Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısı taslağı, sanat kurumlarımız ve sanatçılarımızın üzerine bir karabasan gibi çökmüş bulunuyor. Geçtiğimiz yıldan beri üzerinde tartışılan TÜSAK Türkiye’nin güzide sahne sanatları kurumlarına kilit vurmayı amaçlıyor. Neden kültür-sanat üretiminde bulunmak isteyen herkese fon dağıtmak için kurulduğu söylenen TÜSAK uğruna sanat kurumlarımız feda edilmek isteniyor? Hükümetin herkesten gizlediği başka bir amacı mı var? Bu soruya hala ne yazık ki sağlıklı bir yanıt alınabilmiş değil. Andante olarak başından itibaren dikkatle takip ettiğimiz TÜSAK tartışmalarını, ülkemizin en önemli sanat otoritelerinden biri olan ve bu taslak yasalaşırsa kapısına kilit vurulacak kurumlardan birinin başında bulunan Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen’e sorduk.
Rengim Bey, TÜSAK yasa tasarısından ilk olarak ne zaman haberdar oldunuz? Tasarı üzerinde çalışılmaya başlanmadan önce veya çalışıldığı sırada Bakanlık bürokratları tarafından diğer müdürlerle birlikte siz de bilgilendirildiniz mi? Konu hakkında görüşlerinize başvuruldu mu?
Sanat kurumları ile ilgili yapılanma ve yeni düzenlemeler arayışı yalnız bu son birkaç yıl değil 20 hatta 30 yıl öncesine dayanır. Aslında benim inancıma göre her kurum, özellikle bizim gibi son derece hızlı bir gelişim süreci yaşayan toplumlarda kendisini zamana göre ayarlaması, içinde bulunduğu şartlara göre sürekli bir değişim anlayışı içinde olması gerekir. Göreve geldiğim 2007 yılından beri Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nde mevcut mevzuat çerçevesinde gerçekleştirilebilir birçok düzenleme yaptık. Bunların hepsi ülkemiz koşullarını ve toplumsal değerlerimizi gözeterek sanat kurumlarımızda daha dinamik ve verimli bir çalışma ortamı yaratabilme amacıyla yapıldı. Bu amaçlara yönelik kanun düzeyinde yapılabilecek başka çalışmaları da Genel Müdürlüğümüz çatısı altında planlamaktaydık. Ancak kamuoyuna TÜSAK kısa adı ile yansıyan taslak maalesef bizim hiç bilgimize başvurulmadan, görüşlerimiz alınmadan tasarlanmıştır. Bu konu ile ilgili, geçmiş yıllara dayanan kulaktan dolma bilgilerimiz olmasına karşın böyle çalışmaların doğru sonuçlar vermeyeceğini her zaman ifade ettim. Katılımcı, değişik görüşlerin yansıyabileceği, uzmanlığa ve liyakate değer verilen yaklaşımlarla doğru sonuçlara varılabilir. Bu maalesef gerçekleşmemiş, Türkiye’de müzik ve sahne sanatları ile ilgisi hiç olmayan kişiler bu yasanın hazırlayıcısı ve savunucusu olmuşlardır. Ben yasa ile ilgili resmi olarak ilk defa 3 Ocak 2014 tarihinde diğer genel müdürlerle birlikte bilgilendirildim ve o toplantıda yasanın ülkemiz koşullarında çok güzel şeyler getiriyormuş gibi sunulmasına karşın son derece önemli mahsurlar taşıdığını açık bir dille ifade ettim.
Yasa tasarısı önünüze gelip de okuduğunuzda tepkiniz ne oldu? O sırada Bakanlık nezdinde girişimlerde bulunup görüşlerinizi dile getirebildiniz mi? Bu yoldaki çabalarınız nasıl karşılık gördü?
Maalesef aradan geçen 3 aya yakın sürede görüşlerimin dikkate alınmadığını görüyor ve üzülüyorum. Çünkü bu tür düzenlemelerde yıkıcı değil yapıcı yönde düşünmek ve yarınları çok iyi öngörebilmek gerekir. Çünkü diğer kurumlar yaşayabilecekleri zararları daha sonra telafi edebilecek yapıda olmalarına karşın sanat kurumları süreklilik ve birikimle oluşturulan deneyime dayalı olmaları bakımından, oluşabilecek zararların telafisi asla mümkün değildir. Bu noktada kendimize sormamız gerekiyor. Biz gerçek anlamda sanatı desteklemek istiyor muyuz? Eğer bu soruya samimi bir şekilde “evet” yanıtını veriyorsak, Türkiye Sanat Kurumu yasa tasarısının bunu sağlamayacağını bilmemiz gerekiyor. Çünkü bu yasa tasarısının siyasi erke bağımlı, güdümlü ve onun yanında ülkemiz ve dünya koşullarında açıkça örnekleri görülen popülist yaklaşımlara yol açacağı ve Türkiye’de bugüne kadar oluşmuş sanatçı potansiyelini eriteceği aşikardır. Ancak yasa tasarısı ile ilgili Sayın Bakanımızın ayrıntılı olarak bilgi sahibi olmadığı kanaatini taşımaktayım. Bu konu ile ilgili kendilerine sunum yapabilme olanağımız olduğu takdirde hayali kurulan oluşumun ne kadar büyük zararlar verebileceği konusunda kendisine endişelerimizi aktarabileceğiz.
