Akışkan bir çağda yaşıyoruz. Çağın sanatçısı, yapıların betimlenmesinden ziyade, onların nasıl dönüştüklerini sorguluyor. 19. yüzyılın sonunda, sanayi toplumu doruğuna ulaştığı zaman, besteciler anıtsal yapıları, bütün görkemleriyle inşa etmede çıtayı çıkarabilecekleri en yüksek noktalara getirmişlerdi. Mahler senfonide, Wagner operada, Brahms, Saint-Saëns konçertoda, orkestralama anlamında en gelişkin, en çoğul, en iddialı yapıları inşa etmişlerdir. Aynı dönemde kuşkusuz mimari, resim, heykel, edebiyat hep anıtsal yapıt ortaya koymanın erdemini yüceltmenin örnekleriyle doluydu. Sürekli ilerleme, daha gelişkinini inşa etmek, yalnızca bir estetik ilkesi değil, hayatın her alanında geçerli olan temel bir eylem mantığıydı. Zira sanayi toplumu ve onun mütemmim cüz’ü modern/kapitalist dünya tasavvuru, sürekli biriktirmeyi, bilimsel bilginin önderliğinde bir ilerlemeyi zorunlu kılmaktaydı. Ancak, 20. yüzyıl boyunca bu doğrusal birikim anlayışı değişmeye, yerini esnek birikim rejimi adı verilen, esas itibariyle sanayinin değil, finansın öncülüğünde yeni bir kapitalizme bırakmaya başladı.
Estetikteki dönüşümleri, sanatçıların kişisel dehalarına ve tesadüflere havale etmek caziptir. Üretim ilişkilerinden sıyrılmış tarih, tam romantizmin arzuladığı birey-merkezli bir dünya mefhumunun değirmenine bolca su taşır. Ancak, olguları kişilerin mutlak dehalarının ötesinde, toplumsal-ekonomik koşullar çerçevesinde gördüğümüz zaman, çok daha derinlikli çözümlemeler yapabiliriz. Çağımızda gördüğümüz, çoğumuzun uyum sağlamakta zorlandığı yeni estetik, çağdaş sanatın temelini oluşturur. Belirsizlik, bütünlüksüzlük, süreksizlik, uyumsuzluk ve akışkanlık, içeriği hiç de tekil ve homojen olmayan yeni sanat anlayışının temel bileşenleri olarak düşünülebilir. Paris’te yine Mani-Feste 2014 çağdaş müzik festivali kapsamında gittiğimiz bir konser bize bu düşünceleri esinliyor.
Pierre Boulez tarafından kurulan dünyanın en önemli çağdaş müzik merkezlerinden biri olan IRCAM’da (Insititut de recherche et de coordination acoustique/musique – Akustik/müzik araştırma ve eşgüdüm enstitüsü) 1 Temmuz 2014 akşamı gerçekleştirilen konser, At First Light başlığını taşıyordu. Üslûp ve orkestralama mantığı açısından birbirinden epeyce farklı üç besteciyi buluşturan bu konserin yine de ortak noktasının, akışkanlık kavramı olduğunu söyleyebiliriz. Zira içinde yaşadığımız küresel finans kapitalizmi, her şeyin her şeye doğru sürekli akış halinde olmasından kâr elde eden, böylece sabitlik, süreklilik gibi sanayi kapitalizmi kavramlarının yerine parçalılık ve süreksizliği koyan bir sistem olarak özetlenebilir. Onun estetik bağlamı da elbette akışkanlığı bir erdem haline getirecektir. Hem de yalnızca sanatta değil, siyasette, gündelik yaşamda, insan ilişkilerinde, değerlerde, ahlâkta ve aşkta… Parçalılık ve süreksizlik, estetik bağlamda, biraz da mevcut iktidar yapılarının konforlu dekoru içinde tartışılmak için biçilmiş kaftan felsefe temrinleridir de, gündelik yaşamdaki somut uzantılarına geldiğimizde taşeronlaşma, güvencesizlik, yoksullaşma olarak karşımıza çıkınca, artık o kadar sevimli entelektüel tasarruflar olmaktan çıkarlar.
