Günay Güner yazdı:
“’Ey yüksek insanlar’-diye göz kırpar yığın-yüksek insan diye bir şey yoktur, eşitiz biz hepimiz; insan insandır Tanrı önünde-eşitiz biz hepimiz!-
Tanrı önünde ha!-Ama bu Tanrı öldü artık. Yığın önündeyse istemeyiz biz eşit olmak. Ey yüksek insanlar, uzaklaşınız Pazar yerinden.”
(Nietzsche, “Zerdüşt Böyle Diyordu”
Tarih ve yazın ilişkisine tutarlı bir yaklaşıma çok ender rastlanıyor. Genellikle sözü dolandırmaktan, anlaşılmaz, ilgisiz kılmaktan medet uman yazılar okuyoruz. Bitirdiğimizde ise “Ali topu attı mı, camı kırdı mı” bir sonuca varmamış, şaşkın ve yorgun durumda kalakalıyoruz. Hadi çoğullaştırmayayım, bu satırların yazarı için geçerli sayılsın bu sav.
Her sanat yapıtı gibi roman da doğası gereği, kaçınılmaz olarak “tarihsel”dir. Yadsınamaz bir gerçeklik, romanın, sanat yapıtının tamamlandığı anda (ki tamamlandığı da hemen her zaman kuşkuludur, bir yerde tamamlanmasına karar verilmiştir) yaratım sürecinin ilişkili olduğu toplumun geleneğiyle, şimdisiyle, geleceğiyle güçlü bağlarla var olduğudur. Sanatçının bunu bilinçli olarak tasarlayıp tasarlamaması sonucu, bu olguyu değiştirmez. Ayrıca yapıtın yaratıldığı dönemin tanıklığını yapması da bu işin yukarıda açıklanan yönüyle dolaylı da olsa ilgilidir. (Örneğin sık yinelendiği gibi kralcı bilinen Balzac kitaplarında nesnel tanıklık görevini doğru şekilde yerine getirdiğinden dönemin insan, üretim ilişkilerini etkinlikle yansıtır.) Sözkonusu belirleme, tarih roman ilişkisinin bir boyutudur.
Ne ki genellikle anılan ilişkiden söz edildiğinde dillendirilmek istenen, tema bağlamında yapıtın tarihsel kapsamda yaratılmasıdır. Diğer deyimle örneğin roman için düşünülürse, tarih konulu roman demek istenir. Homeros nasıl ki yeryüzü şiirinin başlangıcı sayılan İlyada ile Odysseia destanlarında tarihin, toplumun, insanın bilgisini, yorumunu da ilettiyse, yazın tarihinin tarihsel niteliği öne alan diğer yapıtları da bu amacı gerçekleştirme durumundadır.
Halkların, toplulukların kendilerine özgü halk anlatıları, destanları bir yana, doğru anlamda romanın Cervantes’in Don Kişot’uyla başladığı bilinir. Böyledir, çünkü çözülen derebeylik düzeni içinden “birey”i görürüz bir başyapıt olan Don Kişot’ta. Eşitsizlik üreten derebeylik düzeniyle alay edilir. Yasaklara karşı durulur. (Çok canlı yazılan yapıtın kitap yakma bölümü anımsanmalı.) Artık kentsoylu düzenin gelişmesiyle birlikte roman da gelişir. Yeni ilişkileri, insanlık durumlarını konu edinir. Balzac, Köylüler, Köy Papazı, Goriot Baba, Vadideki Zambak gibi yapıtları başta olmak üzere hemen tüm yapıtlarında özgürlük tutkusu içindeki bireyi, acılarını, tarihsel tanıklıkla işler. Emile Zola daha emek yüklü yapıtların yazarıdır. Büyük, etkileyici bir dünya çizmiştir. Yapıtları değin Dreyfus Davasındaki başı dik duruşu, onurlu diliyle de kalıcılaşmış, yazarın aydın olma sorumluluğunu yaşamıyla kanıtlamıştır. Nana, Germinal, Meyhane, Terese Raquin gibi üstün yapıtları yazar Zola. Yerinde olarak doğalcılık akımının temsilcisi sayılır. Gerçekçi de sayılamaz mı, sorusu da yersiz değildir. Gerçeğin doğayla özdeşlikler kurularak anlatıldığı çözümlemesi zaman zaman içinde zorlamalar barındırabilir. Oysa Zola makineleşmeyle, fabrikaların kurulmasıyla birlikte, kırdan göçmek zorunda kalan büyük kitlenin, ucuz emeğin acımasızca sömürülmesini, o kitlenin yaşadığı insanlık, duyunç dışı koşulları anlatır. Burada Zola’nın yapıtlarının hangi yönüyle anlaşılması gerekir.
