“Kolera Günlerinde Aşk” gibi oldu, biliyorum ama yaz günlerimizin koleradan, kitabın ise aşktan ayrı yanı yok.
“Birey”ler dinlenceye giderken yanlarına kitap alırlar. Kitap onları her nesneden çok mutlu eder. Giderek yaz dönemlerinde kitapevlerinin satışlarında artma beklenir. Ne ki Türkiye’de tam tersi olur; yaz döneminde kitapevlerinin satışı düşer. Sorduğum kitabevi yöneticisi, çalışanı dostlarım (ki bu kitabevleri tanınmış kurumlardır) bana belirttiğim bilgiyi verdiler.
Şu açıktır ki kitap okumayan, dinlenceye giderken kitapla ilişkisi olmayan toplumdan iyilik, esenlik adına bir sonuç beklenemez. Zaman zaman geçici olumlu olaylar, rastlantılar, saman alevleri oluşabilir; hepsi o kadar. TC Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ve Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu (YAYFED), Basın yayın Birliği verilerine göre 2014 yılında 344.405.399 tane kitap satılmış. 2013’e göre düştüğü gibi, bu sayının yarısından fazlası eğitim yayınları. Ayrıca sözkonusu toplamın % 2’si akademik kitaplarken, %15’inin “inanç yayınları” olmasından daha acı bir bilgi de olamaz sanırım. Muzaffer İzgü Ustam “Çocuk okuru olmayan toplumun yetişkin okuru da olmaz” demişti. Çocuk ve ilk gençlik kitaplarının oranı ne kadar dersiniz, % 8. Halk kitaplıklarının sayısının her yıl azalmasını, kitaplıkların ve çalışanlarının koşullarının alabildiğine sınırlı oluşunu, TC Kültür Bakanlığının yazarlara, okurlara destekten uzaklaşmasını, dağıtım sorunlarının ağırlığını eklersek, ülke kültür yaşamının içler acısı durumu açıkça ortaya çıkıyor.
Kış döneminde çok kitap okunmaktaymış gibi yaz süreminde kitap okumayan bir toplum! Gelin de çıkın işin içinden.
Bir zamanlar kimi çokbilmişler tartışırlarken “Seksen öncesine mi dönmek istiyorsun?” diye sorarlar, güya karşıtlarını kıstırmış olurlardı. Evet, buradan duyururum ki ben seksen öncesine dönmek istiyorum!
Kentlisiyle, köylüsüyle okuyan bir halktık o zamanlar. Varsın her paragraf anlaşılmasın, varsın kimi okuyanlar işi falan Marksçı klasiğin filan sayfasında neyin yazdığını alıntılamadan konuşmasın, yazmasın; okuyorduk. 12 Eylül 1980 faşist darbesi neden yapıldı sanırsınız? Sömürücüler bu okumanın nereye varacağını gördüler.
Bugün, (bugünü de bırakın, dışında kalan hiçbir dönemde) 1940 ile 1950 arasındaki köy enstitüleri eğitim dizgesindeki değin okumaya yazmaya (dolayısıyla demokratik eğitime) önem veren bir eğitim-öğretim dizgesi uygulanmış mıdır? Oysa o dönem savaş yılları, günümüz ise uzay, bilişim, robot çağı. Evet, ben kırklı yıllara dönmek istiyorum! Yaklaşık altı yüz doğu-batı klasiğinin çevrildiği, her yurttaşça okunduğu yıllara dönmek istiyorum.
Yabancı yazarlar az çok çevriliyor, yayımlanıyor da Türk yazarların, yeni yetişen yazarların kitaplarını yayımlamaları neredeyse olanaksız. Yarışmalara katılmak, yarışmak istemeyen, akçalı durumu da parlak olmayan yazarların dosyalarını, yapıtlarını değerlendirecek, nitelikli bulunacak yapıtlarını kitaplaştıracak hiçbir dizge, olanak yok. Bu yönden de yazın koşullarının geçmişten daha iyi olduğu söylenebilir mi?
Yayın yönetmenliği kurumu da kalmadı. “Editör” diye bir sanın kitaplarda yer aldığı görülür ama işi ne kadar yaptığı kuşkuludur. Bir biçimde şanslı, yayım olanağı bulmuş kitapların Türkçesinden Türkçe tadı alınamadığı bir açık gerçek. Öz Türkçeden kaçmak, uzak durmak bile çoğu zaman sözkonusu. Böyle olunca da gencecik yazarların kitaplarında Osmanlıca, Arapça, Farsça sözcüklerden geçilmemesine şaşmamak gerek. Çeviri kitapların Türkçesi için de aynı acı sorun ne yazık ki geçerlidir.