At First Light başlıklı konser de, bu çelişkili yeni dünya estetiğini, farklı boyutlarıyla önümüze sermiş olması açısından ilginç ve özetleyici bir nitelik arz ediyordu. Konseri Daniel Kawka yönetimindeki Ensemble Orchestral Contemporain (Çağdaş Orkestra Topluluğu) icra etti. Birinci eser, 1982 doğumlu bir besteci olan Banjamin Hackbarth’ın Volleys of Light and Shadow’uydu. Adı merâmını açıkça anlatan bir deneme olan eser, IRCAM’ın Hackbarth’a özel siparişi olarak bestelenmiş. Yaylılar, üflemeliler ve özellikle vurmalılardan ulaşan 14 kişilik bir topluluk için bestelenen eser, aynı zamanda elektronik ses bileşimini de kompozisyona dâhil etmiş. Bu nedenle, sahnede görünen sanatçılar kadar, kontrol masasındaki elektronik teknisyenlerinin de eserde özel yeri vardı. Elektronik ses tasarımcısı Gilbert Nouno da konserin bu nedenle görünmez kahramanı oldu. Volleys of Light and Shadow, temelde akustik ve elektronik sesleri bileştirmeye yönelik başarılı bir deneme olarak nitelendirilebilir. Hackbarth, kendi deyişiyle “ses organizmaları” yaratarak, akustik olanla, elektronik olanın canlı bir varlık gibi bütünleşme biçimlerini araştırmış. Ses yumakları (belki özütleri bile diyebiliriz) arasındaki geçişler, akustikle elektroniğin organik anlamda bütünleştiği ses örüntüleri ortaya çıkarmış. Her ses yumağı, dönüşürken yeni bir bileşim de ortaya çıkmakta. Böylece minimalizme bir çeşit alternatif dil geliştiğini bile iddia edebiliriz. Zira dönüşümler tedrici ve küçük bozunmalar üzerine kurulu, ancak minimalist bir yineleme örüntüsü kurma çabası yerine, sürekli akışlar gözlemleniyor. Hackbarth’ın eserinde, durumlar (görece sabit ses yapıları), geçişler (elektronik ve akustik unsurların karşılaşma hatları) ve akışlar (yeni bileşimlerin kaygan grameri) döngüsel bir bütünlük oluşturmakta; her döngüden yola çıkılarak yapılan ses malzemesi, yalnızca akustik bir olgu olarak değil, elektronik olanakları ve kavramsal genişliğiyle de kendisini salt biçimden öteye taşıyor. Böylece post-modern teslimiyetin tuzağından kaçılabilecek yollar olduğunu da bize gösteriyor.
İkinci eser, 1960 doğumlu George Benjamin’in 1982 tarihli, konsere adını veren At First Light başlıklı kompozisyonuydu. Benjamin, bu eserini, Tate Gallery’deki bir Turner tablosundan esinlenerek bestelediğini belirtiyor; Norham Castle, Sunrise. Resmin özelliği, bir 12. yüzyıl şatosunun, muazzam büyüklükteki bir güneşe karşı oluşturduğu gerçeküstü estetiği vurgulaması. Vurmalıların başrolde olduğu, çok f’li fortissimo’lar, sforzando’larla aşırı vurgulanmış tek akorlar, tam süreklilik ve bütünlük arz edecekmiş gibi görünürken parçalara ayrılan ses dokularını, genel bir erime hissi içinde duyuruyorlar. Bu eseri dinlerken Melih Cevdet Anday’ın Güneşte şiirini düşünmeden edemiyoruz: “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz / Güneşte çözülür ve kayarlar bir yana // Çünkü saatler dardır, sığdırılmaz / Güneşte her şey çözülür gider bir yana.” Benjamin’in, tarih ve coğrafyası farklı olsa da, bilmeden Anday’ın şiirini müziklediğini bile düşünebiliriz. Sanatın birleştirici evrensel gücü de buradan gelir zaten. Benjamin’in eseri de akışkanlık ve yapı arasındaki diyalektiği sorgulayan özgün bir deneme olarak akıllarımıza nakşoluyor.
