Tarih bilinci, bir topluluğun en temel var oluş koşuludur. Bir toplumun zamansal konumlanması, kendi var oluş sürekliliğini ve tutarlılığını bütünleştiren düşünsel bir donanımla anlamlı hâle gelir; aksi takdirde zamanda olmak, salt şimdiki zamanda devinmekten ibaret kalır. Aristoteles, hareket ile eylem arasındaki farkın, ikincisinde insan iradesinin olması olduğunun altını çizer. Toplumlar, bireyler gibi, var oluşlarına anlam katmaya çalışırlar; böyle bir arayış, ancak kendini zamanda anlamlı bir öznelik olarak konumlandırabilmekle mümkün olur. Bireyin öznelliği, toplumun vicdanına tekabül eder. Öznellik ve vicdan, zihnimizde, zamanın içeriksiz bir akış olmaktan çıkıp anlamlar birikimi hâline gelmesini mümkün kılar. Zamanın anlam taşıyıcı bütünlüklü bir akış olarak idrak edilmesi, onun, bugünü tanımlayan bir geçmiş olarak kavramsallaştırılmasını gerektirir. Böylece geçmiş, şimdiki zamanı anlamlı kılmakla kalmaz, deneyimlenen gerçekliğin duygusal-tepkisel bir tüketme taşması yerine, kendini sürekli inşa eden bir bilincin üretici gücüyle beslenen bir bütüne dönüşür. Toplumlar, böyle bir bilinçten türeyen tarihsellikte köklenebildikleri sürece dayanışma mekanizmaları, kendini yenileme araçları ve kendilerini ileriye götüren üretim biçimleri inşa ederler. Tarihselliğinin bilincinde olmak, sığ bir hamaset dilinin, üretimsiz, vasıfsız, asalak bağırganlığına tapınmak anlamına gelmez; tam tersine, toplumlar, kişiler gibi, ancak ürettikleri kadar ve ürettiklerinin cinsinden var olurlar. Tarih bilinci, kendini birikimsel bir simgesel alanın içinde kültür öznesi olarak konumlandırabilmeyi gerektirir. Tarihte konumlanmak, onu boş bir kendine övgü, dayanaksız bir kibir, etnosantrik bir dünya tasavvuru olarak kurmak değildir. Geçmişi kopuk ve bağlamsız imgelerin bayağı çağrışımları olarak yüceltenler (“ceddimiz”, “öz kültürümüz”, “biz Osmanlıyız!”, “fetih” vb. sloganların arkasına sığınanların, Osmanlı’nın iliğini sömürdüğü reayanın soyundan olması ne traji-komiktir!) aslında onca övgü düzdükleri tarihsel birikimin parçası olmaya layık olacak en küçük üretimde bulunmayanlardır. Bu açıdan bakıldığında, içi boş geçmiş övgüsü, onun bilimsel içeriğinin bilgisinden yoksun olduğu gibi, bu fazla stilize imgelemi şimdiki zamanın güncel siyasi kavgalarına cephane olarak tedarik etmekten başka işe yaramaz. Oysa sahici tarih bilinci, ne kof böbürlenmeleri yüceltmeye ne kişisel çıkar peşinde koşmak için hamaset pazarlamaya prim verir. Tarih öznesi olmanın bilinci, toplumları akıl ve bilimle ilerleyen bütünleşik zihinler hâline getirir. Tarih öznesi olmayı beceremeyen toplumlar ise ya emperyalizmin kölesi olur ya köksüz ve ölü bitkiler gibi savrulmaya mahkûm olurlar. Tarih bilincinin kökleşmesi, zihinsel bir gelişimin soyut düzleminde (anılar, ortak bellek, geçmiş anlatısı) olduğu kadar onun gündelik hayata somut izdüşümlerinde (simgesel değere sahip yerler, anıtlar, nesneler) izlenir. İşte bunların arasında müziğin damgalayıcı özelliğinin ayrıcalıklı bir yeri vardır.
