Çıktık açık alınla dört aydır Bodrum’dan, feyiz almaya geldik Ankara’dan….
Puslu muslu bir hava beklerken latif limonatalarla karşılaştık. Tadına bakalım…
Önce bir Çankaya Cinnah caddesine bir uzanalım. Buranın adı daha önceleri Vali Dr. Reşit caddesiydi. Sonra Pakistan devletinin kurucusu Muhammed Ali Cinnah’a ithafen ‘Cinnah’ caddesi adını aldı ve bu isim tuttu. İngilizlerin Hint alt kıtasından çekilmelerinden sonra, ki Gandhi önderliğindeki pasif halk direnişiyle gerçekleşmiştir, önceleri Gandhi’yle birlikte hareket eden Cinnah sonra onunla fikir ayrılığına düşmüş; sonunda Hint alt kıtasındaki müslümanların önderliğini yaparak 1947 yılında Pakistan devletini kurmuştur. Dolayısıyla Pakistan belli bir dinden olanların kurduğu bir devlettir. Ayni tarihlerde bir başka devlet, İsrail, o da bu kez musevilerden oluşan bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Benim bildiğim dindaşların kurdukları dünyada iki devlet vardır ki bunlar Pakistan ve İsrail’dir.
Cinnah büyük bir devlet adamıdır.
Büyük devlet adamının adının verildiği caddede bir de büyük sanatçının; Kayhan Keskinok’un vefatının ardından kurulan Keskinok Sanat Vakfının sanat galerisinde (cinnah cad. 19/2 çankaya Ankara 0312 428 97 49) Jale Erzen’in ‘eskiler ve yeniler’ adını verdiği resim sergisini (3 kasım-3 aralık 2016) ziyaret ettik.
Görkemli bir açılış oldu.
Erzen’i tanıtmayı herkesin malumu olduğu cihetle fazla gerekli görmüyorum. Kısaca kendisinin çok değerli ve çok sevilen bir hoca olduğunu ve bir sevgi halesi içerisinde adeta dans eder gibi bir zarafetle hareket ettiğini söyleyebilirim.
Ressam, eleştirmen, sanat tarihi araştırmacısı, başarılı bir organizatör, sevilen bir hoca. Tahsilini yurt içi ve dışında çeşitli eğitim kurumlarında yapmış, keza yurt içi ve dışı çeşitli üniversitelerde hocalık yapmış, çeşitli dallarda yüksek ödüller almış bir şövalye. Evet Şövalye; Fransız Kültür Bakanlığı kendisine ‘Sanatta Şövalye (chevalier) ünvanı ve nişanı vermiş. Türkiye’de başka şövalye var mı bilmiyorum.
Hatırladığım kadarı ben Erzen’i epey yıl evveliydi, kadim dostum mimar Ragıp Buluç’un evinde bir akşam hasbıhalinde (sohbetinde) tanımıştım. Sohbet sözcüğü de Türkçe değil; kökeni Arapça. Söyleşi ise artık röportaj anlamına gelmeye başladı. Sohbette sıcaklık, söyleşide biraz uzaklık var gibi.
Sergiye dönersek; ismiyle uygun; eskiler ve yeniler… Taaa 1970’li yıllara uzanan eserler. Dünden bugüne.Tabloları incelerken bir coşan, bir karmaşıklaşan, bir hayret edilecek derecede dinginlik… Şoktan şoka giriliyor.İnsanı titretip kendine döndürecek şoklar.
Bazı resimler tam kaotik. Sanki sırf kaos olsun diye yapılmış. Bazılarında kaosun içerisinden usta elinden çıktığı bütün çıplaklığıyla belli olan harika figürler fışkırıyor. Bazıları da umulmadık ve daha önce hiç hayal etmediğim şekilde dingin resimler; adeta hayat durmuş, zaman durmuş, evren durmuş…
Hangisine kaos diyeceğiz? Hiçlik arz eden dupdurgun bir deniz; düzen midir kaos mu? Ki o durgunlukta üstelik hiçbir hayat belirtisi yok. Bu hayatsızlık bizim kaçtığımız bir oluşumsuzluk değil mi? Çünkü düzende rahat eder kaosta rahatsız oluruz. Bu ‘hiçlik suyu’ o takdirde kaos değil midir? O kaostan bize anlamlı gelen yani hayat fışkıran bir oluşuma düzen demez miyiz?
Tersi de mümkün; hayat bir karmaşadır; dingin su ebediyettir. İçinden çıktığımız ve ona döneceğimiz annemiz.