Sözkonusu elverişsizlik yetmezmiş gibi bir de yazın ve ödül “lobi”leri, deyim yerindeyse mafyaları, biat ilişkileri; “yazarların”- “kitapların” (ama daha çok da “yazar”ların) enerji içeceği gibi etiketlenip iri levhalarda, seçme gücü kazandırılmamış okurun gözüne sokulması biçiminde beliren rezil, yoz, tecimsel çabalar…
Ortalama kitap baskı sayısının bin tane (şiirse beş yüz) olduğu bir ülkeyiz ama herkes her konuda bilgi sahibi! “Şu konuyu bilmiyorum” diyene rastlamıyoruz, “hamt olsun.” Sıradan insanın durumu bu da aydınımsıların başka mı. O televizyon senin, bu “cafe” benim derken, nasıl zaman bulur da okurlar, öğrenirler? Çok ustalar çok! Bu tansıksı ustalıktan olsa gerek, çoğu “aydın” tartışmak yerine, küfrü, hakareti yeğliyor.
Artık gerçekleri eğip bükmeyen, bir takım aymaz kesimlerin değirmenine su taşımayan, halkın haber alma hakkını karşılamayı görev bilen gazete kalmadıysa da “uygar insan, düşüncesinin gazetesini her gün “satın alarak” edinen ve adeta törensel bir konumda okuyan insandır” yaklaşımından yola çıkarak önemsediğimiz gazete okuryazarlığı da Türkiye’de çok kötü durumdadır. Diğer tüm sorunlar bir yana, ha deyince gazete noktası bile bulamazsınız. Kilometrelerce yürümek zorunda kalabilirsiniz. Bulsanız, gazetenizin dağıtım kurumu o noktaya dağıtıyor mu sorunu vardır. Üstelik bu engelli koşuyu batılı toplumların bedelsiz gazete edinebildiği, günde birden fazla baskıyı okuyabildiği koşullarda yaşamak durumundasınız. Bu ayrıntıyı da aştıysanız, gazetenizi edinmeyi başardıysanız kutlanmayı hak ettiniz demektir.
Madem bu konuya girdik biraz daha ilerletelim.
Öncelikle, kitaplıklardan genellikle öğrencilerin yararlandığı, yaşam boyu öğrenmek amaçlı yararlanmanın düşük düzeylerde kaldığı söylenebilir. Ayrıca sayımlamasal (istatistiksel) toplamı oluşturan kitaplıklardan kaçının işlevsel, etkin, sürekli çalışır, iyi ortamlı olduğu sorusu da önemlidir.
Hemen belirtmeli ki halk kitaplıklarının sayısında yıllara göre düşüş gözlenmektedir. 1996 yılında 1206, 1997 yılında 1233, 1998 yılında 1259, 1999 yılında 1292, 2000 yılında 1340, 2001 yılında 1350 olan (sürekli artış gösteren) halk kitaplıkları sayısı 2005 yılına değin hemen hemen aynı kalmış; ardından 2005 yılından başlayarak azalmaya başlamış; 2005 yılında 1144, 2006 yılında 1178, 2007 yılında 1162, 2008 yılında 1156, 2009 yılında 1149, 2010 yılında 1136, 2011 yılında 1118, 2012 yılında ise 1112 olmuştur (TÜİK). Bu düşüş yaşanırken Türkiye nüfusunun arttığını ise bilmem anımsatmalı mı?
AB ülkelerinde ise kitaplıklara ne büyük önem, değer verildiği biliniyor. Örneğin İsveç’te en küçük yerleşim biriminde bile ilk iş olarak kitaplık kurulmuştur. Bu kitaplıklar canlı, işlevsel olduğu gibi okurların her anlamda rahat yararlandıkları yerlerdir. Okurlar kahvelerini yudumlarken, kitaplığın iyi tasarlanmış ortamının diledikleri yerinde yayınlarını okuyabilmektedirler. Türkiye’de ise okurlar neredeyse bir kışla düzeninde davranmak zorundalar. Bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
AB ülkelerinden, nüfusu Türkiye’nin yedide biri olan Belçika’nın 2000 yılındaki halk kitaplığı sayısı bile, 1490 kitaplıkla Türkiye’nin bugünkü durumunun önündedir. (Yılmaz, 2001) Kuşkusuz işlevsellik, etkinlik sorununu sürekli önemsemek gerekiyor. Ulaştığınız bir kitaplıktan yararlanma koşullarından, hangi alanlarda, ne kadar kitap bulunduğuna, düzenli, kullanıma her an hazır olup olmadığına değin etkinlik durumu kitaplık sayısından daha belirleyicidir.