Toplum belleğini yapılandıran en kalıcı araçların başında kuşkusuz müzik gelir. Halk müziği adı verilen, genellikle tarım toplumunun ses tortusu, gündelik hayat pratiklerinin simgeselleştirilmesinde belirleyici bir rol oynar. Müzik, bu şekilde, yaşantıların, deneyimlerin ve elbette üretim ilişkilerinin birebir izdüşümü, hatta taşıcı vektörüdür. Tarım dünyasının önce Batı Avrupa’da sonra aşamalı bir şekilde dünyanın çoğu yerinde yerini sanayi uygarlığına terk etmesi, modernleşme adını verdiğimiz bir süreci tetiklemiştir. Modernleşme, karmaşık bir olgu olmakla birlikte, özünde seküler bir dünya görüşüne, rasyonel bir hayat örgütlenmesine ve dünyevî bir var oluş tasavvuruna doğru bir eğilim anlamına gelir. Modernleşmeyle birlikte yerelliklere bölünmüş feodal yaşam dünyaları, yerlerini ticaret ağırlıklı, bilimsel yöntemin esas olduğu, ilerlemeci iktisada dayalı daha geniş pazarlara terk ettiler. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı böyle bir aşamanın ürünüdür. Kimilerinin zannettiği ve sıklıkla vurguladığı gibi, ulus-devlet, bir takım münasebetsiz düşünürlerin salt felsefi inşası değildir. Türkiye’de de mebzul miktarda varyantı bulunan bu görüşün sahipleri, ulus-devlet olmasa dünyanın barış içinde yaşanacak bir cennet olacağına ilişkin, en hafif deyimle naif düşüncelerini sıklıkla dile getirirler. Bunların, her melaneti Cumhuriyet’e fatura etme patolojisinden muzdarip liberal sürümleri olduğu gibi, ulus-devletin kanlı düşmanı olup toplumsal sorunların kökenini geçmişteki altın çağdan uzaklaşmada gören feodal-atıflı dinci-şeriatçı olanları da mevcuttur. Oysa ulus-devletin ortaya çıkışı ve gelişimi bir felsefi inşa, ideolojik bir tercih ya da talihin bir cilvesi değildir; üretim ilişkilerinin dönüşümünün gerektirdiği biçimsel yeniden örgütlenmenin sonucudur. Modernleşme sürecinde, kapitalist üretim ilişkileri, yerel tarım pazarlarının dar hacmi ve ilkel hukuki-kültürel düzenlemeleri içinde elbette var olamazlardı. Kapitalizm, ister merkantilist aşamada salt metâ alış-verişine dayalı olsun, ister sanayileşme sürecinde kitlesel üretim ekseninde örgütlensin, sonuçta, piyasaya sürülen ürün çeşitliliği ve miktarının karmaşıklığına tekabül edecek yeterince büyük pazarlara gereksinim duyar. Ulus-devlet, bu açıdan, sanayi kapitalizminin verimli çalışabilmesi için gerekli olan optimum büyüklüktür. Her üretim biçimi, kendine uygun pazar büyüklüğünü beraberinde getirmiştir. Nitekim, sanayi kapitalizmi, yerini tüm dünyayı bütünleşik bir pazar hâline getirmeyi hedefleyen finans kapitalizmine bırakırken, ulus-devletin felsefi ve siyasi temelleri de çökmeye başlamıştır. Küresel bir sistemin inşası için gereken sermaye örgütlenmesine yol açacak hukuk kadar felsefe de yeniden biçimlenmiştir. Üstelik bu süreç sanıldığı gibi yalnızca adına handiyse bir metafizik gibi “Batı” adı verilen erken sanayileşen toplumlarda değil, yirminci yüzyıl boyunca dünyanın birçok yerinde, farklı güzergâhlardan geçerek de olsa deneyimlenmiştir. Bununla birlikte, enformasyon toplumuna doğru olan bu büyük dönüşüm sürerken ulus-devletler tümden yok olmamıştır; zira ne tarım ne sanayi üretim biçimleri yeryüzünden silinmiştir. Bu zaten mümkün de değildir; ancak küresel finans kapitalizminin cinsinden yeniden örgütlenmişlerdir. O nedenle, ulus-devlet bugün hâlâ varlığını korumaktadır. Günün birinde Star Wars filmlerindeki gibi bir Galaksi birliğini belki oluşturabiliriz; ancak bugün için ulus-devlet, felsefi olduğu kadar, iktisadi gereklilik olarak da varlığını sürdürmektedir. Bu durumun kendisinin iyi ya da kötü olarak yorumlanması ideolojik bir tercihtir; ancak ulus-devletin tarihsel olgusallığı iktisadi diyalektik bir konudur. Ulus-devleti oluşturan nüfusun ulus olarak tanımlanmasıysa başlı başına bir dizi felsefi ve siyasi tercihi barındırır. Bunların başında tarih bilincinin nasıl oluşturulacağı, nelerin vurgulanıp nelerin göz ardı edileceğine ilişkin tercihler yer alır.