Eğer bu saydığım üç kategori resimler (karmaşık, karmaşık içerisinden hayat, dingin su) sergi düzeni içerisinde belli bir örüntü (pattern; model; örgü; ritm) halinde birbirlerini izleselerdi daha az şok olurduk. Çünkü düzen halinde yani belli bir ritm içerisinde seyreden olaylar önceden tahmin edilebilir olduklarından insan kendisini güvende hisseder. Kaos dediğimiz şey güvenimizin yitirildiği anlardır.
Ne var ki sergi umulmadık anlarda umulmadık tezatlarla geliştikçe tümüne bir kaos duygusu egemen oluyor. Ve bir düzen beklentisi oluşuyor. Diyezden iniş bekler gibi. Zaten resimlerin herhangi birinden başlasak ve ona örneğin ‘do’ sesini versek diğerleri de onu izleyince ortaya çağdaş müziğin kaotik düzeni ortaya çıkar. Tablolar bir ‘pattern’ halinde sıralansaydı bu kez sıralanışa göre adagio veya presto bir klasik müzik ortaya çıkardı. Mozart veya Beethoven mesela…
‘ab kao ad ordo’ (kaostan düzene)…
İşte böyle… Sergi usta ozan Ece Ayhan’ın bir şiiri gibi.
Keyif aldım.
Kayhan Keskinok Vakfının işlerine kendisini adeta vakfetmiş sanatçı dostumuz AytenTimuroğlu’ nu da kutlamak ayrı bir mutluluk.
BEDRİ BAYKAM SERGİSİ
Siyah Beyaz sanat galerisinde (kavaklıdere sok. 3/1-2 şili meydanı kavaklıdere ankara;0312 467 7234; www.galerisiyahbeyaz.com; galerisiyahbeyazmail.com) bu kez Bedri Baykam’ın ‘arkabahçe- backyard) ismini verdiği sergideyiz (11kasım-12 aralık 2016).
Baykam’ı da uzun uzun tanıtmaya lüzum yok sanırım. Hemen herkes tanır. Sanat dünyası, siyaset dünyası; bunların sinerjisinden ortaya çıkan bir de magazin dünyası.
Sanatçının ‘kemik’ adlı romanını okumuştum. İlginçti. Erotik yanı da beni pek sarmıştı itiraf edeyim.
Ünlü boş çerçevesi salonun ortasında asılı duruyor, kimileri çerçeveye girerek resim çektiriyordu. Biri resim çektiriyormuş; önünden geçerken birden oranın çerçeve olduğunu unuttum aynada kendimi görüyor sandım. Ama bu bana hiç benzemiyordu. Nasıl iştir diye düşünürken olaya birden uyandım.
Bedri Baykam çok yönlü bir kişilik. Konferanslar, TV’de futbol konuşmaları, yayınladığı katalog, makale, kitaplar, köşe yazıları… Bir koltuğa sığmayacak kadar karpuzlar.
Bedel ödeyen bir sanatçı. Bedel ödemeden, risk almadan bir yerlere gelinemiyor. Bana da ünlü bir ressam dostum ‘yav senin bir skandal falan gibi bir şey yapman lazım ki herkes tanısın; yoksa yeteneğinle belli dar bir çevrede kalacaksın’ mealinde bir laf etmişti. Karşılığında bir bedel ödemek pahasını göze almak yani. Bununla Baykam’ı bu kapsam içerisine alıyorum sanılmasın. O gerçekten siyasi, fiziki ve sanatsal alanda büyük bedeller ödedi. Çok eleştiri aldı. Hayatı da bir saldırı üzerine büyük bir tehlikeye girdi.
Baykam’ın hep gündemde kalmasının en büyük nedeni hep avantgard (öncül) oluşu, hep kendini aşma çabası, hep kendini yenileme gereksinimi duyması. Bu da kişiyi, her şeyden önce kendi kendisine bir bedel ödemesine yol açıyor. Yenilenmek ıstıraplı bir şeydir. Doğum sancısı gibi ama uzayıp giden bir doğum sancısı. Yeniliği içine sindiremeyenlerde olacaktır; anlamadığın, anlamak istemediğin şeye düşman olursun psikolojisi.
Kendisini yenilemeyen ve belli bir seviyede kalan ve öteye gidemeyen ama o seviyede popüler olmuş, para kazanan ve kazanmaya bu şekilde devam eden ressamlar vardır elbet. Bunlar o seviyeye gelene kadar sanatçı sıfatına layık kişilerdi. Ne var ki o geldikleri seviyede kendilerini tekrar edip durdukça sanatçı sıfatını kaybedip zanaatkar kategorisine girmişlerdir. Zanaatkar ne kadar usta olursa olsun kendi kendini tekrar edendir. Siparişe göre kendi zanaatinden, modellerinden yeni bir parça üretir ve satar.
