Kullanıma açıldığı 1976 yılında mimari anlamda bir ‘skandal’ olarak karşılanmış olan Paris’teki ünlü Georges Pompidou Modern Sanatlar Merkezi, o zamandan beri öncü sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan bir kurum halini almış durumda. Sabit çağdaş sanatlar sergisinin yanında sürekli olarak, birden fazla temalı sergiye, birçok sanat ‘olayı’na sahne olan Pompidou Merkezi’nin önemli bir özelliği daha var: Çağdaş müziğin temel kurumlarından biri olan, IRCAM’a da (Institut de recherche et coordination acoustique/musique – Akustik/müzik araştırma ve eşgüdüm kurumu) ev sahipliği yapıyor.
IRCAM çağdaş müziğin yaşayan efsanevi ismi Pierre Boulez’in öncülüğünde kurulmuş, dünya çapında üne sahip, deneysel ses ve müzik üretmek isteyen sanatçıları buluşturan saygın bir kurum. IRCAM’ı yalnızca bir konser mekânı olarak görmek doğru değil; IRCAM’ı müziğin üretimi, müzik araştırmaları ve müzik belleğinin aktarımı gibi üç temel görev üzerine inşa edilmiş, kapsamlı bir anlayışın sonucu ortaya çıkmış bir ortam olarak tarif etmek daha doğru olacaktır. 19. Yüzyıl burjuva estetiğinde birbirinden iyi ayrılmış ve kavramsal ölçüleri iyi ayarlanmış sanat dalları yaklaşımından farklı olarak, çağdaş müzik, diğer sanat dalları ile alış-verişi dışlamayan, onları ikincilleştirmeden üretime dönüştüren bir temel yenilikçiliğe de yaslanır. O yüzden edebiyatı, dansı, tiyatroyu, görsel sanatları bir bütün olarak gören bir müzik anlayışını, bugün dünyanın önemli çağdaş müzik merkezlerinde gözlemleyebiliriz; IRCAM’ın tavrı da bundan farklı değil.
Nitekim bu yaklaşım doğrultusunda düzenlenen ‘geniş spektrumlu’ bir festivale rastladık: Mani-Feste 2014. 11 Haziran – 10 Temmuz tarihleri arasına yayılan festivalde, birbirinden çok farklı etkinlikler yer alıyor. Çağdaş müzik konserlerinin yanı sıra, ölümünün otuzuncu yılı olması hasebiyle modernliğin kilit önemdeki düşünürlerinden Michel Foucault, çeşitli etkinliklerde bu festivalde anılıyor. Süregitmekte olan bir bilimsel toplantının (Foucault(s) 1984-2014 – Colloque international – Foucault (lar) 1984-2014 Uluslararası kolokyum) katılımcıları arasında Giorgio Agamben, Etienne Balibar, Judith Butler, Georges Vigarello gibi isimlerin olduğunu belirtmek sanırız, etkinliğin öneminin altını çizmeye yetecektir. Pierre Boulez’in Şubat 1978’de üç önemli düşünürü (Foucault, Deleuze, Barthes) davet ederek, çağdaş müzik üzerine bir konuşmalar dizisi düzenlemiş olması, müziğin nasıl bir düşünsel etkinlik olarak algılandığını bize hatırlatıyor. Elbette, o zamandan beri birçok benzeri işbirliği gerçekleştirildi; sayısız etkinlik de bunlara sürekli ekleniyor. Müziği salt estetik bir olgu, eğitimini de teknik bir zanaat aktarımı olarak gören Türkiye’deki egemen ‘konservatuar’ zihniyeti, bu tür etkileşimlerin önemini kavradığı zaman, özellikle icracı sanatçı yetiştirmedeki kuru üslûbun terk edilebildiğini göreceğiz. Böyle felsefeyle, edebiyatla, başka sanat dallarıyla alış-verişi olan müzik üretimi ve icrası anlayışı, kimilerinin zannettiği gibi, müziğin özünü bozmaz; ama tabii belki küçük iktidar alanlarını tehdit eder. 21 Haziran 2014 akşamı, 1978’deki bu unutulmaz konuşmalar dizisinden Foucault’nun ses kaydı dinletilecek. Kültür, yalnızca hazır olanı icra etmek demek değildir; mirasa sahip çıkmak ve onu aktarabilmek bu anlamda vazgeçilmez bir önem arz ediyor. IRCAM’ın gücünü oluşturan en önemli bileşen de onu salt icra kurumu olmaktan çıkaran, sahici bir kültür kurumu haline getiren aktarma sorumluluğu olsa gerek.
