Sanat ortada kaldı, gündemdeki
tartışmalar köşeye tarihi koydu. Bu son olsun!
Osmanlı tarihi bizim mirasımız… Peki, mirasımızın ne olduğunu ne ölçüde biliyoruz? Genellikle, pek de bilmeden ya toptan övüyoruz, ya da tümüyle yeriyoruz. Toptancılıktan vazgeçince de bir kısmını beğenip kalanını “istemeyiz” deme lüksümüz yok. Günahıyla sevabıyla Osmanlı atalarımızı tanımak; bugünümüzü anlamak, yarınımızı tasarlamak için gerekli…
“Şalvarı şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekmede yok, biçmede yok/ Yemede ortak Osmanlı”… Yaşayışıyla da, diliyle de halktan kopuk olan Osmanlı’nın halkıyla ilişkisini anlatır bu sözler… Ne dersiniz, Cumhuriyet’e aktarılan (ya da gizlice sızan) Osmanlı mirası içinde halktan kopukluk da var mı?
Batılıların tarih boyunca çokça “Türk” olarak andıkları Osmanlı, Türklerin kurduğu bir İslam devletiydi, doğru. Hele Sultanlar Hilafeti üstlendikten sonra Sünni bir İslam devleti olarak dünyadaki yerini pekiştirdi. Ama zaten, son yüzyıllara kadar, ulus kavramı ne gezer, bütün dünyada dincilik vardı. Yine de Osmanlı’nın gözünde her Müslüman eşdeğer değildi: Osmanlı yöneticileri, Yörük Türklerle Kürt aşiretlerini hor görürlerdi. Osmanlılaştırılan gayrimüslimler ise İslam dinine Mevlevilik ve Bektaşilik kapısından giriyorlardı.
Şimdi, Osmanlı deyince bir düşünelim bakalım, somut olarak kimler geliyor aklımıza?
Nedense, benim aklıma önce İbrahim Müteferrika geliverdi. Alman Gütenberg’den 300 yıl sonra Osmanlı’da ilk Müslüman matbaasını kuran, Macar’dan dönme bu büyük Osmanlı’nın mezarı İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nin haziresindedir. Mevlevi’ydi kendisi… Hemşehrisi, Osmanlı’da ilk çağdaş itfaiyenin kurucusu Kont Ziçini ya da Seçeni Paşa da öyle…
Daha eskilerden bir büyük devlet adamını anımsıyorum: İstanbul’da Divanyolu’nda yaptırdığı kütüphane hâlâ hizmet veren Köprülü Fazıl Ahmet Paşa… Rahmetli şaraba fazla düşkündü; ölümünü ona bağlarlar…
Padişahlardan Mevlevî Sultan Reşat da halim selim bir atamızdı…
Bektaşiler deyince tümü Bektaşî olan yeniçeriler geliyor akla… Yeniçeri atalarımız… Son zamanlarında maaşlarını düzenli alamayınca kazan kaldıranlar… Daha önce de protestolarını kazan kaldırarak yaparlardı: Örneğin, Gedik Ahmet Paşa, Cem Sultan yanlısı olduğu kuşkusuyla idam edildiğinde de ayaklanmıştı yeniçeriler. Gedik Paşa (İstanbul’un Gedikpaşa semtine adını veren, Afyon’daki külliyesi hâlâ ayakta olan atamız), Rumelihisarı’ndaki burçlardan birine adı verilen Zağanos Paşa gibi Fatih’in Rum asıllı paşalarından biriydi. Hem Osmanlı donanmasının başına getirilmiş, hem sadrazamlık yapmıştı.