Türk Kütüphaneciler Derneği sayımlamalarına göre, AB'de Türkiye'ye yakın nüfuslu ülkelerle Türkiye'de kitaplıkların sayılamasal karşılaştırması şöyle:
Almanya Fransa İngiltere İspanya Türkiye
Halk kütüphanesi sayısı 10.531 3.924 4.620 5.209 2024*
100 bin kişiye düşen kütüphane sayısı**
12, 8 6, 6 7, 8 13,03 2,9
Çalışan kütüphaneci sayısı 8.740 7.050 6.148 4.139 261
Üye sayısı 7.370.529 12.159.026 33.664.000 7.992.568 334.225
* 2005 yılı itibarıyla 1432
** AB ortalaması 10,5
Yukarıda gazete konusuna, “gazeteye ulaşmanın bile sorun oluşuna” değindik ya Türkiye’de gazete okuma koşulları yönünden de durum iç açıcı değildir. 2015 yılında bile gazetelerin dağıtım sorunu çözümlen(e)memiş, nüfusla orantılı, yeterli sayıda ve yaygınlıkta satış noktalarına ulaştırılamamıştır. Özel sektörün kârını ençoklaştırması anlayışının insafına bırakılan gazete, dergi, kitap dağıtım konusu hâlâ sorunlarla doludur. Son zamanlarda sorunlara bazı gazetelerin partizanca tutumlarla tezgâh altına atılması, okurdan gizlenmesi, satışa sokulmaması sorunu da eklenmiştir.
Öte yandan toplam gazete satış sayısı yaklaşık 5.200.000 olmakla birlikte, bu sayının önemli bölümünün, bir dinsel “cemaat” yapılanmasının toplu satışlarından oluştuğundan dolayı (bir zamanlar yaklaşık 1.150.000 satış açıklanıyordu!), gerçek okuma eylemiyle, gazete istemiyle ilgili olmadığı belirtilmelidir. Ayrıca yaklaşık 380.000 spor gazetesi satışı bulunmaktadır ki bu gazetelerin yazıdan çok görsel yoğun olduğu söylenebilir.
İnsanlık, yazıdan çok, özellikle TV’de somutlaşan görsellik ile toplumsal iletişim (sosyal medya) diye bilinen ortamın etkisi altındadır. Bu başat etkiler okuma, araştırma, “özgür bilinç” oluşturma eğilimini zayıflatmaktadır.
Onyıllar içinde, bireysel istencin (irade) yerini, topluluk (cemaat) davranışları almıştır. (Bu gerçeklik yalnızca dinsel de değildir, kendini “sol” sayanlar da bile birey yoktur. Evet, kesinleöeli bir söz benimki, ayrımındayım.) Oysa gerçek özgürlüğün konusu topluluk değil bireydir. Son aşamada topluluk değerleri, birey özgürlüğüne karşıdır. (Ayrıntıya girmeye gerek yok, geçelim.)
Bilişim koşullarında, bilgisunar (internet) ortamında gazete okumanın da gerçekliği bilinmekle birlikte, bu okumaların ne oranda “düşünsel” okumalar olduğu belirsizdir.
Kitaplık birikimi içinde üniversite kitaplıkları özel bir yer tutar. Çünkü üst düzeyde eğitim kurumları olmaları tanımı, doğası gereği beklenen üniversitelerin kuşkusuz ki kitaplıkları başat önemdedir. Türkiye’de iki yüze yakın üniversitenin pek azında etkin kitaplık ortamından söz edilebilmektedir. Bazı üniversite kitaplıklarına bağışlanan binlerce kitabın başına gelen yıkımlar biliniyor. Bu yüzden artık üniversite kitaplığına bağış yapıldığını da duymaz olduk. Nasıl yapılsın ki?
Zaman zaman basına da yansıyan; kitapların halk kitaplıklarından, üniversite kitaplıklarından bile “Yer yok” bahanesiyle atıldığı, kâğıt fiyatına satıldığı haberleri aydınların canını acıtıyor. Bu kabul edilemez, inanılmaz durum özel kitaplıkların bırakılacağı güvenli hiçbir yerin bulunmadığını gösterdiği gibi kitap bilinci taşıyan hiçbir yerin, kurumun bulunmadığını da gösteriyor.
(Ayrıca Türkiye’nin bilişim koşulları içinde en iyimser durumda kitapların, inceleme yazılarının adlarına, başlıklarına ulaşılabilmektedir. Daha ayrıntılı bilgiye ulaşma olanağı neredeyse yoktur.)
Araştırmacı Ferhat Özen’in halk kitaplıklarının, kitapçıların, gazete satış noktalarının durumuna dayanarak yaptığı araştırma sonucunda oluşturduğu haritaya göre Türkiye gri rengin egemen olduğu, diğer söyleyişle, UNESCO ölçütlerine göre kitapçısı ve kitap satışı yönünden dördüncü sırada) bir ülke konumundadır. Beşinci ve en son sınıfı gösteren kara renkteki iller de az değil. (Buna kara bilgisizlik mi demeli?) En az kitap satın alan beş il Osmaniye, Muş, Ardahan, Kilis ve Gümüşhane. En çok kitap satılan iller İstanbul, Ankara, Bilecik, İzmir, Muğla. Yanı sıra en iyi durumda görünen bölgeler Trakya, Ege, Akdeniz. İllerdeb Eskişehir de bir vaha gibi Karadeniz’de ise Zonguldak, Sinop, Ordu, Giresun, Artvin aydınlık. Bazı illerde yalnız kitap satan kitapçı yok: Bayburt, Batman, Çankırı, Gümüşhane.
