(Yazı biraz uzun; uzun yazı okunmuyor. Ama söz veriyorum keyif alacaksınız; çünkü konu keyifli!)
Ankara'mızda plastik sanatlarla ilgili sergi sezonu bitti. Artık yavaş yavaş Bodrum'a geçeceğiz. Bu arada plastik sanatların dışındaki sanat olaylarına değinmemizde de bir yasak yok.
Geçen gün 'kış uykusu’ adlı filmi seyrettim.
Sinemadan çıktığımda bir yağmur bir yağmur. Ama yağmurun kabahati yok. Onun fıtratında yağmak var. Belediye işlerinin fıtratında da rögarların altyapısını gözden geçirmemek gibi bir durum var. Koskoca Türkiye başkentinin Konya yolunda, Balgat kavşağında sulara garkolmak varmış kaderde.
Neyse. Filme gelelim. Bildiğimiz gibi Cannes Film Festivalinde’ Kış Uykusu’ birincilik (Palme d’Or; Altın Palmiye) aldı. Otuziki yıl önce Yılmaz Güney’in 1982 yapımı ‘Yol’ filmi ayni ödülü almıştı ve her iki yönetmen de, Yılmaz Güney ve Nuri Bilge Ceylan (NBC), yumruk havaya yapmışlardı. NBC ‘yumruk havaya’yı spontane olarak yaptığını söylemiş. İçinden öyle gelmiş. Demek Y. Güney’in ruhu oralarda dolaşıyordu.
Yazılı, görsel medya bu büyük zafere çok az yer verdi; bazıları ise kasden görmezden geldi. Evrensel sanata düşmanlık ortamı ve zamanesi içerisindeyiz. Evrensel değil yerel kalmak istiyoruz. Kırk yıl once bir Yeşilçam filmi seyretmiştim. Bir özel araba İstanbul sokakları içerisinde gidiyor; önünde arkasında, iki yanında, motorsikletli polisler escort ediyorlar. Meğerse arabanın içerisindeki kişi, yani bir Türk, Oskar ödülü almış. Film bu ya; işte öyle. Yani o zamanlar böyle erişilmez ve büyük zafer gibi görülen şeyler şimdiki zamanın ruhunda, Türkiye’nin zamanının ruhunda pek bir şey ifade etmiyor.
Olsun varsın.
Yola devam, durmak yok!
Ben naçizane ödüllere pek rağbet etmiyorum; fıtratımda yok. Niye derseniz, çünkü ödüllerde çoklu faktörler devreye giriyor. Kabaca toparlarsak, zamanın ruhu, moda eğilimler, siyasi görüşler, özel değerlendirmeler (hadi artık sıra falan beyde/hanımda gibi; ayıp olmasın falan hoca gücenmesin…) Böyle olunca tabii dünyanın en iyi filmini de yapsanız o zamanın içerisinde görmezden gelinebiliyor. N’apalım, bu işler böyle.
Görmezden gelinen çoğu başyapıtlar zamanı gelince suyüzüne çıkabiliyor. Ne var ki sanatçısı da bu dünyadan göçmüşbulunuyor. Yani güneş balçıkla sıvanmaz örneği, gerçek bir başyapıt ödülsüz, ilgisiz kalsa da başyapıt olarak sanat dünyasının içerisine girip tahtına kuruluyor.
Ödüller gene de önemli tabii. Dikkat çekiyor, reklam oluyor; herşeyden önemlisi de ülkenin adı geçiyor ve uygar dünyaya bir pencere açılmış oluyor; hem içeride hem dışarıda. Ülkelerin adı geçince insanın aklına once oranın sanatçıları ve bilim adamları ile büyük devlet adamları geliyor. Örneğin Polonya denince benim ilk aklıma gelen Chopin oluyor. Rusya deyince, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Puşkin, Rahmaninov, Çaykovski…
Bunları yazarken sakın NBC’ yi ve eserlerini küçümsediğim falan sanılmasın. Bilakis çok mutlu oldum ve çok gururlandım.
Başarı cezasız kalmaz. Öyle de oluyo;r NBC ve filmi yerden yere de vuruldu çok büyük övgüler de aldı. Ceza kesen kafileye ben de ufaktan katılacağım. Belki de kıskançlığımdan (!). Sinema sanatçısı (yönetmen) olmak benim de hayalimdi eski zamanlarda.
Önce bilmeyenler için filmin konusuna kısaca değineyim.
Babadan kalma servetiyle Kapodokya’ya yerleşen eski tiyatrocu Aydın (Haluk Bilginer), hizmetçi kadın, vekilharç (Ayberk Pekcan), genç v e güzel eşi Nihal (Melisa Sözen), bir de kızkardeşi Necla’yla (Demet Akbağ) birlikte yaşıyor. Bu üçünün de işi gücü yok. Sıkılıyorlar.