TÜSAK yasa tasarısının “muhafazakar sanat” başlığı altında şu yakınlarda kamuoyunda tartışılan argümana dayandığını düşünüyorum. Bu olgu hakkında ne düşünüyorsunuz ve siz de TÜSAK yasa tasarısıyla bağlantılı olduğu kanısında mısınız?
Sanatın muhafazakar veya ilerici gibi sıfatlarla tanımlanmaması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü sanat, estetik değerler üzerine inşa edilmelidir. Doğası gereği, toplumun önünde her zaman lokomotif görevini üstlenir. Çağlar boyunca bütün yeniliklerin ön tasarımcıları sanatçılar olmuş, bilim ve teknolojik yeniliklerin dahi öncüleri olmuşlardır. Bu yönden bakıldığında, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmayan, toplumun değerlerini bilen, onları yaşayan ancak toplumun daha iyiye, daha estetiğe, daha uygara doğru evrilmesinde öncü rolde olan özgür düşünceli sanatçılara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, sanatçıya belirli bir çerçeve çizerek onun içinde ısmarlama yapmak, yaratıcılığı “beceri”, sanatı ise “zanaat” çizgisine indirgemek sonucunu verecektir.
İngiltere’deki Arts Council benzeri bir sanat konseyi (kurumu) yapılanmasının Türkiye’nin kültür-sanat yaşamı için gerekli ve uygulanabilir olduğunu düşünüyor musunuz? Benim de içinde olduğum bir grup, kültür-sanat alanında üretmek ve hizmet sunmak isteyen her Türk vatandaşının kamu fonlarından demokratik biçimde yaralanabileceği “hükümetin her türlü etkisinden uzak ve özerk yapıda” bir sanat kurumu yapılanmasının Türkiye için gerekli olduğunu düşünüyor. Siz bu düşünceyi paylaşıyor musunuz?
Bizim düşüncemiz; demokratik bir şekilde yapılanmış, her türlü siyasi erkin etkisinden uzak, çoğulcu, katılımcı yapıda, işlevi son derece açık bir şekilde tanımlanmış bir kurul yapılanması, ülkemizde geleneksel sanatlarının gelişimi, özel sanat girişimlerinin desteklenmesi, amatör grupların yaşatılması için yararlı olabilir. Zaten Türkiye Sanat Kurumu yasa tasarısının ülkemizde plastik sanatlar, edebiyat, geleneksel sanatlar, özel tiyatro ve müzik kuruluşları için katkı sağlaması ilkesini çok değerli ve gerçekleştirilmesi gerekir buluyorum. Ancak bunu yaparken her sanat dalının kendine özgü koşulları unutulmamalıdır. Sanat dallarının yaygınlaşması ve yaşaması için kollama, destekleme görevi dışında devletin müdahaleci olmaması ve özellikle hiçbir siyasal erkin bu yapı içinde sözünün geçmemesi gerekir. Böyle bir yapı tamamıyla liyakat, bilgi ve beceriye dayanmalıdır. Aksi takdirde kendi elimizle sanat kurumu adı altında sanatı sansürleme mekanizmalarını kaçınılmaz olarak yaratırız.
Türkiye için bir sanat kurumunun gerekli olduğunu düşünüyorsanız bu kurum yönetsel ve yapısal olarak sizce nasıl bir örgütlenme modeline sahip olmalıdır?
Demin de söz ettiğim gibi öncelikle çoğulcu ve katılımcı bir yapıyla oluşturulmalıdır. Daha sonra da, işlevi çok açıkça tanımlanmalı, devletin sanat kurumlarını denetleyebileceği ancak sanatsal işleyişe müdahale etmeyeceği özerk bir yapılanma olmalıdır. Özerk ve çoğulcu her görüşün temsil edildiği böyle bir Türkiye Sanat Kurumu, sanat kurumlarının üretim mekanizmalarından bütünüyle ayrı tutulmalı, sanatın yaratma ve uygulama süreçlerinin içinde asla olmamalı; liyakate değer veren, objektif kriterlere dayanmalıdır. Çünkü bu anlamdaki bir müdahale, sanatın “özgür ve özerk üretim” ana prensibiyle ters düşer.