Yayıncılığın, kitapçıların durumunu araştıran Gazeteci Işık Kansu şöyle yazıyor:
“Eskiden Anadolu’da, illerde, ilçelerde dükkânlarına girenlere gözlüklerin üstünden bakan kitapçılar vardı. Bilgi Yayınevi Yayın Yönetmeni Biray Üstüner’e ‘Kaldı mı onlar’ diye sorduk.
Bilgi Yayınevi’ni kuran Ahmet Tevfik Küflü’nün bir zamanlar, yılda iki kez yenilenen kitap kataloğunu gönderdiği bini aşkın ‘kitap- kırtasiye’ adresi bulunduğunu anımsattı:
‘Bu sayının giderek azaldığına tanık olduk.
Her ilde en az bir üniversite, üniversitelerin yanı başında da bir-iki ‘kitapçı’ olduğunu varsaymak yanıltmamalı bizi. On yılı aşkın bir süredir, yani ders kitaplarının devlet eliyle dağıtılmaya başlanmasından bu yana, para kazanamayan bu işletmeler, kitabevi kimliğinden sıyrılıp ‘çok işlevli dükkânlar’ haline geldi. Oyuncak, fotokopi, kartuş dolumu, hatta şans oyunları vs. ile ayakta kalmaya çalışıyorlar.’
Sürekli kitap çıkıyor, yeni yeni yayınevleri kuruluyor. Kitap gerçekten okunuyor mu? Yoksa bir pazarlama oyunu mu var işin içinde?
Biray Üstüner, bu sorularımıza da şu karşılığı verdi:
‘Her sektörde olduğu gibi bunda da kolay, fazla ve hatta haksız para kazanma yolları açık. Arkasında holding sermayesi, banka bütçesi olmadan, bir sermaye ile desteklenmeden kültür yayıncılığına soyunmak pek akıl işi gibi görünmüyor. Ama dediğiniz gibi sürekli kitap çıkıyor ve yeni yayınevleri kuruluyor. Bunu, ‘Kitap gerçekten okunuyor mu’ sorusuna bağlamak, çıkan kitabın kimliğini ve okurluğun çıtasını sorgulamaya itiyor beni. Kişi başına düşen kitap araştırmalarında dünyada kaçıncı sırada olduğumuz bir sır değil. Ben, o sıralamadaki yeri bile hak etmediğimizi düşünüyorum.’” (Kansu, “Anadolu’da Kitapçılar Vardı”-Ankara Kulisi, Cumhuriyet Gazetesi, 24 Ağustos 2015).
Toplumların sömürülme düzeyiyle bilgi durumu arasında belirgin, anlaşılır bir ilişki vardır. Bu ilişki ters orantılı bir ilişkidir. Sömüren güçler halkı sürekli bilgisizleştirmek isterler. Böylelikle daha kolaylıkla, daha ağır biçimde sömürü düzenlerini sürdürebilirler. Bu gerçekliğin en somut yaşandığı ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
Oysa demokrasi ancak bilgili toplumlarda demokrasidir. Halkın gönencini, iyiliğini düşünmek gelişmesini istemekle, bu amaçla çalışmakla olur. Halkın aynı kalmasını, giderek eskiye, geriye dönmesini isteyenler halk düşmanlarıdır. İşte sandığa gitmekle sınırlı demokrasimizin seçimlerinin yapılışından, sonuçlarından daha somut kanıtı olamaz bu gerçeğin.
Türk halkı, yukarıda da belirtildiği gibi, yaklaşık altı yüz doğu-batı klasik yapıtını çevirtmiş, köylüsüyle, kentlisiyle halkına okutmuş bir cumhuriyetin, Türk Devriminin, Mustafa Kemal Atatürk Devriminin birikimine sahipti. Yeniden sözkonusu devrim varsıllığına bilinçle, kitapla sarılmak en erdemli yoldur.
Kaynaklar
Kansu, Işık, “Anadolu’da Kitapçılar Vardı”, Ankara Kulisi, Cumhuriyet Gazetesi, 24 Ağustos 2015
http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist
Yılmaz, Bülent, (2001), “Avrupa Birliği (AB) Ülkeleri ve Türkiye’de Halk Kütüphaneleri: Niceliksel Bir Karşılaştırma”, Türk Kütüphaneciliği dergisi, S. 15-4