Aydın yerel bir gazeteye yerel sorunlarla ilgili yazılar yazarak kendisini oyalıyor ve yaptığı bu işi de çok önemsiyor. Eşi ise kocasının haberi olmadan hayır işleriyle ilgili bir grup kuruyor o da kendisini öyle var ettiğiini var sayıyor. Kızkardeş de İstanbul’da kocasından ayrılmış, onun üzerine kalkmış buralara gelmiş. O da çok sıkılıyor; ‘kötülüğe karşı koymamak’ adını verdiği bir görüş geliştiriyor. Belli ki altında ezildiği duygusuz ve anlamsız yaşama karşı bilinçaltının geliştirdiği bir özsavunum mekanizması. Kocasında kötü gördüğü davranışlara karşı koymazsa belki kocası nedamet hissine kapılacak ve değişecek; öyle anladım. Aslında bu İsveç sendromuna benziyor. İşkencecinden kurtulamıyorsan onu sev misali. Aydın’la eşinin duygusal bağlılıkları kopalı çok olmuş. Ayni evde yaşayan iki pansiyoner gibiler. Aralarında dialog da yok. Böyle yaşayıp gidiyorlar işte.
Peki her sanat eserinde gerekli olan gerilim öğesi nerede? O da çok geçmeden geliyor. Aydın’ın eşininorganize edip kurduğu yardımsever grubu ortaya çıkıyor. Aydın kızıyor. Gruptaki bir genç öğretmenin karısına kur yaptığı zehabına da kapılıyor ve bozuluyor.
Ayrıca bir de kiracısı meselesi var. Bir aile Aydın’a kiralarını ödeyemiyorlar. Avukatlaı icraya veriyor. Burada da ayrı bir gerilim sözkonusu.
Sonra Aydın ile karısı son bir kez münakaşa ediyorlar. Aydın İstanbul’a gizlice gitmeye karar veriyor. Evden ayrılıyor. Ama tren istasyonunda gitmekten vazgeçip dönüyor; karısına kul köle olmaya karar veriyor; bunu karısına da söylüyor.
Film bir saat onaltı dakika. Bazıları yarıda bırakıp gidiyor; bazıları n’olursa olsun seyrediyor. Benim gibi olanlar da sonuna kadar keyifle seyrediyor.
Evet bayağı keyif aldım.
Aslında bu bir sinema değil de en fazla iki perdelik bir tiyatro eseri de olabilirdi. Çünkü film dialoglara dayanıyor. Oysa sinema dilinde dialogdan çok kişilerin hareketleri, halleri, ifadeleri, duruşları öne çıkar. Dialog ikincil bir öğedir. Filmin ağır giden üslubu bana İsveçli yönetmen İngmar Berman’I hatırlattı. Ama Bergman’da dediğim gibi hareket ve ifade öğeleri baskındır. Bergman’la ortak yönleri ağır bir akış ile dramatic öğeler; insan ve varoluş sorunları.
Varoluş sorunları deyince yazar Oğuz Atay ve onun ünlü romanı ‘Tutunamayanlar’ aklımdan geçti. Bence Oğuz Atay ülkemizin ilk ve gerçek varoluşçusu (egzistansiyalisti). Romanında hayata tutunamayanları anlatır. Ama bu tutunamamazlık beceriksilik ya da bir çaba sonucu başaramamak değil; hayatın anlamsızlığının ayırdında olarak bu hayattan vazgeçmek. Belki de sufilerin vazgeçiş halleri gibi. Oysa ‘kış uykusu’nda mana aramayan insanların sıkılmaları var; buna karşın elleri kolları bağlı kalm durumları var. O zaman ne yapıyorlar; durumu kabulleniyorlar; duruma biat ediyorlar. Sıkılmanın, çaresizliğin dayanılmaz cazibesine kendilerini bırakıyorlar; Kış Uykusuna yatıyorlar. Artık onlar vücutları toprak olana kadar kış uykusunda olacaklar. Uyku sırasında gelen mutlu bir ölümle göçüp gidecekler. Soğuktan donarak tatlı bir duyguyla ölüme teslim olan insanlar gibi. NBC bu durumu bir nevi avlanmaya benzetyior. İnsanları mensup oldukları sınıf ve sosyal düzeyleri kaçarken bile avlıyor ve kafese tıkıyor.