Hükümet neden devlete bağlı sanat kurumlarının çağın gerisinde kalmış, aksayan taraflarını -sizin de talebinize uygun olarak- revize etmek yoluna gitmeyip hepsini kapatma yoluna gidiyor?
Sanat kurumlarımız devletin diğer mekanizmalarından farklı olarak dış dünyaya açılan ulusal vitrinlerimizin markalaşmış değerleridir. Sizlerin de takdir edeceği gibi, dünyanın en mükemmel ürünlerini dahi birkaç günde marka haline getiremezsiniz. Bu, on yıllara hatta yüzyıllara dayanan bir birikim gerektirir. Her şeyden önce, marka haline gelmiş olan kurumlarımızın isimlerine sahip çıkmak ve her türlü yenilik çabasını bu çatı altında sergilemek gerekir. Yeniden yapıp yapamayacağınız meçhulken, var olan marka değerlerini yok etmek, hayalci birtakım yaklaşımlarla Türkiye’de müzik ve sahne sanatlarının daha özgürleşeceğini söylemek, maalesef bir “distopya karanlığı” gibi sanat kurumlarımızın üzerine çökmüştür.
Tasarının yenilenen halinde tüm sanat kurumlarının kapatılmayıp her sanat kolundan en az bir topluluğun muhafaza edileceğinden bahsediliyor. Bunun anlamı nedir? Bu, tasarı yasalaşırsa, Türkiye’de bundan böyle sadece Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Ankara Devlet Opera ve Balesi, Ankara Devlet Tiyatrosu gibi kurumlar devlete bağlı olarak yaşamayı sürdürecek, geri kalanlar tarihe karışacak mı demektir?
Tasarının beni en fazla tedirgin eden bölümü, bireysel veya şimdi görevde olan sanatçılarımızla ilgili değildir. Sanat dallarının 10-15 yıl sonrası ve gelecekte toplumumuza nasıl bir kültür ve sanat ortamı bırakacağımız ile ilgilidir. Endişelerimin odağında, istihdam alanları daraltılmış bir sektörde genç ve yeni elemanlara iş olanakları son derece sınırlandırılmış yapılar sunacak olmamız yatıyor. Bu gelişme, sanat ve sahne işçiliği alanlarına büyük bir darbe indirecek, sanat kurumlarının ve özellikle de opera-bale alanlarının meslek olma niteliğini ortadan kaldıracaktır. Halbuki, 1924 yılında Atatürk’ün direktifiyle CSO’nun Ankara’ya gelmesi ve Musiki Muallim Mektebi’nin kurulmasıyla başlayan, müzikte en ileri teknolojileri öğrenme ve evrensel çapta yeni Türk müziğini yaratma çabaları, aradan geçen 90 yıl içinde başka hiçbir ülkede görülmemiş büyük bir başarı kazanmıştır.
Bakanlığın TÜRKSOY’da düzenlediği istişare toplantısında TÜSAK aleyhinde konuşurken “başarısız olan birileri varsa bu kişiler biz idareciler ve siz siyasetçilersiniz, sanatçılarımız asla başarısız değildir” sözlerini sarfettiniz. Kastettiğiniz neydi bu sözlerle?
Opera-balelerimiz, senfoni orkestralarımız, tiyatrolarımız hiçbir üçüncü dünya ülkesiyle karşılaştırılamayacak başarılar kazanmış ve yurt sathında yaygınlaştırılmıştır. Bu süreçte Türkiye’de her kurumun yaşamış olduğu dengesiz gelişme, sanat kurumlarımız için de zaman zaman geçerli olmuştur. Ancak bu, doğrudan doğruya siyasetçilerin müdahaleleri, bilgisiz bürokratların talepleri ve yetersiz yöneticilerin beceriksizlikleri sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Ama sanat kurumlarımız ülkemizin diğer devlet kurumlarından daha hantal bir yapı asla oluşturmamaktadır. Ancak ne yazık ki sanat kurumları, toplumların bugününe ve hatta yarınlarına değil, 50-100 sene sonrasına yapılan yatırımlar olması açısından siyasetin ve bürokrasinin günah keçisi olmaktadır. Bu bakımdan, haksız yere yaratılan günah keçisi, sanatçılar ve sanat kurumları değildir. Yapılan yanlışların sorumluluğu siyaset, bürokrasi ve yönetim oligarklarına aittir.
Sizin bildiğim kadarıyla, TÜSAK yasa tasarısından da önceye giden, sanat kurumlarında revizyon yapılmasını konu edinen çalışmalarınız var, bize bu çalışmalardan bahseder misiniz? Hangi bakanın döneminde başladı ve ne tür İlerlemeler kaydettiniz?
