Bugün köşeyi bir sergi kaptı.
Bir ulusun kimliği nesnelere (objelere) indirgenebilir mi? Nesneler aracılığıyla bir ulusal kimlik anlatılabilir mi?
Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümü nedeniyle 16 Ekim 2014’te Londra’daki British Museum’da açılan bir sergi tam da bunu yapmayı deniyor ve şaşırtıcı bir biçimde başarıyor. Kimliği sergilenen ulus, Alman ulusu…
Sergi, Bir Ulusun Belleği (Nesnelerle 600 yıllık bir tarih) (Memories of a Nation: A 600-year History in Objects) adını taşıyor. *
Alman tarihine bakıldığında, bizim tarihimizi anımsatan bir durum görüyoruz: Alman tarihinden ve kültüründen söz ederken adı geçen bazı önemli şehirler, bugün artık Alman şehirleri değil. Örneğin, bir zamanlar kıyılarına her gün amberler vuran, Baltık kıyısındaki Königsberg…
Felsefenin en önemli isimlerinden Immanuel Kant’ın ömrünü geçirdiği şehir… Fransa Almanya’yı işgal ettiğinde Alman hanedanının kaçıp direnişi örgütlediği şehir… O Könisberg’i bugün haritada göremiyoruz, çünkü artık Kaliningrad adıyla bir Rus şehri… Benzer biçimde, büyük Goethe’ye esin kaynağı olan Katedral -Alman mimarisinin (Gotik mimarinin) en yetkin örneği sayılan Katedral- artık bir Fransız şehri olan Strasbourg’da yer alıyor…
Ayrıca, tek bir Alman tarihinden söz edilemiyeceği de bir gerçek: Federal bir devlet yapısı olan Almanya’da farklı devletlerin farklı tarihlerinin olduğu, bunun sonucu olarak, örneğin Berlinliler için Büyük olan Friedrich’in Saksonyalılarca -7 Yıl Savaşları’nda Dresden’i yerle bir etmiş kişi olarak- hiç sevilmediği biliniyor.
“Çoklu geçmiş”i olan bir toplumun “ortak geçmiş”ini nesneler aracılığıyla anlatmak… 25 yıl önce Doğu ile Batı’nın birleşmesiyle kurulan ve bugün Avrupa’nın en büyük gücü olan yeni Almanya’yı Alman halkının ortak anıları aracılığıyla anlamak…
Sergideki nesneler arasında halkın günlük yaşamına girmiş nesneler de var, özgün sanat yapıtları da… Bu nesnelerden biri, Alman Gutenberg’in matbaayı bulmasının ardından, Martin Luther’in 1520’de yazdığı, Almanca olarak basılan ilk İncil… Bu kitabın önemi, örneğin Nürnbergliler ile Hamburgluların farklı farklı Almancalar konuştukları bir dönemde, hepsinin bir ölçüde okuyup anlayabileceği ortak bir Almanca ile yazılmış olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki, kitabı yasaklayan Katolikler bile beş yıl sonra halka ulaşabilmek için bu kitaptan yararlanıyorlar. Bu anlamda, Martin Luther, bir dil yapan kişi, bütün Almanların kullanacağı bir yazı dilini oluşturan kişi olarak belirirken sergide yer alan kitap da bütün Almanların ortak mirası olarak görülüyor.
Sergilenen 200 kadar nesne arasında neler yok ki! “16. yüzyıl sonunun akıllı telefonu” diye nitelenebilen gösterişli bir nesne var, örneğin. Oxford Üniversitesi Bilim Tarihi Müzesi Direktörü’nün böyle nitelediği kutu, hem saati ve tarihi, hem de yeryüzünde nerede bulunulduğunu göstermekle, sahibinin caka yapmasını sağlayan bir nesne…
Strasbourg Katedrali’ndeki saatin evlerde kullanılmak üzere yapılmış –yine 16. yüzyıl sonundan kalma- bir örneği olan Zaman Evi: astronomi, teoloji ve matematikle mühendisliğin “kesin”liğini buluşturan bir nesne… Yaşadığımız sürece, Hesap Günü’ne kadar her anımızı, her saatimizi ölçüyor…
Almanların metal ustası olduklarını gösteren nesneler arasında Ortaçağ’dan kalma olanlar dışında günümüzden de Volkswagen’ın (Almanca’sı “Halk Arabası”) bir kült nesneye dönüşmüş ilk modeli “kaplumbağa”, yani Vosvos, yani özgün adıyla Beetle’a yer veriliyor.