Filmin jeneriğinde esinlenen yazarların isimlerine yer veriliyor. Çehov, Dostoyevski ve Shakespear’dan alıntılar var. Örneğin; ‘Vicdan, güçlüleri sindirmek için korkaklar tarafından icat edilmiş bir kelimedir’ (Shakespear). Çehov’un da ‘Üç Kızkardeş’inden alınma; ‘biz senin çok başarılı olacağını sanıyorduk’ mealinde bir söz… Dostoyevski’ den Kaaramazov Kardeşler’den …
Zaten NBC kendisi de kısa Çehov hikayelerinden esinlendiğini söylüyor. Çehov’un alaycı üslubunu seviyor.
Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki de çok başarılıydı. Özellikle, belki de benim karakterime de uygun geldiği için hoşuma gitmiş olabilir, iç mekanlarda kullanılan loş ışıklar, abajurların verdiği ışığın dramatic öğeler yakalaması…
Yönetmenin sinema dili enteresan Şöyle ki, detaylara önem veriyor. Örneğin ne bileyim hizmetçi kadın geçerken masadan filmin direkt konusuna girmeyen bir obje alıyor gidiyor. Ya da biri yere eğilip bir şey yapıyor. Kel alaka. Oysa tiyatro tekniğinde bilinen bir teknik bir deyiş vardır; ‘eğer duvarda bir silah aıslıysa o silah mutlaka oyunun bir safhasında kullanılır ve patlar’. Dolayısıyla sinemada konuyla ilgisi olmayan gereksiz detaylara böyle seyircinin gözüne sokularak girilmez. Ne bileyim bir at varsa ona binilir.
At demişken filmdeki attan sözetmeden geçmek olmaz. Bu benim eleştirilerimden biri. Bir vahşi at yakalanıyor. Niye yakalanıyor, belli değil. Film boyunca bu atın ne iş yaptığı, ne halde bulunduğuyla ilgili hiçbir şey yok. İyi kardeşim de o zaman ne diye bu atı yakaladınız? Aydın, İstanbul’a gitmeye kalktığında atı salıveriyor. Bir tek bunu görüyoruz. Terki diyar etmeden vazgeçtiğinde ise bir tavşan öldürüyor.
Atın yakalanışı, çektiği acılar uzun uzun gösteriliyor: Peki ama neden? Filmin sonlarında da Aydın’ın vurduğu tavşanın ölü bedeni de uzunca bir sure kameranın çekim alanında. İyi de niye? Aydın’la, Necla’yla, Nihal’le ne ilgisi var? Kış uykusuyla ne alakası var? Hani şöyle geçilip gidilse bir derece. Ama uzun uzun seyrediyoruz bu işkenceleri. Neye yoracağımızı bilmiyoruz.
Bu sahnelerden ötürü eksantrik çıkışlarını bildiğimiz Orhan Kural hayvanlara işkence edildi gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduktan başka bir de Altın Palmiye Festival Komitesine bir kınama mektubu göndermiş!
Gelelim kızkardeş Necla’ya. O da ruhi bunalımlarını bir süre aktardıktan sonar filmin dışına yuvarlanıyor. Onun bu donmuş statükoya biat edip etmediği belli değil. Kış uykusuna yattı mı yatmadı mı? Necla’yı bir daha görmüyoruz.
Sonra, Aydın’ın karısına asıldığına inandığı öğretmen bir daha bu konumda olmuyor; üç erkek şarap içiyorlar; orada bambaşka bir karakter olup ortaya çıkıyor; tam kel alaka. İnsicam (tutarlılık) yok. Karakter çizimini sökemiyorsunuz.
Aydın’ın karısıyla anlaşmazlığının başını da anlayamıyorsunuz. Nasıl başladı, ne tetikledi; yok. Hiç olmazsa bir yatak sahnesi olsa belki daha çok şey anlatabilirdi.
Aydın karakterinin de ses tonundan rahatsız oldum. Abartılı ve yapmacık bir yumuşaklık. Herhalde aydın olmaya çalışan bir yarıaydın sesi vermek istenmiş. Ama olmamış.
Aydın alıp başını kaçmak, İstanbul’a gitmek istiyor sonunda. NBC’nin eşi Ebru Ceylan, ki senaryoyu kocasıyla birlikte yazmışlar, diyor ki Tempo mecmuasına verdiği söyleşide, ‘kaçamazsın, biz kaçılamayacağını çok önceleri Kavafis’den öğrenmiştik’.
Konstantinos Kavafis (1863-1963) babası İstanbul Yeniköylü. İskenderiye’ye yerleşmiş. Kavafis orada doğmuş. Anladığım, Ebru Ceylan, Kavafis’in ‘Şehir’ adlı şiirine gönderme yapıyor:
‘Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.’
(Cevat Çapan’ın çevirisi)
Nitekim bu gerçeği Aydın da anlıyor son anda ve istasyonda kendisini bekleyen İstanbul trenine binmiyor.