Tolstoy, Savaş ve Barış’ta Napolyon ordularının Rusya’yı işgalini güçlü bir arka plan olarak aktarırken, işgalin turnusol kâğıdı benzeri ortaya çıkardığı, soylusuyla, soysuzuyla insanlık durumlarını irdeler. Tutku, sevda, yurtseverlik, ihanet, yakıcı acılar… Savaş ve Barış değin doğrudan olmasa da Anna Karenina’da da tarihsel yansıma vardır. Parma Manastırı’nın, Kızıl ile Kara’nın yazarı Stendhal, Napoyon’un Rusya seferinden sağ dönen az sayıdaki askerlerden biridir. Birçok yazısını bu seferde yitirir.
Türk Yazınında Tarihsel Roman
Türk yazını için ivmesi yüksek bir süreçten söz etmek olanaklı. Hem roman hem de tarihsel roman hızla ve genellikle de nitelikli biçimde yazılır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip Adıvar’ın hemen tüm yapıtları “tarihsellik” niteliği taşır. (Sodom ve Gomorra, Ankara, Yaban, Ateşten Gömlek, Türkün Ateşle İmtihanı…) Ne var ki Bağımsızlık Savaşının yakın döneminde, beklendiği değin doğrudan savaşı konu alan yapıtlar, romanlar yazılamamıştır. İzleyen dönemlerde Kemal Tahir başta Devlet Ana olmak üzere Türk tarihine odaklı, tezli romanlar ortaya koymuştur. Kurt Kanunu Mustafa Kemal Atatürk’e kıyım girişimini (suikast) konu eder.
Bağımsızlık Savaşını doğrudan işleyen romanların azlığı yazarların böylesi kapsamlı bir işi pek göze alamadıklarını da gösteriyor. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir: Türk Bağımsızlık Savaşını en yetkinlikle işleyen romanlar Hasan İzzettin Dinamo’nun 8 ciltlik Kutsal İsyan (1967) (Dinamo, Kurtuluş Savaşı sonrasını ise Kutsal Barış (7 cilt) adlı romanında ayrıntılarıyla işler), Talip Apaydın’ın Vatan Dediler, Toz Duman İçinde, Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar, İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, Mustafa Yıldırım’ın Ulus Dağına Düşen Ateş, 58 Gün ile Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler, Diriliş, Türk Mucizesi (2 cilt), Çılgın Türkler Kıbrıs adlı romanlarıdır. (Turgut Özakman, kendini Bağımsızlık Savaşını yazmaya adamıştı.) Kuşkusuz sözkonusu adlar daha da çoğaltılabilir. Anılan yazarlar ekleme ya da çıkarma yapmadan gerçekçi bir bakışla olayları anlatırlar. Yine de anlatılanlar destansı bir nitelik kazanır. Nedeni açıktır: Yaşananların kendisi yeterince etkilidir, olağanüstüdür. Canlarını ortaya koyanların erdemi büyük olduğu değin ihanet de bir o değin irkilticidir, gerçektir.
Tarihsel Romanda Gerçeklik Sorunu
Roman türü, sanatın genel özelliği olarak kurgusaldır. Kuşkusuz ki yazar sonsuz sayılabilecek olanak içinde, özgürce romanını yazar, yaratır. Özgürce kişileri, olayları, yaşantıları kurgular. Nesnel gerçeklik ile yazınsal gerçekliğin birbirinden ayrı olgular olduğunu savlamak olanaksızdır. Yazınsal gerçekliğin başat gerçek olmadığını kim savlayabilir. Ne ki sözkonusu dayanaklar özellikle kişiler ve olaylar bağlamında gerçek yaşamla bağları olduğu ölçüde derin yapı kazandığı gibi saygınlık da kazanır. Romanda kişiler genellikle gerçeklikten damıtılıp alınan yoğunlaştırılmış tiplerdir. Temsil yetenekleri vardır. Sınıfsal ya da bir diğer kaygıya ilişkin sorun-soru alanları oluştururlar.