Sergi bir ‘eskiden yeniye’ sergisi gibi. Geleneksel tuval resminden çağdaş sanattan örneklere, desenler, video yayınlarına kadar… Bir kaos ortamı; kaostan bütünselliğe yönelim ve dolayısıyla serginin bütünsel birliğinin ustaca sağlanmış olması. Keza eserlerinde de bu kaostan bütünselliğe geçişi görebiliyoruz. Çeşitli ekollerin, tarzların harmanlamasıyla bir düzene geçiş. Çeşitli boyalar, karışık teknikler,
Çağdaş Sanat dediğimiz ekole giren eserlerinde aklına gelen her çeşit malzemeyi kullanıyor. Kırık aynalar, kolajlar, graffitiler, baskılar, çeşitli objeler, gözüne ilişen artık malzemeler… vs.
Bunları özenle, bir tasarımla mı resmine yerleştiriyor yahut rastlantısal, gelişigüzel mi? Ben rastlantısallığı yeğlerim şahsen. Rastlantısallığın kendi kendisini düzene sokmasını severim.
Sanatsal bir şey yaparken (resim, yazı, roman, hikaye vs) öğe yahut kahramanlarımızı seçeriz. Bir de şu var; o kahramanlar dingin sularda uykuya yatmış bir vaziyette vardı da bizim kendilerini seçmemizi mi bekliyorlardı acaba?. Neyse işin bu yönüne girmeyelim. Eseri yazmaya veya resimlemeye başladıktan bir süre sonra öğelerin veya kahramanların bizim irademiz dışında kendi yollarını, yazgılarını çizdiğini görürüz. Eser bittiğinde böylece ortak bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkar
Çağdaş Sanatta bu mekanizma sanırım daha çok böyle işliyor. Tabii zorlama eserler ortaya konmazsa. Birçok sanatçı özellikle genç sanatçılardan çoğu kendilerini zorlayarak birtakım kendilerinin de anlamadığı şeyler yapıyorlar. Bunu seyreden de anlamıyor, satın alıp duvarına asan da. Bir anlamsız karmaşa; şizofreni. Sonuçta çıkış yolunu bezeme, dekoratif yani herkesin anlayabileceği eserler yapmakta buluyorlar.
Sanatçımızın eserlerinde üç boyutlular da dikkat çekiyor. Her türlü tekniği, tarzı deniyor. Örnekler veriyor.
Baykam çağdaş sanat uygulamakla birlikte tuval resmine olan saygı ve sevgisini de yitirmiyor.
Eski tuval ustalarına da göndermeleri var. Örneğin, söyleşisi yapılan ve sergide de dağıtılan broşüründe okuduğum üzere, bir resminde (Boy Georges adlı tablosu) Braque’ın bir tablosundaki kadın figürünü alarak kendi dünyasına sokuyor. Çok hassas eleştirel gözler buna kopyacılık diyebilirler. Oysa bu o büyük ustaya bir saygı ve bir göndermedir; belki de naziredir. Anmadır bir türlü. Ufak bir göz kırpmadır. (Baykam buna ‘be my guest’ diyor) Bir de daha önceki serilerinden birine ‘gerçek sahteler’ adını vermiş. Hatırıma bir anım geldi; 1999 yılında Bodrum’a gelmiştim. Çarşıda işporta tezgahları vardı. O sıralarda ünlü saat markalarının kopyeleri yapılıp satılıyordu. Bir tezgahın üzerinde şu ibarenin yazıldığını görmüştüm: ‘genuine fake watches’ (hakiki sahte saatler)
Çağdaş sanatta artık tüm sanatların bir arada bulunabileceklerini de söylüyor Sanatçı. Tiyatro, heykel, resim, şiir…Hepsi birlikte bir bütünlük oluşturabiliyorlar. Doğrudur. Belki de bir sinerji.
Bir de broşürde Baykam’ın değindiği ‘çağdaş sanat, güncel sanat’ kavramına ben de değinmeden geçemeyeceğim. Bütün dünyada bu anlamda tek bir kavram vardır; o da ‘contemporary art’. Yani Türkçesi ‘çağdaş sanat’. ‘Güncel sanat’ uydurulmuş bir kavramdır. Bir yerde okumuştum bilmem doğru mu; antikemalistler ‘çağdaş’ sözcüğünü Kemalist bir kavram olarak gördükleri için ‘güncel’i ortaya atmışlar. Bu ‘güncel’ bana batıyor; yerelliği çağrıştırıyor…. Oysa çağdaşlık evrensellik demektir. Ah entelektüellerin şu bencillikleri, birbirlerini yemeleri olmasa; ülke ne güzel olurdu!
monad balkan 16 kasım 2016 ankara