Bu hafta İDSO konserini bazı teknik nedenlerle kaydedemiyorum. Bu nedenle bu haftaki yazım maalesef İDSO hakkında olamıyor, ancak göreceli olarak aslında İDSO’nun gelecek kuşak sanatçılarını kaydettiğim başka bir konser üzerine yazıyorum.
23 NİSAN’IN ÖNEMİ.
Mustafa Kemal Atatürk’ün öngörüleri içinde sanırım en önemlisi “çocuklara” yapılan yatırımdır. Bir toplumun geleceği olan çocuklarımız, doğru eğitim, doğru ahlâk içinde yetiştiği sürece gelecekten korkulması mümkün değildir. Bu nedenle, gelişmiş toplumlar çocukların eğitimlerine, dolayısı ile toplumun geleceğine yatırım yaparlar. Modern eğitim sistemleri içinde temel dersler ne kadar önemliyse, kültür ve sanatın öğretilmesi de o derece önem arz eder. Çocukların mutlaka kendilerini ifade edecek bir sanat dalını öğrenmesi amaçlanır.
1923’ten sonra yapılan devrimler içinde Köy Enstitülerinin kurulmasının ve daha sonra bunun yok edilmesinin sonuçlarını bugün maalesef görmekteyiz. Bu konu çok derin ve beni gerçekten çok üzen bir mesele olduğu için buna girmek istemiyorum. Ancak, Atatürk’ün üzerine basa basa söylediği iki şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Bunlardan ilki “Köylü milletin efendisidir.” sözüdür. İlkokul döneminden bu yana duyduğum bu sözün anlamını çok sonra fark ettim.
Neden köylü milletin efendisidir?
Bu sözün siyasal anlamını düşünmekten ziyade, sosyal anlamı üzerine düşünmemiz gerektiğini ya anlamadık ya da anlamak istemedik. Henüz birkaç ay önce yaptığım bir gezide Almanya’nın Köln şehrine trenle giderken, Köln’e yakın köylerden geçerken uğradığımız duraklarda trene binen insanları gözlemledim. Tarım arazileri arasında bulunan köylerden geçiyorduk ve “köylülerin” yaşadığı evleri, sokakları, giyim-kuşamlarını gördüm. Bu insanlar ekip biçiyor, traktör kullanıyor yani normal bir “köylü” ne yapıyorsa onu yapıyordu. Pekiyi benim köylüm ne durumda? İşte bu noktada siz “köylü” dediğiniz insanın yaşam ve eğitim şartlarını bu noktaya getirmezseniz, şehirlere göç etmek ve şehrin rekabeti insanı tüketen şartları altında çocuklarını yetiştirmek zorunda kalan insanların oluşturduğu bir geleceğe mahkûm olursunuz. Köylünün milletin efendisi olması meselesi aslında bu kadar hayati bir sorunun cevabıdır.
SANATSIZ KALAN BİR MİLLETİN HAYAT DAMARLARINDAN BİRİ KOPMUŞ DEMEKTİR.
Atatürk’ün söylediği ve üzerinde ısrarla durduğu bu sözü açıklamaya gerek bile yoktur, zira apaçık ortadadır. Yıllar içinde sürekli değiştirilerek artık ne çocukların ne de velilerin anlayamadığı eğitim sistemi, kültür, sanat, beden eğitimi gibi temel derslerin yok olmasına, çocukların birer robot gibi o sınavdan bu sınava koştuğu, ezbercilik üzerine kurulmuş bir sisteme dönüşmüştür. Bu sistem içinde bazı özel okullar göstermelik de olsa kültür-sanat adına işler yapsa da devletin okullarında bu dersler ya yapılmamakta ya da plastikten flütlerden çıkan kakafonik seslerle, bir müzisyeni bile müzikten nefret ettirecek durumlara neden olmaktadır.
Atatürk’ün bu konuda ivedilikle çalışmaların başlatılmasındaki ısrarının nedeni budur. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün temel noktaları, iki konuda yüzyıllar içinde hiçbir şey yapmamış olmasından kaynaklıdır: Halkın eğitimi ve sanatın yok sayılması. Karanlık çağdan Rönesans’a giden zaman içinde dünyada bu süreç bir şekilde ilerlerken, Osmanlı’da bu süreç ite kaka zorla yapılmaya çalışılmış ancak Batı’daki ilerlemenin fersah fersah gerisinde kalınmıştır. Eski yazılarımdan birinde bahsettiğim, yabancı bir gazetecinin sohbetinde Atatürk’e sorduğu “Çok sesli müziğe geçiş biraz hızlı olmadı mı?” sorusuna verdiği cevap çok nettir. 400 yıl içinde Avrupa’nın sindire sindire geldiği nokta için Atatürk “İşte bizim o kadar zamanımız yok” demiştir ve çok da haklıdır. Kaldı ki bu “çok hızlı geçiş” sadece müzik alanında değil, plastik sanatlar ve diğer alanlarda da olmuştur.
Bu nedenle Atatürk’ün söylediği sözler içinde yukarıda saydığım iki sözünün, aslında toplumun gelişmesi ve “muasır medeniyet” seviyesine ulaşılmasının doktrinleri olduğunu bilmek çok önemlidir.
