Son günlerde internette sıklıkla dolaşan, çoğunlukla Avrupa sahnelerinde beğeni toplayan (ya da aksine, eleştirilen) opera yapımlarının videolarına göz attıkça, yapımcıların daha ne kadar ileri gidebileceğini, nerelere varacağını merak eder olduk. Monteverdi zamanında şair ön plandaydı; ondan bir yüzyıl sonra şarkıcı; romantik dönemde, besteciler göz ağrısıydı. Bugün ise rejisör.
Bazı yapımcılara göre, sahnede olay herhangi bir yerde geçebilir; bestecinin öngördüğünün dışında, herhangi bir yer. Bu bir deliler koğuşu, bir kışla ya da bir genelev olabilir. Örnek vermek gerekirse, bir tımarhanede geçen ve Lucia di Lamermoor dışında herkesin akli dengesinin bozuk olduğu bir ortam. Ya da karanlık işlerin çevrildiği bir kenar mahallede geçen ve sonunda ölmeyen bir Carmen; Harlem’de cereyan eden Sevil Berberi… Kendine uyuşturucu iğnesi yapan Mélisande; siyah kazaklı SS subaylarının çevrelediği Jül Sezar; çağdaş savaş elbiseli bir Herkül; burnundaki kırmızı yumurtasıyla, palyaço kılığında Amor (Orfeo ed Euridice) gibi örneklerin yanı sıra, bir ileri aşamada, daha doğrusu daha uç noktalarda, erotik film karelerini çağrıştırmak için tüm esin kaynaklarının seferber edildiği yapımlar dünya sahnelerini dolaşıyor. Bunlar şapka uçuran yapımlardan sadece birkaçı. Rusya’da 20.yüzyıl başlarında yapılan bir iki deneme, ya da Berlin’de 1920’li yılların sonlarındaki denemeler dışında, eserlerin farklı bakış açısıyla “yeniden yorumlanması veya okunması” oldukça yeni bir oluşum.
Opera sanatçılarının çoğunlukla saraydan esinlenen kostümlerle sahneye çıktığı Barok dönemden sonra, 18.yüzyıl sonlarında biraz daha gerçekçi yaklaşımla, “tarihin” operalara esin kaynağı olmaya başladığı görülür. Meyerbeer (1791-1864) döneminde Paris’te “büyük opera” (Grand Opera) olarak nitelendirilen, gösterişli sahnelerin yer aldığı; estetik görünüşe önem veren rejilerin tüm Avrupa’ya yayıldığı bilinir. Geçmişin gerçeğe en yakın biçimde canlandırılabilmesi için, şatafatlı kostümler, yapmacıklı boyalı dekorlar, bol miktarda süsleme ve aksesuar kullanmaktan kaçınılmaz. Bu dönemde koro, sahnenin iki yanında yer alır; şarkıcılar ön plana yerleşir, birkaç istisna dışında, hareket etmeden, kendilerini orkestranın üstünden duyurmaya çalışırlardı. Fransız yazar Alfred de Musset onları “vitrin mankeni benzeri şarkıcılar” olarak tanımlamıştı. Ancak unutmamalı ki, o dönemlerde birkaç arya ve ansambl dışında, dinleyici için önemli olan müzikti.
Bu tabloda ilk değişikliğin Wagner zamanında gerçekleştiği görülür. Richard Wagner’in eserlerinde dramaturgiye ne kadar önem verdiği, orkestraya da ağırlıklı bir “rol” tanıdığı bilinir. 1876 yılında Bayreuth Festivali’nin ilk açılışında ışık-gölge karşıtlıkları; dumanlı, sisli ortamlar; şarkıcıların incelikle işlenmiş oyunları izleyicilerin çok hoşuna gitmişti. Yine de temsil, bütünüyle hayal kırıklığı yaratmıştı.
1960-70 li yıllarda tiyatro kökenli rejisörlerin opera alanına nüfuz etmesiyle, operalara farklı bir bakış açısı gelir. Örnek vermek gerekirse, bir tiyatro ve sinema rejisörü olan Patrice Chéreau’nun 1976 yılında yönettiği Ring, farklı bir estetik görüşün yerleştiğini gösterir. Chéreau’nun o döneme göre devrim sayılan yapımında ünlü rejisör, Nibelungen efsanesini 19.yüzyılın sanayi ve kapitalist ortamına taşımış, skandal yaratmıştı. Oysa dört yıl sonra, 1980’deki Festival’de, aynı yapımın son gününde Chéreau dakikalarca ayakta alkışlanmış, yazılanlara göre perde 101 kez açılıp kapanmıştı.