Osmanlı’yı Osmanlı yapan devşirme atalarımız… Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemlerinin onca Osmanlı paşası içinde kökü Avrupa’da olmayanların sayısı devede kulak kadar denirse abartılmış olmaz sanırım. Ders kitaplarında en çok anlatılan, en ünlü sadrazamımız Sokollu Mehmet Paşa’nın babasının sonradan Müslümanlığa geçmiş bir Boşnak beyi olduğunu biliyoruz. Sokollu’nun, anayurduna Drina Köprüsü’nü yaptıran kişi olduğunu da…
Peki, ya Sokollu Mehmet Paşa’nın İstanbul’da hâlâ ayakta kalabilmiş Azapkapı’daki camii ile Sultanahmet’ten Kadırga’ya inen alandaki külliyesini yapan kişi... ? Yüzlerce yapıtını iyi kötü koruduğumuz, sanatında ulaştığı dorukla kendisinden kıvanç duyduğumuz Osmanlı: Mimar Sinan... ? Kayseri’nin bir köyünden devşirildiğini hepimiz biliyoruz. Bektaşi olduğunu vurgulamaya gerek duymuyoruz. Acaba bugün yeniden gözlerini açsa da İstanbul’u neye çevirdiğimizi görse, canına kıyma günahını işlemez miydi?
Sinan deyince, aynı adı taşıyanlardan, yine İstanbul’un bir semtine (Cağaloğlu’na) adını vermiş Cağalazade Sinan Paşa, Osmanlılarla yaptığı deniz savaşında yenilen Cenovalı kaptan Cicala’nın oğlu değil miydi? Üstlendiği görevler arasında kaptan-ı deryalık da vardı. Rahmetli için, anasını özledikçe İtalya’ya sefer düzenlediği dedikodusunu yaparlardı. Serdar olarak gittiği İran Seferi’nde başarısız olunca görevinden alındı. Nasılsa, kellesi gitmedi. Diyarbakır’da eceliyle öldü.
Söz Sinan’lardan açılmışken Sadrazam Koca Sinan Paşa’yı anmadan olmaz. Arnavutluk’tan devşirildi; Yemen’den Trablusgarp’a, Avusturya’ya kadar pek çok cephede savaştı. Beş kez sadrazam oldu, beş kez görevden alındı bu rahmetli atamız.
Celali isyanlarını bitiren ünlü sadrazamımız Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa’ydı.
Irkçılık ya da mezhepçilik yapmak için değil, yapmamak için verdim bu birkaç örneği…
Osmanlı diyince, bir de şu var aktarmak istediğim: Yıllar önce, bir arkadaşımızdan “Osmanlı’dan Türkiye’ye miras kalanlar” gibi bir konuda konuşma yapması istenmişmiş. Öneriler almak için uğramıştı. Osmanlı’dan bize kalan önemli bir mirasın rüşvet olduğunu söylediğimde kalakalmıştı. Oysa, Fuzulî de demiş: “Selam verdim, rüşvet değildir deyû almadılar”… Osmanlı tarihinin en büyük rüşvetçileri arasında, Kanunî’nin damadı Rüstem Paşa, kızı Mihrimah Sultan ile karısı Hürrem Sultan’ın olduğunu bilmiyor muyuz? Bugün Rüstem Paşa’yı İstanbul’a bıraktığı yapıtlardan Tahtakale’deki, çinileriyle ünlü cami ile anıyoruz. Deveyi havuduyla yuttu ama Koca Sinan’a ısmarladığı pek çok güzel yapıt bıraktı ardında: Eminönü’ndeki külliyesinde yer alan Küçük ve Büyük Çukur Hanlar, medrese ve Üsküdar’daki sıbyan mektebi (Taş Mektep)… Karısı Mihrimah Sultan da öyle: Tarihi yarımadada ve Üsküdar’da onun yaptırdığı camilerin olmadığı bir İstanbul düşünülebilir mi? En azından şimdilik öyle bir tehlike yok, neyse ki!
Her ülkenin tarihinde iyi ve kötü günler, doğrular ve yanlışlar var. Yapılması gereken, övünmek ya da utanmak değil; tarihsel olayları ve kişileri kendi koşulları içinde değerlendirmek… Tarihten korkmamak, tarihten kaçmamak, tarihi çarpıtmamak… *
*Şu günlerde, kafamızın içini düzene sokacak kitap arayanlara, öğrencisi olmakla gurur duyduğum Prof. Taner Timur’un kolay okunan “Osmanlı Kimliği” kitabını anımsatmak isterim.