Mani-Feste 2014 kapsamında 20 Haziran Cuma akşamı Georges Pompidou Merkezi’nde Avusturyalı bir çağdaş müzik topluluğu olan Klangforum Wien’i dinleme fırsatını bulduk. Bir çağdaş müzik konserinin böyle bir merkezin en büyük salonunda (Grande Salle) yer alıyor olması, kültürün kaynaklarının çoğulluğu hakkında da bize esin kaynağı olmalı. Zira Türkiye’de çağdaş müziğin ayrı konserlerinin olması nadirattandır. Kendisini ‘klasik müzik’ sever olarak tanımlayan dinleyicilerin büyük çoğunluğunun çok dar bir tarih ve coğrafyaya hapsolmuş olduğunu belirtmeliyiz. Bu durum, her ne kadar Avrupa merkezleri, hatta dünyadaki bütün senfonik müzik etkinlikleri için geçerli olsa da, Türkiye’de eksik olan, başka çeşit müziklerin bu ana akım popüler beğenilerin yanında yaşamalarına olanak bulunmamasıdır. Bu saptamadan ‘Türk Sanat Müziği’ olarak çok yanlış bir adlandırmayla indirgenen Osmanlı/Türk Makam Müziği geleneği vareste değildir: Klasik müziğin karşı kutbuymuş gibi, tamamen ideolojik nedenlerle kavramsallaştırılan makam müziğinin de ancak en popüler, en eğlence işlevine yakın duranları varkalabilmektedir. Üstelik teknik (makam sayısı, usûl basitliği, vb.) açıdan da epeyce tesviye edilmiş dar bir beğeni bandında, ancak kısıtlı bir işlevselliği kaplayabilir haldedir. Oysa ancak ana akım müzik tür ya da üslûplarının varlığının, başka arayışların önünü tıkamadığı ortamlarda kültür dönüştürücü bir işlev kazanabilir. Yoksa Türkiye’deki gibi, her sanat dal, üslûp ya da türünü bir ideolojik konum alış parseller; o da pek müphem ölçütlerle kendini ancak kabaca ifade edebilerek. Klangforum Wien gibi bir topluluk, Viyana Filarmoni’nin gölgesinde kalmaz; onunla aynı kültür ortamında bir çeşit ortak-yaşam (simbiyoz) içinde var olabilir.
Bu izlenimlerle konsere başladık. Çevrede her dilden, her tipten insan bulmak mümkün; bu da çağdaş müziğin doğasındaki heterojenleştirici ve çoğulcu özelliğin altını bir kez daha çiziyor. Konser şef Emilio Pomàrico yönetiminde Aurélien Dumont’un Abîme Apogée adlı eseriyle başladı. Dumont, geleneksel çalgıların yanında elektronik donanım da kullanmış. Eser geneli itibariyle ses döngüleri üzerine kurulu, yükselişler ve düşüşler olarak tarif edebileceğimiz yapılar üzerine inşa edilmiş. Mutlak bir ses karmaşası yerine, karmaşanın döngüsel düzenlenmesi olarak düşünebileceğimiz bir estetik çerçeve içinde, özellikle bazı çalgıcılara kendilerininki dışında çalgılar da emanet etmiş. Örneğin piyanist aynı zamanda blok flüt, trompetçi, bir çeşit plastik tesisat borusu ‘çalıyor’. Alışıldık orkestra çalgılarının, az kullanılan akrabaları da sıklıkla kullanıyor: Bas flüt bunların başında geliyor. 16 dakikalık Abîme Apogée’yi Avusturyalı besteci Franck Bedrossian’ın Epigram I ve Epigram II eserleri takip etti.
