gerek ses tonu, gerekse nüanslarıyla başarılıydı. Fiziken de gergin bir âşığı iyi yansıtıyordu. İki bölümden oluşan giriş aryasında (“Ah! Per sempre io ti perdei”) ses, arya ilerledikçe daha ısındı ve Kosman vurgularıyla, yorumuna getirdiği renklerle; cabaletta’daki yorumuyla; güçlü sesine olan hâkimiyetiyle, iyi telaffuzuyla dikkat çekti. Tuncay Kurtoğlu (Sir Giorgio) ile ünlü 2. Perde düetinde (“Suoni la tromba”) ikili iyi bir uyum sağladılar.
Elvira’nın sevdiği ve evlenme hazırlığında olduğu Stuart Hanedanı taraftarı Lord Arturo, tenor Arda Doğan tarafından seslendirildi. Tiz notaların uçuştuğu operada (Bir tiz do diyez, iki tiz re ve bir tiz fa) Arturo rolü Arda Doğan’ın ses rengine yakışmıştı; Doğan’ın vokal rahatlığı var; lakin ses hacminin yeterli olmadığını, tizlerde sıkıntı yaşadığını düşündük. İngiltere Kraliçesi Enrichetta’yı canladıran Mine Kurtoğlu kısa rolünde sağlam müzikal duruşuyla, rahat oyunuyla dikkati çekti. Lyubomira Aleksandrova’nın çalıştırdığı operada önemli bir yeri olan koro, özellikle 1. Perdede, zaman zaman solistleri bastırdıysa da, sonra gelen sahnelerde bir yumuşama hissedildi, başarılıydı. Şef Alessandro Cedrone yönetimindeki orkestranın giriş performansı başlangıçta bizi biraz endişelendirdi. Lakin orkestra sonradan toparlandı. Cedrone bu kez alışageldiğimiz hızlı tempolarından vazgeçmişti; solistleri güzel izledi ve orkestrayı iyi biçimde kontrolü altında tuttu. Bellini’nin bu son operasındaki muhteşem müziksel renk yelpazesini, orkestranın da gayretiyle, biraz daha yansıtabilirdi. Bu temsilde bakırların, özellikle kornonun temiz yorumlarından söz etmeden geçmemeli.
Ülkemizdeki opera evlerinin gelenekselleşmiş bir alışkanlığı (ya da ilke mi demeli?) var; o da her rol için en az 3 kast öngörmek. Bunun arkasında yatan çok sayıda neden olabilir. Bize bunu sorgulamak düşmez. Lakin bu alışkanlığın izleyiciye yansıyan birkaç sakıncası var. Birincisi, bir temsile giderken dinlemeyi arzu ettiğiniz sanatçıyı dinleme fırsatı bulamıyorsunuz. Örneğin, Don Carlo operasına gitmeye karar verdiniz ve de Rodrigo’da “Bay A”yı dinlemek isterseniz, bir sonraki sezonu beklemeniz gerekebilir; çünkü ona sıra gelmeyebilir. İkinci sakınca, bir sanatçının, sezon için hazırlanmış olmasına karşın, sadece bir kez sahneye çıkmasının söz konusu olması. Çünkü sırada başkaları vardır. Oysa herkes bilir ki, en deneyimli sanatçı için bile bir role “ısınmak” en azından ardı ardına gelecek birkaç temsili gerektirebilir. Yeni bir yapımda bir rolün tam olarak oturması ise altı ayda bir sahneye çıkmakla kolay kolay olmaz. Bu bakımdan gençlerin işi, deneyimli sanatçılara göre daha zor şüphesiz. Kaldı ki nedense yeni yapımlar tesadüf eseri, ya da yine bilemediğimiz nedenlerle, sezon bitimine doğru sahnelenmekte. Bu da demektir ki 6, en fazla 7 temsil sonra programdan kaldırılır ve bir sonraki sezonda, o da belki, yeniden sahnede yerini bulur. Oysa yukarıda da değindiğimiz gibi, bir yapımın da oturması ancak sıklıkla sahnelenmesiyle mümkün olur. Ne diyelim, bunlar sahnenin karşısında oturan bizlerin görüşleri. Sahnenin arkasında ya da üstünde neler olup bittiğini bilmemiz mümkün değil. Yine de bir zamanların sloganıyla, “Yaşasın Opera!” İyi ki bir operamız var Ankara’da.
(Bu yazı ilk olarak Andante'de yayımlanmıştır)