Bir diğer yönden de bakıldığında da tarihsel roman izleğine ulaşılır. Kişiler geçmişte yaşamıştır. Olaylar gerçekleşmiştir. Üzerinde yorumlar yapılsa bile bu birkaç ayrı yaklaşımdan öteye geçmez. Diğer söyleyişle ortak bir bilgi vardır. Bu noktada soru şudur: Romanın kurgu adına, kişileri ve olayları sözkonusu ortak bilginin dışına çıkarma; giderek tersi bir anlayışla işleme hakkı olabilir mi? Tarihsel kişilerin adlarının başına “insan” sözcüğünü koymak yazara böylesine bir “kurgu” olanağı sağlar mı?
Bu soruyu “olabilir”, “sağlar” diye olumlu yanıtlayanlar çıkabiliyor. Böylesi savların ve girişimlerin sonucu ise yaşa(n)mış, tarihsellik kazanmış kişi ile olayların aşındırılması, tanınmaz duruma getirilmesi, tersyüz edilmesi oluyor. Oysa sanatın, yazının tarihsel ortak birikime bağlı kalarak da sınırsız kurgu olanağı bulunmaktadır. Kurgu özgürlüğü gerçeği karartmanın gerekçesi olamaz.
Tarihsel Yazına Aymazca Yaklaşımlar
Ne ki kurgu “özgürlüğü”nden yana yazarların, eleştirmenlerin savları o değin ortaktır ki yalnızca birinin savlarını konu etmek bile tümünü açıklamaya, yanıtlamaya yeter. Onlara göre Türk ulusçuluğu olumlu bir toplumsal aşama değildir. Bu temaya dayanan hemen her çalışma, giderek yazın, roman yaratıları Türklük duygularını “şahlandırmak”, “hamaset” amaçlı çabalardır. Kurtuluş Savaşı dönemi konulu yazın yapıtları da böyle görülmelidir. Gerçekte (onlar bu sözcüğü de pek sevmezler “hakikat” sözcüğünü kösnülce severler) Ulusal Savaşım bakıştan bakışa değişir. Somut gerçeklik değildir. (Bu temayı başka ulusun insanı oldukları sanısını oluşturur biçimde “Kemalist tema” olarak adlandırırlar.) Ortada bir savaş olduğundan bir de düşman gerekmiş, düşman böylece ortaya çıkmıştır! Örneğin Ege bölgesi işgale uğramamıştır. Dolayısıyla Yunanın saldırıları kıyım sayılamaz. (Giderek Ege, Yunanın tarihsel yurdu sayılır. Geri almak istenmektedir.) Kanlı öyküler tarih yazılırken uydurulmuştur. Hangi tarafın zalim ya da mazlum olduğu bilinemez, bunu anlamak olanaksızdır. (Bu savlar daha uzar gider ama inanın bu satırların yazarının buna katlanacak gücü yoktur. Okurlar bu eksik bölüm için onu bağışlasın.) Bu kişilerin adlarını anmak onlara hak etmedikleri bir onurdur. Ne ki zaman zaman tartışabilmek için anmak zorunlu oluyor.
Bu kesim, “resmi tarih” diye bir yafta hazırlamıştır. Türkten, cumhuriyetten, bağımsızlıktan, eşit yurttaşlıktan, ulustan mı söz ediliyor yafta hazırdır: “resmi tarih.” Oysa tam da bu yöntemle bir resmi tarih oluşturmaktadırlar. Kendi resmi tarihleri!
Hem de dil gibi ulusallığı doğası gereği olan bir alanda bile tanık olunan, açıkça duyunç (vicdan) yoksulluğudur, ahlaksızlıktır.
Bu konu son on yılda yaşananlara, postmodernizmin, Yeni Dünya Düzenciliğinin, kimlik siyasalarının yazına yansımaları üzerine yoğunlaşır biçimde daha da işlenebilir; böylesi çalışmalarda yarar vardır.