Tuncer Uçarol’un anısına.
Emeğin sanatla somut ilişkisini olasıdır ki mağara resimlerinden, saban, haşhaş gibi etkili nesneler, büyük tarihsel ya da söylenbilimsel olaylar konulu kabartmalardan; yazınla (edebiyat) ilişkisini ise sözgelimi Hesiodos’un İşler ve Günler adlı görkemli yapıtından başlatmak olanaklıdır. Bu ilişki günümüze değin güçlenerek sürmüştür. Nedeni ise bir yandan insanlığın emekle uygarlaşması, erdem kazanması, eğitilmesi; diğer yandan da emeğin şiddetlenen bir sömürü ilişkisiyle birlikte var olmasıdır.
Ortaçağ da (kilise) içinde olmak üzere uzun bir dönem var ki insan emeği dinsel yapılar kurmak amacıyla sömürülmüştür. Şanlıurfa Göbeklitepe kazılarından ortaya çıkarılan dünyanın ilk dinsel yapısı, toplayıcılık, avcılık dönemine kayıtlanmasına karşın toplulukların inanç, tapınma nedeniyle bir araya geldiğini, dönemine göre karmaşık sayılabilecek tapınakları yaptığını belirlemiştir. Bu çok ilginç bir sonuçtur. Çok sonraki dönemlerde yapılan Mısır piramitlerini, İon, Yunan, Hint, İnka sayısız uygarlığın; tek Tanrılı dinlerin egemenlerinin yaptırdığı tapınakları (yapımları onlarca yıl süren kilise şapel, cami…) anımsatmak bile yeterli.
Kuşkusuz sözkonusu ikinci olgu aynı zamanda acı, kıyım, yoksulluk demektir. Köle emeğinin sömürüsü tarihin eski dönemlerinden, neredeyse günümüze değin eşitsizlik ilişkisinin en alçakça biçimlerinden oldu. (Alçakça olmayanı yoktur ya o ayrı konu). Özellikle Amerika’da, Afrika’da yaşanan ırkçılık üzerine; topraklarından koparılan siyahların köle olarak yüzyıllarca çalıştırılmaları, yaşanan dile gelmez acılar üzerine birçok roman, şiir, oyun, deneme yazıldı. Giderek ABD’de günümüzde bile zaman zaman “siyah yazını” “siyah sanatı” diye sınıflandırılan bir alan vardır.
Emek izlemli, belirgin güzelduyusal, deyim yerindeyse klasikleşmiş nitelikte yazın yapıtları, derebeylik düzeninin çözülüşü sonrasında; buhar gücünün kullanıma sokulması ardından başlatılan endüstri sürecinde ortaya çıktı. Charles Dickens, kırdan kente akın akın göçen kitlelerin neredeyse karşılıksız çalıştırılmasını yapıtlarının odağına koyar. Çalışma koşulları korkunçtur. Çocuklar, kadınlar acımasızca, bedenin katlanamayacağı saatlerce çalıştırılır. Barınak bile denemeyecek yerlerde, sağlıksız çevrelerde yaşamak zorunda kalır. Dickens’ın güzelduyusal tanıklığı eşsiz değer taşır.
Emile Zola Germinal adlı yapıtında benzer evrensel tanıklığı Fransa özelinde kalıcılaştırır. Germinal’de dayanılmaz sömürüyü içten içe direniş izlemiyle birlikte anlatır. Victor Hugo özellikle Sefiller adlı büyük yapıtıyla insanlığı sarsar. Jean Valjean için şöyle yazar yapıtın bir yerinde: “Tersaneden çıkarken, mezardan çıkmış gibi sevindi. Ancak, bu sevinci buruk bir acıya dönüştü. Bu mezardan farksız yerde, çalıştığı on dokuz sene müddetle -pazar ve bayram günlerinin ücreti olarak- yüz yetmiş frank alacağını hesaplamıştı; fakat müdür ona sadece yüz dokuz frank on beş solda vermişti. Jean Valjean, gerisine ne olduğunu sorduğu zaman, adam çok sinirlenmiş, azarlayarak vergiye kestiğini söylemişti. Kürek mahkûmundan vergi! İtiraz etse, devlet memuruna hakaretten birkaç yıl daha hüküm giyebilirdi!” Valjean’ın yıllar sonra varsıllaştığında koruduğu, eğitim sağlayıp büyüttüğü Cosette içinse yine şöyle yazar Hugo: “Ne devlete ne de topluma güveni kalmıştı. Tersanede müdür, fabrikada patron onun emeğini çalıyor, fakat kimse gelip yakalarına yapışmıyordu. Oysaki kendisi bir ekmek çaldığı için beş sene kürek cezasına mahkûm edilmişti. İçi kin dolu olarak oradan ayrıldı.”
Stendhal dönüşümün, özgürlük arayışının romancısıdır. Gogol’un Ölü Canlar’ı ayrı düşünülebilir mi? Köylüler köyleriyle satılır. Yeni sahibin, derebeyinin köleleridir.
Maksim Gorki’nin yapıtları anamalcılığa karşı direniş tinini de üst düzeyde barındıran yapısıyla, emek yazınının doruklarında yer alır. (Ana, Benim Üniversitelerim, Foma, Ekmeğimi Kazanırken, Bozkırda…) Solohov ise kır insanının emeğini anlatan, yücelten yapıtlarıyla benzersiz güzellikler yaratan romancıdır. Tolstoy’un Diriliş’i tüze (hukuk) düşüncesi üzerinden derinlikli, boyutlu, etkili çözümlemeler sunar.
Birçok yapıtla, yazarla örnekleri çoğaltmak olanaklı.
Tartışma içerikli sayılabilecek bir savımla şimdilik sonlandıralım: Emeğin yüceltilişinin yazına bunca yansımasının ana nedenlerinden biri, sömürüye karşı, emekten yana olmanın ahlaksal, erdemsel bir tavır olmasıdır. Bu yaklaşımın üzerinde tarihte de pek durulmadığı gibi, tersine, ezen ezilen çatışmasının ussal çözümlemesini yapan Marks ile Engels de ardından gelen Marksçılar da sözkonusu yaklaşımı “bilimsel” bulmamışlar, yadsımışlardır. Dayanak olarak ise ahlakın göreceliliğini, sömürünün ve buna karşı olmanın bilimsel toplumcu bakışı gerektirdiğini dillendirmişlerdir.
Savım şudur: Tarihsel nitelikteki, emek sömürüsüne karşı savaşımın içinden ahlakı, duyunçu (vicdan), dolayısıyla sanatı, yazını çıkarırsanız, geride büyük olasılıkla “mekanik”ten başka bir şey kalmaz.