Ernest Renan, 1882 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta bir ulusu yapan şeylerin ne olduğunu sorgular. Renan’a göre bir ulus, hatırlananlar, vurgulananlar, öne çıkarılanlar kadar, unutulanlarla da ulus olur. Aksi takdirde her ulusun tarihinde onun bütünlüğünü zedeleyecek olaylar bulunur. Tarihte yeterince derin kazdığımız zaman, mutlaka milletlerin birbirlerine düşmanlıklarını tahrik edecek olaylar bulunur (ulus ve millet kavramları arasında Türkiye’de yaratılan son derece yapay ayrımı ciddiye ve dikkate hiçbir şekilde almıyoruz; ancak eski tip imparatorluklardaki her bir etnik gruba ‘millet’ adı verilmesine gönderme yapmak için bu adlandırmayı da kullanıyoruz). Tarımsal-askeri imparatorlukların parçalanıp yerlerini ulus-devletlere terk etmeye başlaması, temelde sanayi toplumuna doğru bir evrimin sonucudur. Bununla birlikte, elbette siyasi ve düşünsel gelişmelerin uluslaşma sürecine önemli ve belirleyici katkıları olmuştur. Bunların başında Fransız Devrimi ve onun siyasi-felsefi sonuçları gelir. Osmanlı Devleti gibi çok parçalı eski tip imparatorluklar bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde ulus-devletlere parçalanmışlardır. Ancak, modernleşme ve sanayileşme yönündeki genel evrim, öncü ve takipçi ulusları kuşatarak makro bir dönüşümü tetiklemiştir; ulus-devletlerin ortaya çıkışı ve buna koşut olarak ulus olma bilinci bu sürecin sonucudur. Ulus bilincinin gelişmesi, bir ölçüde Benedict Anderson’ın deyişiyle “hayali cemaatler” kurgulamak üzerine kuruludur. Ancak bu ideolojik-düşünsel kurgular tasarlandığı için uluslar oluşmaz; tersine, uluslaşma bir tarihsel-iktisadi zorunluluk olarak kendini dayatırken, onun imgesel ve söylemsel temelleri inşa edilir. Bu inşa süreci, geniş bir kültür alanını, onun içindeyse görsel-işitsel bir estetik bağlamını içerir. Ulusun temsil düzleminin estetik inşası, öncelikle bir dizi tarihsel yükü olan simgenin dolaşıma girmesini gerektirir. İşte millî marşların işlevi tam bu noktada belirir.
Her ulusun millî marşının üretilme ve benimsenme süreçleri farklıdır. Türkiye’nin tarihinde, kuşkusuz dönüm noktası Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanıp yeni, modern (sosyolojik anlamda sanayileşme yönünde kararlı adımlar atan) bir ulus-devlet kurulması ve bunun da halk egemenliğine dayalı cumhuriyet rejimiyle perçinlenmesi olmuştur. Bununla birlikte, millî marş olgusu, imparatorluk dokusunun dağılmaya başladığı on dokuzuncu yüzyıl içinde belirlemeye başlamıştır; zira bu büyük dönüşüm karşısında modernleşme adımları, cılız da olsa sanayileşme girişimleri gözlemlenmiştir. Reformcu padişah II. Mahmud’dan itibaren her hükümdar için bir marş bestelendiğini (Donizetti’nin Mahmudiye ve Mecidiye, Guatelli’nin Aziziye, Necip Paşa’nın Hamidiye), bunların kısmen