Günümüzden otuz yıl önceleriydi. Benim “Düldül” dediğim, halk arasında “Tosbağa” olarak bilinen arabamla hemen her yıl Ankara’dan Samsun’a gider, oradan da Trabzon’a geçip sonra aynı yoldan dönerdim. Eylül ayı sonları ve Ekim başlarında Karadeniz kıyıları, henüz sonbahar renklerine dönüşmezdi. Sahil yolu boyunca sağ tarafımdaki tepeler, koyu yeşil bir orman şeridiyle kaplı olur, solumda ise masmavi rengiyle Karadeniz uzanırdı. Hayır, ben yalnızca mavi ile yeşilin arasında değildim: Önüme baktığımda da mavi ile yeşil birlikte görünürdü. Çünkü çoğu yerde birleşirdi bu iki renk. Onların uyumu öylesine bir dokunulmazlık kazanmıştı ki, bu ikisine başka bir rengin katılması herhalde olanaksızdı. Sorardım kendime: Mavi ile yeşilin yanına hangi renk yakışabilir? Cevabını bulamazdım. Bu güzel Karadeniz gezisinden sonra eve döndüğümde bir kez, Faik Sabri Duran’ın babadan kalma Büyük Atlas’ının son sayfalarında yer alan ülke bayraklarındaki mavi ve yeşil renklerin yanına hangi rengin konduğunu araştırır, orada da bulamazdım! Besbelli ki mavi ile yeşil, başka bir rengi kabul etmezdi arasına…
Karadeniz kıyılarındaki bu yolculuğum, ilk birkaç yıldan sonra, Trabzon’a varmadan, Akçaabat’ta sona ererdi. Çünkü bu ilçeye, Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne bağlı olan Eğitim Fakültesi’nin Müzik Eğitimi Anabilim Dalı yerleşmişti. Okul yönetiminin isteği üzerine, ben oraya ders kitapları olarak hazırladığım kitaplarımı götürürdüm. Bu konularda seçenek olabilecek başka kitap bulunmadığından, ayrıca öğrencilere güvenerek ödemeyi ileriki aylara bıraktığım için, kitaplarım kapışılırdı.
Sonra yine aynı sahil yolundan Samsun’a döner, oradan evimin olduğu Ankara’ya ulaşırdım. Bu dönüş yolu, yine mavi-yeşil güzelliklerin arasından geçmesine karşın, aynı heyecanı uyandırmazdı bende. Çünkü siz de bilirsiniz ki, bütün “dönüş”ler ya da “geriye gidiş”ler, insana ters gelir.
Oysa, Samsun’dan yola çıkıp Trabzon’a doğru gitmenin bambaşka bir güzelliği vardı. Yol boyunca birçok kentten geçerdim: Fatsa, Perşembe, Ordu, Giresun, Beşikdüzü, Akçaabat, Trabzon…
Büyüklü küçüklü bu kentlerin içinde Giresun, daha bir hoşuma giderdi benim. Yemyeşil bir yerdi ve bu kent, sanki denize girmek istiyormuş gibi, soyunup kıyıya kadar gelmişti. Aklımdayken söyleyeyim: O zamanlar Giresun’un dişli bir futbol takımı yoktu. Oysa son yıllarda adını duyuran bir Giresun takımı var. Adı da şöyle: Akın Çorap Yeşil Giresun Belediyesi!
Bu uzun ad, şunları getiriyor aklıma: Kulübün maddi destekçisi olan “Akın Çorap”, herhalde bir çorapçı dükkânı değil, sağlam çoraplar üreten bir firma olmalı. Öte yandan belediyenin de “Yeşil Giresun” adını taşıması yerinde. Çünkü gerçeği açıkça belirten bu ifadeyi çok görmemeli! Denizin kıyısına kadar inip denizle birleşmek isteyen yeşil bir kenttir Giresun. Belediye bu gerçeği neden yansıtmasın? Ve neden bu özelliği koruduğunu belirtmesin?
Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Zonguldak’tan Rize’ye kadar bütün Karadeniz kentleri, futbolu iyi oynar! Buradaki “oynamak” sözcüğünden halk oyunlarına geçeceğimi sanmayın. Çünkü Karadenizli oynamaz, horon teper!
Rize’ye yolum hiç düşmedi. Orada doğa, daha az bozulmuş olmalı… Öteki Karadeniz kentlerine göre, yeşili daha bir yeşil, mavisi daha bir mavi olduğunu düşünüyorum. Şu da var ki, Rizeliler tarafından çıkarılan bir kültür-edebiyat dergisinin adı “Mavi Yeşil”dir ve bu ad tam yerine oturur! Sabahtan beri konuyu buraya getirmek istiyorum, fark etmediniz mi?
İsterseniz reklam bilin! “Mavi Yeşil”, düzeyli bir kültür ve edebiyat dergisidir. KIYI adlı kadim Trabzon dergisinin yanı sıra, Karadeniz’in batısından doğusuna, günümüzde bu düzeyde başka bir kültür edebiyat dergisi olduğunu sanmıyorum. Bu da bir ölçü sayılmaz mı?