Geçtiğimiz hafta Sibirya’dan İstanbul’a gelecek olan bir yıldızdan söz etmiştik. Bir meteor gibi geldi geçti, çarptı da. Kime mi dersiniz? Zorlu Center’daki 2200 kişiye, demek abartılı olmaz. Dmitri Hvorostovsky’nin Ana Maria Martinez’le verdiği konser hakkında Türkiye standartlarında yine de az sayılamayacak kadar yazıldı, çizildi. Ama bir hafta sonra, yine İstanbul’dan geçen bir başka yıldız vardı ki, sessizce geldi; Boğaziçi Üniversitesinin iyi bir akustiğe, ama Zorlu Center’ın dörtte biri kadar koltuğa sahip, güzel konser mekânı Albert Long Hall’de, olağanın dışında bir konser verdi ve gitti. Koloratur soprano Diana Damrau’dan söz ediyoruz.
42. İstanbul Müzik Festivali’nin konuğu olan Alman sanatçı, Fransız ve Alman bestecilerden lied ve melodiler seslendirdi. Kendisine, giderek adına daha sık rastladığımız Xavier de Maistre, açık renk güzel arpıyla eşlik etti. Bu ilginç birliktelik dinleyicilere muhteşem anlar yaşattı.
Diana Damrau adına çok sık rastlıyoruz, rastlayacağız da. Muhteşem bir coloratura tekniğine sahip bu genç kadının sahnesi de etkileyici; ayrıca, çekici.
2005 yılında Metropolitan Operasında Richard Struass’un “Ariadne Naxos’ta” operasının zorlu Zerbinetta rolünde sahneye çıkmasından sonra, şöhret yavaşça değil, hızlı bir biçimde geldi ve Damrau, izleyicilerinin sevgilisi oldu. Profesyonel yaşama ayak bastığı günden sonraki 10 yıl içinde Berlin, Dresden, Hamburg, Milano, kısacası dünyanın en ünlü sahnelerine çıkarak kendini kanıtladı.
Damrau’nun kısa süre içinde bu kadar ün kazanması çalışkanlığına, doymak bilmez merakına ve çok farklı rolleri, üstelik başarıyla üstlenmesine de bağlı. Kenarda, kıyıda köşede kalmış bazı operalar [“Sessiz Kadın” ve “Mısırlı Helena” ( Strauss) ; Comte Ory ( Rossini)] dışında “Sevil Berberi”, “ İ Puritani”, “Don Pasquale”, “Aşk İksiri” gibi operalardaki başarısıyla da kendinden söz ettiriyor.
Diana Damrau’yu koloratura rollere yönlendiren, Salzburg’daki hocası Hanna Ludwig olmuş. Şan yaşamına “La Traviata” ile başlayan sanatçı, daha sonra sıkça seslendireceği Gece Kralıçesi (“Sihirli Flüt”) rolüne geçmeden önce hocasının “ses kendini bulmadan serüvene atılmaması” konusunda kendisini ikaz ettiğini hatırlıyor. Sesin doğal akışını tespit edip, ona göre yönlendirilmesinin doğru olduğuna ikna olduktan sonra Gece Kraliçesini söylemeye başlamış.
Damrau’nun sesini kullanışı, ifade tarzı dışında, canlandırdığı rolleri içine sindirmesi, kişiselleştirmesi de ayrı bir yeteneği. Her şarkının arkasında bir hikâye olduğunu, bu nedenle opera olsun, lied olsun sözlerin ayrı bir önem taşıdığını, bunlara hayat vermenin önemli olduğunu bilen bir sanatçı. Bunun en canlı örneğine İstanbul Festival programı içinde verdiği konserde tanık olduk. Schubert ve Strauss lied’leri dışında Hahn, Chausson, Duparc’tan da melodiler seslendiren Diana Damrau’nun sözlerle müzik arasında dramatik olarak kurduğu bağ hayranlık yaratıcıydı. Telaffuzunun da mükemmelliğiyle, melodilerin her kelimesine gereken ağırlığı verdi.
Kısacası, İstanbul’dan müthiş bir yıldız geçti; keşke bir çeşit ustalık sınıfı sayılabilecek bu konsere çok sayıda konservatuar öğrencisi gencimiz de katılabilseydi.