bir çeşit millî marş gibi kamusallığa kavuştuğunu (örneğin Cuma selamlığına gidiş sırasında çalındığını) gözden uzak tutmamak gerekir. Millî marşın işlevi yalnızca hamâsî duygular tahrik etmek değildir; kavramsal olduğu kadar fiziki anlamda da bir ulus bütünlüğünün tesis edildiğine ve süregitmekte olduğuna, artık hükümdar tebâsı olmaktan çıkıp vatandaşa dönüşen insanın grup aidiyetine dair simgesel bir kerteriz sunar. Nitekim padişah marşlarının bestelendiği ve kamusal olarak icra edildiği dönemlerde, başarısız da olsa, padişah kulunun vatandaşa dönüşmesine ilişkin girişimler ve tartışmalar (vatandaş kimliği olarak Osmanlılık, düzenli nüfus kayıtları tutulmaya başlanması, ulus-devletlerde olduğu gibi kimlik ve pasaport temin edilmesi, vb.) ağırlık kazanmıştır. Millî marş, aynı zamanda ulus-devletin toprak bütünlüğü ve bunun siyasi-ekonomik bağlamını işaret etme işlevini yüklenir. O nedenle, millî marşın benimsenip yaygınlık kazanması, ülkenin her yerinde standart bir şekilde söylenmesi, ulus-devletin fiziki anlamda toprak bütünlüğü ve güvenliğinin tesis edilmesiyle koşut gitmiştir. Türkiye’de bir millî marş benimsenmesine yönelik girişimler daha Cumhuriyet ilan edilmeden, Millî Mücadele devam ederken, Millet Meclisi’nin ilk yaptığı işlerden biri olmuştur. Önce bir şiir yarışması düzenlenmiş, Mehmet Akif Bey’in (Ersoy) şiiri 724 aday arasından tartışmasız bir şekilde birinci kabul edilmiştir. Ardından açılan beste yarışmasına sayısı çeşitli kaynaklarda farklı gösterilen adette (55, 24, 17) eser aday olmuştur. Ancak dönemin savaş koşulları, iktisadi zorluklar, yetişmiş insan gücünün kısıtlı olması nedeniyle değerlendirme süreci, şiirdeki kadar kolay olmamıştır. Müzik hayatının ve çağdaş müzik bilgisinin en gelişkin olduğu İstanbul’daki bestecilere danışılmış, ancak işgal altındaki şehre hâkim olan genel karamsarlık hâli içinde, bu talebe olumlu yanıt alınamamıştır. Bunun üzerine dönemin Millî Eğitim Bakanı Mehmet Vehbi Bey (Bolak), besteleri, incelenmek üzere Paris Konservatuarı’na gönderme önerisinde bulunmuştur. Ancak bu öneri, konunun millî bir mesele olması gerekçesiyle kabul görmemiştir. Ankara’da bir uzman heyeti toplama düşüncesi de hayata geçirilemeyince, beste konusu Cumhuriyet’in ilanına kadar çözülememiştir. Ancak bu sırada, dönemin önde gelen müzik insanları çeşitli besteler yapmışlar ve bunlar belli bölgelerde çalıp-söylenmeye başlamıştır. Bunlar arasında Ahmet Yekta Bey’in (Madran) marşı Edirne civarında, İsmail Zühtü Bey’inki (Kuşçuoğlu) İzmir ve Eskişehir çevresinde, Hasan Basri Bey’inki (Çantay) Balıkesir ve Orta Anadolu bölgesinde çalınıp söylenmiştir. İstanbul’da ilginç bir durum ortaya çıkar: Avrupa yakasında Mehmed Zâti Bey’in (Arca), Asya yakasındaysa Ali Rifat Bey’in (Çağatay) marşları benimsenmiştir.
