Atlantik ötesinden belgesel gibi operaların ortaya çıktığı haberleri geliyor. 1987 yılında Houston’da John Adams’ın Nixon Çin’de operası o kadar beğenilmişti ki, 25 farklı opera evi tarafından sahneye taşınmıştı. Ünlü rejisör Peter Sellars’ın sahneye koyduğu opera, minimalist besteci John Adams’ın çok sayıdaki eseri arasında en beğeni toplayanı olmuştur. Bazıları bu eserden sonra Adams’ı, Britten’dan sonra, en beğenilen çağdaş opera bestecisi olarak tanımlıyorlar. Yıllarca beste siparişi konusuna sıcak bakmayan Amerika, artık özellikle bu ve yine Adams’ın Dr. Atomic (2005) operasının da başarısıyla, kendi bünyelerinden çıkan ve güncel olayları sahneye taşıyabilen eserlerin yaratılması için sipariş vermeğe başladılar. 1997 yılından sonra gelen, William Bolcom’un A View from the Bridge (Köprüden Bakış) (1999); Jake Heggie’nin Dead Man Walking (Yürüyen Ölü)(2000); Mark Anthony Turnage’ın Anna- Nicole (2011); Michael Daugherty’nin Jackie O (1997) bunların sadece bazıları. 11 Eylül sonrasında bir itfaiye erinin hikâye edildiği, ünlü bariton Thomas Hampson’un prömiyerde başkahraman olduğu, Christophe Theofanidis’in Heart of a Soldier’ını da (Bir Askerin Yüreği) ( 2007) belirtmeden geçmeyelim. Bir de English National Opera’nın Asian Dub Collective’e sipariş verdiği Gaddafi (2006) gibi bir opera var. Opera mı, müzikal mi, orası tartışmalı.
John Adams’ın güncel konulardan esinlenerek bestelediği başka operaları da var; I Was Looking at the Ceiling and Then I Saw the Sky (Tavana bakarken, gökyüzünü gördüm)(1995), 1994 yılında Los Angeles depremi ve sonrasında toplumda yaşanan sosyo-etnik sıkıntılarla ilgili. Nixon Çin’de ve Dr. Atomic gibi, Avrupa sahnelerinde de gösterildiğinde büyük yankı yapan El Niño ise ilk kez 2000 yılında Paris’te sergilenmişti. Aslında oratorio tarzında bir opera olarak tanımlanan El Niño’nun konusu İsa’nın doğuşuyla ilgili. Çok da güncel sayılmaz!
1972 yılında Mao ile Nixon’un karşılaşmasını konu alan Nixon Çin’de operasından sonra, Adams The Death of Klingoffer (Klinghoffer’in Ölümü) operasını 1991 yılında bestelediğinde Achille Lauro olayı (1985) henüz çok tazeydi. Geminin FKÖ mensubu 4 kişi tarafından kaçırıldıktan sonra, felçli bir Yahudi yolcunun (Klinghoffer) öldürülerek denize atılmasını konu alan eser, ilk kez La Monnaie (Brüksel) operasında sergilenmiş, Amerika prömiyeri Brooklyn Müzik Akademisi tarafından 1991’de üstlenilmişti. Ancak ondan sonra ortaya çıkan ve arkasında ne gibi düşüncelerin olduğu tahmin edilebilecek tartışmalar sonucunda, Amerika’daki bazı temsiller iptal edilmişti. Avrupa’dan sonra özgün haliyle ikinci Amerika temsili 2011’de, St.Louis Operası’nda yapılmıştı. Eserin Metropolitan’a gelmesi ise 2014 sonlarını bulmuştur. İlk temsil yine ıslıklamalar, bağrış çağırışla geçtikten sonra, ikinci temsilin (belki de bu kez çoğunlukta gençlerin bulunması nedeniyle) ayakta alkışlandığı anlatılanlar arasında.
Avrupa kıtasındaki opera bestecilerinin ise bu tür, gerçek olayları esas alan eserlere çok da rağbet etmediği anlaşılıyor. Almanya’da Wolfgang Rihm, Fransa’da Pascal Dusapin, İngiltere’de Thomas Ades gibi çağdaş bestecilerin daha çok mitolojik veya “zamansız” konulara yöneldikleri görülüyor. Esasen gerçek olaylara dayanan eser yaratmak, müziksel anlamda herhangi bir şey ispat etmiyor. Müzikle insan ruhuna ulaşılması, konunun gerçek veya hayal ürünü olmasından sanki daha önemli. Sonraki nesillere opera alanında bir şeyler bırakabilmenin yolu, sanırım konudan çok müzikten geçiyor. Sahnelemelerde gösterilen “yenilikçilik” çabalarına rağmen, görüntü soluyor ama kalabilecek gibiyse, müzik kalıyor.