Ebru Ceylan, ‘senaryoyu yazarken zaman zaman birbirimize küstük’ diyor Tempo’ya.
Şimdi ben de bu Bergman’vari psikolojik derinlikli dialogları senaristlerimiz nereden buldular diye içimden geçiriyordum ki bu sözle birden aydınlandım. İşte birbirlerine küsüp şiddetli münakaşalar yaptılarsa onlara yaramış. Zannımca o münakaşalarda geçen dialoglar belki de ayırdında olmadan onlara yol göstermiş. Çünkü karı koca arasında münakaşalar geçmeden, gerilimler yaşanmadan filmde geçen dialoglara ulaşılabilineceğini sanmıyorum. Yaşamak lazım. Orta yaşı biraz geçen insanların gerilimlerini henüz genç sayılabilecek bu çift nasıl bilebiliyor diye bayağı meraklanmıştım.
NBC genelde filmlerinde orta anadolu kent ve kırsalını seçiyor. Belki de ülkenin tam ortası diye. Ülkenin bütün kültürlerinin rezümesi belki. Belki de Türkiye’yi en iyi anlatan tipik öğeleri bu alemde buluyor.
Bize sıradan gelen yaşam biçimleri, adetler, hal ve davranışlar, objeler vs Batılıya ilginç geliyor olabilir. Ne de olsa onların kanında oryantalizm illeti vardır. Filmin Festivalde bu denli ilgi görmesinin altında belki bu eğilim de mevcuttur.
"Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türk gençlerine adıyorum" demiş NBC. 2008’deki Festivalde ‘Üç Maymun’ adlı filmiyle ödül aldığında da ‘"Bu ödülü birisine adamak istiyorum: Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme. Demişti.
Kutluyoruz.
Film, Türk, Alman ve Fransız yapımı.
Ha bir de diyor ki NBC, ‘…başarımın nedeni yalnızlığım; yalnızlık üretime geçiyor’.
Doğrudur; doğrudur da NBC yalnızlıktan neyi kastediyor, bilmemiz lazım. İnsan niye yalnız olur? Mensup olacağını hissettiği bir camia, aile vs olmadığı zaman; ihanete uğradığı zaman; kederini mutluluğunu, başarısını, yenilgisini paylaşacak kimsesi olmadığı zaman; hastalık, parasızlık… gibi durumlarda kendisine el uzatacak biri bulunmadığı zaman… Bir de sevgisizlik. Sevilmek bir yana en kötü yalnızlık sevecek birisinin, bir şeyin bulunmaması. Tabii NBC’nın yalnızlığının nereden kaynaklandığını bilemiyoruz. Acaba kafasındaki düşünceler sadece kendisine kaldığı için mi? Bu yüklerden ürün vermek suretiyle kurtulduğu için mi?
Aslında yalnızlık diye bir şey yoktur. Neden mi? Çünkü insan sürekli yalnızdır; her an. Etrafında kimve kaç kişi olursa olsun. Hep ama hep kendi kendisiyle birliktedir. Bu her insan için ağır bir yüktür; kendi kendisiyle olmak. Çoğu insan kendi kendisiyle başbaşa olduğunun ayırdında bile değildir. Onu sıkıntı kelimesiyle ifade eder. Ne dedim; yalnızlık diye bir şey yoktur. Çünkü devamlı içerisinde olduğunuz için karşıtı olmayan bir kavram tek başına zaten dialektik açıdan varlık kazanamaz.
İnsan sürekli sıkılır. Rüyalarımızdaki ‘ben’ ler hariç. Hiç rüyanızda sıkıldığınızı ya da kendinizi yalnız hissetiğiniz oldu mu? Olmaz çünkü dediğim gibi yalnızlık ve sıkılmak aldanmacadan başka bir şey değildir. Rüyalarımız ise sahicidir.
Şimdi can alıcı noktaya gelelim. NBC hakiki mi, ilüzyonist mi?
Bütün eksikliklerine, ‘sehven’ (!) yaptıklarına karşın o bence bir deha. Belki kendisi de ayırdında olmadan filmlerinde özellikle bu ‘kış uykusu’nda seyirciyi kendi kendisiyle hesaplaştırıyor. Artı, dönüştürüyor. Ben şahsen bunca yaşıma, deneyimlerime bakmaksızın bunları filmi seyrederken yaşadım. Zaten bir yerlerde okuduklarımdan hatırladığıma gore filmlerinde rol alanlar da değişim ve dönüşüm geçiriyormuş. İşte sanatçı demek değişimi ve dönüşümü sağlayan bir büyücü demektir.
monad balkan, 7 temmuz 2014 ankara