Bu dağınık millî marş manzarası, besteciler arasında bir güç mücadelesini yansıtabilirse de temelde, henüz toprak hâkimiyetini tam olarak tesis edememiş bir siyasi gücün varlığına delalet eder. 1924 yılında toplanan değerlendirme kurulu Ali Rifat Çağatay’ın bestesini seçmiştir. Bu eser, yurdun çeşitli yerlerinde 1930’a kadar çalınıp söylenmeye devam etmiştir. Ancak bu arada, Osman Zeki Bey (Üngör) Kuvâyı Milliye’nin İzmir’e girişinden birkaç gün sonra yaptığı besteyi Viyana Konservatuarı’na göndererek görüş istemiştir. Gelen değerlendirmede, eserin özgün ve bir millî marş karakterine yeterince sahip olduğu belirtilmiştir. Ali Rifat Çağatay’ın bestesi, çeşitli bölgelerde söylenmeye devam ederken, Zeki Üngör’ün bestesi devlet katında kabul görmüştür. Bunda Zâti Bey ve Zeki Bey’in ayrı olarak itirazlarının önemli rol oynadığı bilinmektedir. İtirazın temel gerekçeleri, Ali Rifat Bey’in bestesinin marş niteliği arz etmemesi ve kardeşi Samih Rifat Bey’in o sırada Maarif Vekili olmasıdır. Sonuçta 30 Ocak 1924’te resmi marş olarak kabul edilen Ali Rifat Çağatay’ın bestesinin bu niteliği sekiz ay sonra kaldırılmıştır; yerine Zeki Üngör’ün bestesi kesin olarak İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte, Ali Rifat Çağatay bestesi 1930’a kadar çeşitli yerlerde millî marş olarak söylenmeye devam etmiştir. Bunda kişisel, siyasi nedenlerin yanı sıra, Cumhuriyet’in rejim ve toprak güvenliğinin o tarihe kadar tam olarak sağlanamamış olmasının da payı vardır. Millî marşın benimsenmesi, standartlaşması yalnızca idarî bir yeterlilik meselesi değildir; simgesel anlamı vardır: Toprağın (territory) bütünlüğünü ve ona tekabül eden ulus bilincini işaret eder. Aynı şekilde, millî marşın değer kaybettiği zamanlar (örneğin millî maçların özelliğinden çıkıp mahalle takımları dâhil her futbol karşılaşmasının başlangıcında çalınma banalliğine düşmesi ya da ulus-karşıtı cemaat mensuplarının, marşı dinsel yananlamlarla yüklü olarak söylemesi, vb.), ulus bilincinin erimeye başladığı süreçlere tekabül eder. Günümüzde yaşamakta olduğumuz kültürel ve siyasi erozyon hâli içinde, İstiklâl Marşı’nın anlamını kaybetmesi hiç şaşırtıcı değildir. Bu anlam yitiminin en çarpıcı belirtilerinin başında İstiklâl Marşı’nın marş boyutunun yok edilmesi, diğer bir deyişle müziğinin şiirinden sıyrılması operasyonudur.
Türkiye’de özellikle son yirmi yıl içinde İstiklâl Marşı’nın çeşitli şekillerde değer yitimine tanık olduk. Bir şeyi yok saymak kadar aşırı vurgulamak da onu değersizleştirmenin bir yoludur. İstiklâl Marşı’nın bestesinin iyi ve doğru söylenmesi için okullarda sistemli bir eğitim programı verilmesinin ihmal edilmesi, marşın neredeyse mahalledeki bakkal açılışında dahi söylenebilir bir sıradanlığa indirgenmesi ve nihayet bestesiz bir İstiklâl Marşı mevhumunun zihinlere yerleştirilmesi amacıyla şiirin ön plana çekilip müziğin yok sayılmasına yönelik uygulamaların (şiir okuma yarışmaları, kamusal hayatta İstiklâl Marşı adı altında yalnızca şiirin ısrarla vurgulanması, besteden bahsedilen nadir zamanlarda onun ne kadar uygunsuz (“fazla modern”, “öz kültürümüze uygun değil”, “halkımıza yabancı”, vb.) olduğunu belirtmenin tercih edilmesi, bütün bu marşsız İstiklâl Marşı arayışının somut izdüşümleri olarak karşımızda git gide sağlam bir tahkimat oluşturuyor.
