AKM üzerine yazımdan sonra anılarım beni gerilere götürmeye devam etti. İlk konsere gidişimi hatırladım. Sanırım 1977 yılıydı. İlk keman derslerimi veren dedem Arif Şahap Öktem aynı zamanda ilk konser arkadaşım olmuştu.
AKM'nin o sihirli dünyasına girdiğim günü hâlâ en canlı şekilde hatırlıyorum. O merdivenlerden çıkışımı, salona girişimi, hâttâ salonun kendine has kokusunu bile. Farkında olmadan mikrofonlarla tanıştığım ilk gün de işte o gündü...
"Bunlar ne dede?" diye sormuştum, o da "onlar mikrofon" demişti. "Bizim dinlediğimiz konseri kayıt ediyorlar sonra da radyoda yayınlıyorlar. Çok hassas aletlerdir. Senin çıkardığın en ufak sesi bile duyarlar. O nedenle konser boyunca çok sessiz olman gerekir." demişti.
Küçücük çocuktum, o ilk konserde mecbur olmasam nefes bile almayacaktım. Ahhh o mikrofonlar...
İlk konserde ne hissettiğimi başka bir yazıda anlatırım. Asıl olay beni çok etkileyen bir şeyin içinde olup, hissettiğim coşkuya doğal tepkim olan alkışlarımla cevap vermek istemem sırasında oldu. Bir anda dedem ellerimi tutup alkışımı o an kesti. Gözlerindeki bakışı hala unutamıyorum. Sessizce "alkışını en sona sakla ve ben alkışlayınca alkışla..." dedi.
Ders biiiiir.
Alkışlar eser bitince.
O dönemler muhteşem bir dinleyici kitlesi vardı. Eserlere hâkim, İstanbul'da nerede klasik müzik konseri varsa oraya gitmeye çalışan bir kitle. Az da olsa bölüm aralarında alkışlamak isteyen dinleyici olursa onu şeften önce îkaz eden bir dinleyici kitlesi.
Son yıllarda her şeyde olduğu gibi dinleyici kitlesi de değişti. Klasik müzik dinleyicisinin bir kısmı da bir dönem evine kütüphane yaptırıp içine metre ile kitap kapağı dekoru koyan sözde okumuş insanlara benzedi. Konsere gelip konseri dinlermiş gibi yapan bir kitle...
20 yıldır kayıt yapan bir tonmayster olarak size bölüm arasında gelen alkışın benim için nasıl bir felaket olduğunu anlatmam o kadar kolay değil ama en kestirmesinden şunu söyleyebilirim: Bölüm biterken uzayan notaları düşünün, müzik devam ediyor.
Birden alkış giriyor... Dur be kardeşim, biraz dur lütfen...
Müzik orada, hâlâ orada, sen duymasan da orada...
Şimdi daha kolay ifade edilen bölüme geçelim. Müzisyen gözü ile bölüm arasında gelen alkışa...
Düşünün, bir solist, bir orkestra. O eseri icra etmek için günlerini, haftalarını hâttâ aylarını vererek çalışmış.
Konser zamanı gelmiş. Her şeyi ile konsantrasyonu sağlamış. Eseri çalmanın dışında kendi dünyasına girmiş. Eserin bölüm sonuna geldiğinde birden bir alkış... BİTTİ...
O solisti, o orkestrayı, o şefi o dünyadan çıkarttınız.
Hiç düşündünüz mü neden konser programlarına eserin bölümleri yazılır?
Dinlediğiniz eser bölümlerden oluşan bir bütündür ve siz o bütüne alkışlarınızla müdahale etmeyin diye yazılır. Alkışlamak istiyorsanız o bütünün tamamlanmasını beklemeniz lazım diye yazılır.
Bu en kestirmesinden, söyleyecek bir sözü olan insanın sözünü ağzına tıkmakla eş anlamlıdır.
Türkiye'de en kısa zaman dilimi, trafik lambasında yeşilin yanması ile arkanızdaki aracın korna çaldığı andır.
Bunun gibi eser biter bitmez alkışı yapıştıran bir konser dinleyicisi olmanız size "En İyi Dinleyici" ödülü de kazandırmaz.
Bu nedenle lütfen eser bitene kadar bekleyin. Şefi izleyin. Unutmayın orkestra ve solist şefe tâbi olduğu gibi dinleyici olarak siz de ona tâbisiniz.
Ve eserin bulunduğunuz mekânda yankılanıp sönmesine izin verin.
Sessizlik de müziğin bir parçasıdır...