Johann Wolfgang von Goethe, tartışmasız en büyük Alman yazarı… Hümanizmanın en büyük isimlerinden biri… Her Alman ondan birkaç dize bilir; Alman yazını denince herkesin aklına önce o gelir. Böylesi bir sergide ona yer verilmeden olur mu? Ressam Tischleine’nin yaptığı, Goethe’yi İtalya gezisinde gösteren tablo, sergide bir duvar kaplıyor.
Ünlü bir sanatçı tarafından resimlenen, matbaada basılmış, yeryüzünün ilk sanatsal kitabı: Albrecht Dürer’in 1498 baskısı Resimlerle Kıyamet kitabı, sergilenen bir başka nesne…
Yaşamını Berlin’de geçirmiş ressam Kathe Kollwitz’in 1903’te yaptığı, ölmüş çocuğunu kucağında tutan anneyi gösteren baskı resim serginin üzerinde durulacak yapıtlarından yalnızca biri… Kollwitz’in 1914’te oğlunu savaş alanında yitirdiğini öğreniyoruz.
Heykeltıraş Ernst Barlach’ın 1926’da Güstrow Kilisesi için yaptığı heykel, savaşı kutsayan, ölümü ve kahramanlığı yücelten bir yapıt değil: gözü, oğlunu yitirdiği savaş alanlarında dolaşan bir anne o… Kilisenin tavanında asılıyken oradan getirilip serginin bittiği 25 Ocak tarihine dek Müze’nin tavanına asılı duracak.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Alman kadınlarına sokaklardaki çöpleri toplama çağrısı yapılmış: savaştan artakalan çöpleri… Max Lachnit’in yüzlerce çöp parçasını birleştirerek yaptığı kadın büstü bu kadınları anlatıyor…
Alman aydınlanmasının odak noktası Weimar kenti… Goethe’nin, Schiller’in yaşadığı kent… İki dünya savaşı arasında, günümüzdeki anlamıyla “tasarım”ın Bauhaus adıyla ilk kez ortaya çıktığı kent… Nazilerin tüm öncü akımlar gibi “yoz” olmakla suçladıkları, tipografiden mimarlığa çok geniş bir alana damgasını vuran Bauhaus… Aynı Weimar’da bir toplama kampı: Buchenwald… Ne müthiş bir çelişki gibi görünüyor!... İşte, British Museum’daki sergide bu kampın metal dış kapısını görmek mümkün: Kampa atılanların, bir umutla dışarıya bakan gözlerinin gördüğü bir yazı var: “Jeden das seine”… “Herkese hak ettiği” biçiminde çevirebileceğimiz bu sözcükler aslında Roma hukukunun da temel ilkelerinden biri… Johann Sebastian Bach’ın bu adı taşıyan bir de kantatası var! Bu evrensel hukuk ilkesinin Nazilerin elinde nasıl yorumlandığınıysa hepimiz biliyoruz. Toplama kampının içerden bakıldığında görünen dış kapısının üzerindeki bu yazı Bauhaus biçemiyle yazılmış! Bu nasıl bir çelişki? Bu çelişkinin öyküsü ise o yazıyı yazan sanatçının öyküsünde yatıyor: 1937’de tutuklanıp Buchenwald Toplama Kampı’na atılan Komünist Parti üyesi sanatçı Franz Ehrlich’e buyruk veriliyor: “Bu sözleri kapının üzerine yazacaksın!” Ehrlich, emri yerine getiriyor. Ama Nazilerin karşı çıktığı sanat biçeminde harflerle…
Almanların utanç duyduğu geçmişleri için anıtlar dikerek, yaptıklarını unutmamaya çalıştıkları görülüyor.
“Bugün dünyada Yahudi nüfusun en hızla artış gösterdiği ülke neresi?” sorusuna yanıtın “Almanya” olduğunu duyunca şaşırıyor muyuz? Buna karşılık, hemen Pegida mı geliyor aklımıza? Ama onlara en etkili yanıtın da yine Almanya’da, demokrat Almanlarca verildiğini unutmamalıyız.
*“Türkiye için benzer bir sergi düşünecek olsak?...” sorusu ister istemez kafamı kurcalıyor. Klişelerin ötesine çıkıp kendimizi tanımaya ne dersiniz? Bu konuda hiç olmazsa her birimiz kendi kendimize beyin jimnastiği yapsak, diyorum. Bireysel jimnastiklerimizi toplu beyin fırtınalarına da dönüştürebiliriz. Biliyorum, şu günlerde bir ulusa ait olmaktan söz etmeye utanır gibiyiz, bir ümmetin parçası olmanın güvenli sularında dolaşmak daha rahat; ama, hemen caymak yok… ;)