Osman Zeki Üngör’ün bestesinin müzikal anlamda sorunsuz olduğu iddia edilemez. Kullandığı ses açıklığı (mi minörde si3-mi5) bir millî marş için sınırda sayılabilir; zira millî marşın müzik eğitimi olmayan geniş kitleler tarafından mükemmel şekilde olmasa da iyice söylenmesi beklenir. Üngör’ün bestesinin ezgisi 11’li bir aralıkta hareket eder. Ancak asıl sorun ses açıklığı değil, ezginin dört ayrı yerde (yedinci ölçüde re5-re4; dokuzuncu ölçüde si3-si4; onuncu ölçüde mi4-mi5; on birinci ölçüde si4-si3) ikisi inici ikisi çıkıcı dört sekizli atlaması yapmasıdır. Asgari müzik eğitimi olmayan insanların, bu atlamalarda zorlanmaları kaçınılmazdır. Diğer yandan prozodi açısından en azından üç ayrı yerde (“şafak-larda”; “be-nim”; “milletimin-dir”) belirgin bir şekilde sözcükler ortadan kesilmektedir. Bununla birlikte, bu tür sözcük bölümlemelerinin bestenin yapıldığı dönemde yaygın bir uygulama olduğunu belirtmemiz gerekir. Nitekim kimi çevrelerde alternatif marş olarak öne çıkarılmaya çalışılan Ali Rifat Çağatay bestesinde de benzer bir prozodi özelliği vardır. Diğer yandan Ali Rifat Çağatay’ın bestesi, marş (marche = yürüyüş) biçiminde bulunması gereken yürüyüş kararı olma özelliğini tam olarak arz etmemektedir. Bestenin “Garblı” sayılıp sayılmaması başka, ancak estetik olduğu kadar ideolojik de bir tartışma konusudur; böyle bir öznellik çıkmazına girmeden, eserlerin teknik özellikleri üzerinden konuşmak daha doğru olacaktır. Üngör’ün bestesindeki bazı teknik zorluklar, uygun tempoda söylenerek, okullarda iyi bir eğitim verilerek kolaylıkla aşılabilir. Önemli olan, milli marşın bir ortaklık simgesi olarak benimsenmesi yönünde bir iradenin var olup olmamasıdır. Türkiye’de ortak yaşama iradesinin temellerinde ciddi çatlaklar vardır. Yakın zamanda İstiklâl Marşı’nın (şiirin) kabulünün yüzüncü yılı dolayısıyla yapılan tören, toplantı ve konuşmalarda bestenin neredeyse tamamen yok sayılmasının iki temel nedeni var gibi görünüyor: (1) Bestenin, kimi muhafazakâr çevrelerde anlamsız bir şekilde husumet duyulan Cumhuriyet imgesiyle özdeşleştirilmesi (aynı anlamsız ve bilgisiz yaklaşımla Mehmet Akif Ersoy’un şiiri ve şahsı da bunun tam tersiyle özdeşleştirilmiştir), bu nedenle dışlanması; (2) ‘tarihçi’ sıfatını ve muhtelif akademik unvanları taşıyan zevatın büyük çoğunluğunun, yabancı dil bilmediği gibi asgari müzik bilgisinden de yoksun olması. Ancak tüm bunların ötesinde, İstiklâl Marşı’nın salt şiirle kısıtlanması, aynı zamanda marşın sıradanlaştırılması, var oluş nedeni olan ulus bilincinin gerisinde kalmış anlamları, üstelik her kesimin nezdinde farklı biçimler içerecek şekilde söylenmesi, bestenin iyi icra edilmesi için bir eğitim sistematiğinin olmaması gibi belirtiler, ulus bilincinin hızla dağılmakta olduğunun göstergeleridir. İçinde bulunduğumuz küresel kültür alış-veriş ortamı ve finans kapitalizminin akışkan dünyasında bu erime belki belli ölçüde doğal kabul edilebilir. Ancak Türkiye’de daha temel sorunlarımız var gibi görünüyor. Siyasi ve toplumsal anlamda birlikte üreterek var olma alanımızı her geçen gün daha fazla dinamitliyoruz. Ortak yaşama iradesi yok olurken ve üretken bir bütünleşmenin yollarını aramak yerine tüketen bir saldırganlığın yönsüzleşmiş şiddeti alan kazanırken, ulus bilincinin simgelerinin birer boş gösterene dönüşmesi şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Marşsız İstiklâl Marşı, ruhunu yitirmiş bir kolektif hayatın işaretidir. Marşın marşı yoksa, birlikte yürüme iradesi de ortadan kalkmış demektir. İstiklâl Marşı’na sahip çıkmak, güncel siyasi tartışmalardan uzaklaşıp ideolojik olanın ötesinde bir ortaklık arayışı anlamına gelir. Marşın marşı, tüten son ocağı söndürmeme iradesinin sesi olmalıdır.
Müziksiz İstiklâl Marşı: “Kork!”
ALİ ERGUR
1 Nisan 2021, Denizli