Bedrossian, 1950 ve 1960’ların hırçın çocuklarının soyağacından bir besteci; o nedenle onun müziğinde çok daha belirgin olan bir dışavurumcu tiyatro izleği kendini vurguluyordu. Buna mukabil, çalgıların yapıbozumcu kullanımlarının (çalgının ontolojisine aykırı sesler çıkartmak, örneğin piyanonun tellerine çeşitli nesneler yerleştirmek, arpı tele metal sürten hırçın bir çocuk edasıyla çalmak, kontrbası köprünün altından çalmak vb.) arasında, çok kısa klasik armoniye uygun ezgisellikler serpiştirilmiş bir doku da söz konusuydu. Ancak sonuçta ortaya çıkan yapı, Alman dışavurumcu sanatında gördüğümüz groteskliğe müzik karikatürleri üreterek yaklaşıyordu. Bu açıdan Bedrossian’ın müziği Giacinto Scelsi’den derin esinlenme izleri taşıyor diyebiliriz. Eser Emily Dickinson’ın şiirlerinden yola çıkarak, bir soprano partisini öne çıkarıyor. Çağdaş müzikte önemli bir ses sanatçısı olan Donatienne Michel-Dansac, Epigram’ların icrasında üstün bir yorum becerisi sergiledi. Partisyonda yazanla yorum arasındaki farkın en çok açıldığı çağdaş müzikte, Michel-Dansac’ın takdire şayan yorumu, konserin belki en etkileyici bileşeniydi.
Konserin ikinci yarısında Pasquale Corrado’nun Grain adlı eseri, kabuğunu çatlatmaya çalışan, olagelmekte olan, bir durumdan bir başkasına geçmekte olan bir varoluşu imliyordu. Âni vuruşlar, beklenmedik duruşlar, askıda kalışlar ve hepsinden önemlisi sürekli kendini hissettiren bir atım hali, belki bir rahimde ceninin büyümesine, belki uzak bir gökadanın uzak bir köşesindeki atarcanın (pulsar) yüz milyon yıllara uzanan dönüşüm serüvenini bize anlatıyordu. Vito Žuraj’ın Fired-up adlı eseri, belki çağdaş müzikteki ayrıştırıcılık özelliğine en iyi denk düşendi. Besteci, eserin genelinde çalgıcıların birçoğuna çakıl taşları çaldırarak, sürekli bir parçalanmaya ve mevcut müziksel güzellik ölçülerini sorgulamaya iten bir tavır geliştirmiş. Konserin son eseri ise Georg Friedrich Haas’ın Introduktion und Transsonation adlı kompozisyonuydu. Parçalanma ve değişkenlik yerine, bir çeşit minimalizm olarak nitelenebilecek bir yaklaşımla, uzun ve uzayan, adeta plastik yumuşak bir malzemeymişçesine uzatılan ses hatlarından oluşan bir deneme olarak nitelendirebiliriz. Gürlükler, süreler, tınılar, Haas’ın elinde bir çeşit oyun hamuruna dönmüşler. Haas, bildik olanın, yanı başımızda duranın, zaten hep öyle olduğu varsayılanın bu temel a priori’sini olabildiğince eleştirel parçalara ayırıyor.
Georges Pompidu Çağdaş Sanatlar Merkezi, birçok şeyin baş aşağı gitmekte olduğu Fransa’yı neyin ayakta tuttuğunu da bize gösteriyor. Para, iktidar hırsı ve şiddetten başka bir atfı olmayanlar, görkem yanılgıları içinde yok olup gitmeye mahkûmdurlar. Çağdaş müziğe verilen önem, müzik eğitiminin (icracı olduğu kadar dinleyici eğitimi de) içerik ve felsefesini köklü bir şekilde gözden geçirmemizi gerektiriyor. Ama bütün bunlar bir boşluk içinde yüzmezler; demokrasi ne ölçüde gelişmişse, sanat ortamı da o oranda çoğullaşır. Müzik türlerinin ideolojik parsellenmesi, bizi çok yanıltıcı yerlere götürebilir. Belli bir müziğin severi olmak, kendiliğinden belli bir değerler bütününü temellük etmek anlamına gelmiyor. Fulya Sanat Merkezi’nde, klasik bestecilerin yanı sıra bir de Kâmuran İnce (Curves) eseri sıkıştırılmış bir konser sonrası ‘müdavim’ bir dinleyicisinin eşine söylediği sözleri hâlâ kulaklarımda: “Çok güzeldi. Ama Kâmuran İnce sıktı!”
ALİ ERGUR / Paris Yazıları – 1