Konserin son eseri 1957 doğumlu, İsrail kökenli, Almanya ve A.B.D. eğitimli, Viyana Sanatlar Üniversitesi’nde ilk kadın kompozisyon profesörü olarak atanan Chaya Czernowin’in Lovesong adlı çalışmasıydı. Hackbarth’ın bestesi ne kadar geçişleri önemsiyorsa, Czernowin’in eseri de o oranda anların bütün duygu yoğunlaşmasını anlatıyor. Czernowin, aşkı, bildik romantizm yavanlığının basmakalıp algılama çerçevesinden çıkarmak için en köktenci yapıbozumu unsurlarını kullanıyor. Bununla birlikte, Lovesong, yine de ses karmaşası olarak değil, tam tersine, çok güçlü an betimlemeleri olarak cisimleşiyor. Her bir kuvvetli vurgu ayrı bir ses bileşimini içeriyor. Böylece, Czernowin, aşkın karmaşık, karışık, çelişkili, kesinlikle coşkulu, kontrolden çıkan, yoğun duygulanım hallerini anlar dizisi olarak betimlemeyi tercih etmiş. Konser baştan sona doğru geçişliliklerden kopuşlara doğru bir yolculuktu diyebiliriz. Her ikisi de çağımızın temel özellikleri, aynı zamanda temel çelişkileri olarak, konseri kavramsal bir bütünlüğe kavuşturuyorlar.
At First Light, aslında konser programını oluşturan üç eserden ikincisinin adıydı. Ancak başlığın çağrıştırdığı ‘aşk’ teması, her üç eseri de farklı şekillerde kuşatan bir özellik arz ediyordu. Bununla birlikte, ne program dergisinde böyle bir vurgu yapılmıştı ne alenen aşk kavramı telaffuz edilmişti. Bu noktada böyle münasebetsiz bir yorumun işgüzar yazarın muhayyelesinin bir ürünü olduğu düşünülebilir. Bereket, besteci Chaya Czernowin’in, Lovesong hakkındaki ifadeleri yardımımıza koşuyor. Aşkın, yaşamdaki en güçlü duyguların yaşandığı durum olduğu gerçeğinden yola çıkan Czernowin, onun yarattığı coşkulu kendinden geçme hali (euphoria) ve oluşturduğu akıl boşluklarını (türbülansları?) öne çıkaran biraz iyimser bir dil benimsemiş. Elbette, şiddetin yere göğe konamadığı bu karmaşık ve gayrı-âdil dünyada, böyle bir aşk söylemine de gereksinimimiz var. Hele, içi bayıcı, ticaret-güdümlü, romantikleştirilmiş bir aşk söyleminin, tüketim tapınaklarına şeytanminareleri gibi asıldığı günümüzde, belki asıl böyle bir aşk tasavvuruna gereksinimimiz var. Ancak Czernowin’in, deli-dolu coşkulu enerji olarak kavramsallaştırdığı aşkın yıkıcı gücünü ne yapmalı? Ama Czernowin’in genel tavrı göz önüne alınınca, bu olumlu görünen aşk tanımı tercihinin, aslında bir estetik anlayışıyla da buluştuğu rahatlıkla görülebilir: Öncesiz, sonrasız bir dünya, aşırı-yüklü bir şimdiki zamanı önceler. Her şey burada ve şimdi vardır. O yüzden aşkın en güzel ânı başlangıcıdır. Hiçbirimizin daha fazlası için ne sabrı, ne zamanı, ne niyeti vardır. Çağımızın aklı karışık, duyguları çelişik insanının zihninde hep daha iyisi, daha farklısı bir yerlerde olacaktır. Czernowin, bir anlamda başlangıç anlarından oluşan bir tablo çiziyor; eksik bırakılmış bir tablo. Akışkan dünyanın dramı da burada değil mi zaten? Mükemmelliği aramaya mahkûm ruhların pembe düşlerinin filigranındaki derin dram.