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ SAHNEDEYDİ.
Yazının esas konusuna şimdi geliyorum. 19 Nisan gecesi Fulya Sanat Merkezi’nde Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın orkestra ve korosu bir konser verdi. Konseri çok yakından tanıdığımız şef Antonio Pirolli yönetti. Koronun şefleri ise Gökçen Koray ve Seval Irmak’tı. Piotr İlyiç Çaykovski’nin Op.48, Do Majör Yaylı Çalgılar İçin Serenadı ve Franz Schubert’in D.167, 2 numaralı Missa’sının seslendirildiği konsere, soprano Gamze Ayaydın, tenor Anıl Önder ve bas Emre Güngör solist olarak katıldı. Bu arada orkestranın çalışmalarını Can Okan ve Antonio Pirolli ile birlikte yaptığını da notlarımıza ekleyelim.
Öncelikle mikrofon plasmanı için sahneye geldiğimde provada olan orkestrayı görünce gerçekten gözlerime inanamadım. Yaşları 18’i geçmeyen gençlerden oluşan okul orkestrası, Pirolli yönetiminde öylesine konsantre biçimde prova yapıyordu ki, çıkan tınılar beni hem mutlu etti hem de mezun olduğum okulun orkestrası ile bir kez daha gurur duydum.
Ama esas şaşkınlığı konserin ikinci yarısında sahneye çıkan okul korosunu görünce yaşadığımı söyleyebilirim. Yine, yaşları 18 bile olmayan gencecik koronun, Schubert’in Missa’sı gibi bir eserin altından nasıl başarı ile kalktığını size anlatmam mümkün değil.
Burada yılların deneyiminin yani Sayın Gökçen Koray ve Seval Irmak’ın çabalarının nelere kadir olduğunun altını çizmem gerekiyor. Koray-Irmak kardeşlerin bu ülkenin korolarının gelişmesine verdikleri emekleri bizzat yaşayan biri olarak, bu değerli insanların gereken imkânlar sağlandığı taktirde neleri başardığını dün gece bir kez daha gördüm. Genç koronun entonasyonu, profesyonel korolardan farksız bir şekilde, orkestra ve solistlerle mükemmel bir denge içinde tınladı.
Çalışmalarını Caner Akın ve Evren Ekşi ile yapan konserin solistleri, Gamze Ayaydın, Anıl Önder ve Emre Güngör ise çok yakında isimlerini profesyonel alanda duyacağınız isimler olacak.
M.S.Ü.D. Konservatuarındaki öğretim görevlisi, doçent hâttâ profesör olan arkadaşlarımın başarıları ile gurur duyarken, bir yandan da umarım bu yazdıklarımı okuyup değerlendirirler. Bizim kuşağı eğiten hocalarımız, doğal olarak alanlarımızda en iyisi olmamız için çaba gösterdiler. Ancak konservatuar kurumları sadece solist yetiştirme amaçlı kurumlar olursa geleceğin orkestra ve oda müziği sanatçılarını nasıl yetiştireceğiz? Okul orkestralarında yetişen öğrencilerin gerçekten bir solist gibi orkestra repertuarı ve deşifraj derslerine yoğunlaşabilmesi gerekiyor. Yurt dışında eğitim alma ve orada yaşama olanağı bulamayan öğrencilerin bu ülkede çalışma alanı seçeceğini düşünürsek, hayatını kazanmak için muhtemelen orkestra sınavlarına girecektir. Ancak bilinmelidir ki, orkestralar “ben solist olamadım, bari orkestraya gireyim” yerleri değildir. Yeri gelir öyle eserleri çalarsınız ki, keşke konçerto çalsaydım dediğiniz olur. Bu nedenle bu alt yapıya sahip öğrenciler yetiştirmek gerekiyor. Sistem değişti mi bilmiyorum, benim okuduğum zamanda Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda öğretmen olmak için gerekli pedagojik formasyon dersleri M.S.Ü.D. Konservatuarı’nda yoktu. İ.T.Ü. Türk Müziği ve Halk Müziği Konservatuarı’nda ise vardı. Mecburen dışarıdan sertifika almak durumunda kalmıştım. Konservatuarda klâsik müzik okuyan biri orta okul ve liselerde müzik dersi vermemeli mi diye düşünüldü acaba? Umarım bu eksiklik artık düzeltilmiştir. Her yıl onlarca mezun veren konservatuar kurumları, öğrencilerinin gelecekte eğitimli işsizler olmaması için mümkün olan her alanda yeterli donanıma sahip öğrenci mezun etmek zorundadır.
M.S.Ü.D. Konservatuarındaki genç arkadaşlarımı ve onları yetiştirenleri bir kez daha kutluyor, bu konserlerin geleneksel hâle gelmesini umuyorum.
Bir 23 Nisan geleneğidir, gençler büyüklerinin yerlerini alırlar. Gelecek hafta İDSO konserlerine devam…
Herkese sanat dolu bir hafta dilerim.
MEHMET SUNGUR
22 Nisan 2013