1978 yılında ünlü İtalyan rejisör Pier Luigi Pizzi, Barok operaların yeniden yorumlanması gerektiğine, ya da yeniden “okunması” gereğine işaret ederek, iki yüzyıl boyunca karanlıklarda kalmış Vivaldi operası Orlando’yu sahneye koymuştu. Ama nasıl: Pegasus’u altın kanatlı yaparak; Ruggiero’nun kaskına devekuşu tüyleri yerleştirerek, özetle Venedik Karnavalı havasında bir ortam yaratarak canlandırmıştı. Lakin inanılmaz seslerin yer aldığı bu yapım, rüküşlüğüne (kitch) rağmen, tarihe geçecektir. Pier Luigi Pizzi’nin 10 yıllık opera serüveninde, aynı tarzda, Rinaldo (Händel), Les Indes Galantes (Rameau), Hippolyte & Aricie (Rameau) gibi operalar yer alacaktır. Sonra Pizzi birden sahneden kaybolur. 1987 yılında Barok operanın yeniden yorumunda Lully’nin Atys operası o dönemin sadece kostümleri, perukaları, renkleriyle değil, dansları, Barok döneme özgü özel hareketleriyle sahneye taşınır. Barok operaların o dönemin stiline sadık kalınarak, özellikle de Fransız Barok tarzının tüm özellikleriyle, sahneye taşınması denemeleri devam etmiştir. Halen de süregelmektedir. Başlangıçta dirençle karşılanan bu tarzın sonuçta izleyicilerin beğeni ve ilgisini kazanmasıyla, bugüne kadar karanlıklara gömülmüş çok sayıda Barok dönemi operası yeniden ortaya çıkmış, sahnelenmiştir.
Geriye gidecek olursak, 1970’li yıllardan itibaren Doğu Almanya’da eleştirel gerçekçilik arayışından hareketle ortaya çıkan ve “regietheater” adı verilen, özellikle Almanya’da çok tutunan bir akım hızla yayılır. Bilindiği gibi “regietheater”, konuyu olduğu gibi anlatmaktan çok, rejisöre bir eseri inceleyip, analitik bir bakış açısı getirmek üzere değiştirme özgürlüğü tanınmasından ibarettir. Yazının başlarında verdiğimiz örnekler, bu tür yapımlar arasından seçtiğimiz örneklerden sadece birkaçı. Hans Neuenfels, Christoph Marthaler, Peter Konwitschny bu akımın en etkili ve “aşırıya kaçan” isimleri olarak ünlenmişlerdir. Sonra bunlara başkaları da katıldı. Calixto Bieito, Claus Guth, Martin Kusej, David Pountney gibi, amiyane tabiriyle, “uçuk” prodüksiyonlar sergileyen yapımcılar, bugün Avrupa’nın ve belki de dünyanın önemli sahnelerinde yapımlarını sahneleme imkânı buldular ve de buluyorlar. Bunların yanında daha ılımlı yaklaşımlı olanlar da var. Örneğin Herbert Wernicke veya Ursel ve Karl-Ernst Herrmann çifti gibi yapımcıların tarzları çok aşırı olmasa da alaycıdırlar, sivrilikleri vardır ve mutlaka iz bırakırlar.
Bir de regietheater’in paralelinde varlık gösteren, farklı bakış açısına sahip yapımcılar mevcut. Her ne kadar ikisi de bu dünyadan göçmüş olsalar da, arkalarında unutulmaz yapımlar bırakan, Jean-Pierre Ponnelle ve Giorgio Strehler gibi estetiğe önem veren, operanın bir tiyatro olduğunu unutmayan, dolayısıyla da, oyuncuları önemseyenler; Robert Wilson gibi konuya tarihsel ya da güncel açıdan bakmaksızın, zaman kavramını ortadan kaldırarak, özel bir zaman dilimi ve ortamı yaratanlar; Robert Carsen gibi kendine öz, iddialı, modern-klasik, hayli sıra dışı yapımlarına rağmen, Avrupa’da olsun, Amerika’da olsun, büyük bir hayran kitlesi edinmiş olanlar da var.
Ülkemizde de esere birebir sadık kalmadan, kendi vizyonunu yansıtan rejisörlerimiz var şüphesiz. Ama çok az sayıda. Ve bu denemeler, Türkiye’deki opera izleyicisinin profiline göre “şerbet dökmeye” benziyor; henüz aşırıya kaçmadan, ürkütmeden, şok etmeden. Ancak unutmamalı ki, bir zamanlar Batı’da da şok eden, skandal yaratan yapımlara bugünün gözlükleriyle bakıldığında, o kadar da garipsenmemeleri gerektiği görülmekte. Bununla beraber, gittikçe daha cüretli, daha materyalist, romantizmden uzak, günceli yansıtmaya çalışan yapımlar ile rejisörlerin kendi fantezilerini yansıtarak ortaya çıkardıkları yapımların operaya ne kadar hizmet ettiği, operayı sevdirmeye ne kadar yaradıkları da ayrı bir tartışma konusu.