Son 5 yıldır opera ve balelerin özerk ve tüzel kişiliklerini korumakla birlikte sanatçılara yönelik özlük hakları ile ilgili bazı düzenlemeler yapan; sanatçıyı devletin hizmetinde çalışan bir işçi konumunda görmeyen; sanat kurumlarının rekabete daha açık olmasını sağlayan; verimli ve özellikle iyi yetişmiş yetenekli ve çalışkan sanat işçilerini ödüllendiren yeni bir sistem üzerinde bazı çalışmalar var. Bu çalışmaları şu ana başlıklar altında toplayabiliriz:
1-Emeklilik ile ilgili bir düzenlemenin yapılarak sanatçıların emekli olmaktan çekinmeleri değil, teşvik edilmelerinin önünün açılması
2-Performansa dönük bir yapılanmaya gidilmesi
3-Kurum içinde kaybolmuş olan, gelişmeye ve yükselmeye yönelik bir kariyer sistemi yaratılması
4-Kadrolaşma, yeni genç elemanlara yer açabilme, yönlerinin adaletli ve işler bir şekilde düzenlenmesi ve opera-bale sanatlarının bir meslek alanı olarak korunması
5-Kurumun maddi anlamda bir karlılık değil ancak ileriye dönük verimlilik hesaplarının yapılacağı çağdaş, dinamik bir yapı haline dönüştürülmesi, değişik kanallardan gelen gelirlerin kendi yapısı içinde arttırılacağı bir sistemin oluşturulmasıdır.
Tüm bunların alt açılımları ve ne gibi tedbirlerle sağlanabileceği yönünde çalışmalarımız var.
TÜSAK yasalaşır ve bu kurumlarımız kapatılırsa sizce Türkiye’de opera ve bale sanatlarını nasıl bir gelecek bekliyor?
Türkiye Sanat Kurumu yasa tasarısının olumsuz olarak doğrudan doğruya etkileyeceği sanat dalları opera ve baledir. Çünkü bu sanat dalları kurumsal yapı olmadan hiçbir şekilde proje bazında üretilemezler. Dünyada devletin, yerel yönetimlerin desteği olmadan yürütülen opera ve bale kurumu yoktur. Bugün Türkiye’de opera ve bale sanatçılarının tek istihdam alanı Devlet Opera ve Balesi’dir. Üretim mekanizması olmadan bu sanatlar üretilemez. Bu mekanizmaların ortadan kaldırılması veya küçültülmesi ise, zaman içinde eğitim gören tüm gençlerin ortadan çekilmesi, konservatuvarların, müzik okullarının kapanması sürecini doğuracaktır. Bu noktada opera ve bale, belki misafir kumpanyaların temsilleriyle Türkiye’de arada sırada gerçekleştirilse dahi, Türk ulusal opera-bale oluşumu tamamen yok olacaktır.
TÜSAK yasalaştığı takdirde Türkiye’de İngiltere, Kanada ve diğer gelişmiş ülkelerde gördüğümüz türden “oda operaları”nın kurulması ve yaşatılması mümkün müdür sizce?
Oda operaları maalesef daha rafine ve iyice seçkinleşmiş opera izleyicisine hitap eder. Bugün dünyada büyük sayılardaki opera izleyicisini çeken tür “grand opera” dediğimiz kalabalık, devasa dekorlu, yüksek maliyetli yapımlardır. Zaman zaman küçük opera deneyimleri yaşanıyor olsa bile, oda operası, opera sanatçıları için bir meslek dalı olarak kurumsal yapı olma niteliği taşıyamaz.
Opera, bale ve senfoninin tiyatro gibi olmadığı, bu sanatların daha farklı düzlemde ele alınması gerektiğinin altını hep çizdiniz, bu uyarılarınız Bakanlıkça neden dikkate alınmıyor? Bu sanatların devlet himayesinde kalmaları artık istenmiyor mu? İpi mi çekilmek isteniyor?
Umuyorum, bu yöndeki uyarılarım dikkate alınacaktır. Her sanat dalının kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi, hatta her ülke içinde farklı düzenlenmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Özellikle opera-bale sanatının kendine özgü yapılanma süreçleri iyi bilinmeden yapılacak düzenlemeler, 90 yılda vardığımız şu önemli düzeyi bir anda yıkabilir. Bunun üzüntüsü ve endişesini çok yüksek düzeyde yaşıyorum.
Devlet Opera ve Balesi olarak, Avrupa’nın tüm opera kurumlarını çatısı altında toplayan Opera Europa adlı topluluğa üyesiniz. Bu topluluğun dikkatini TÜSAK konusuna çekmek, bu konuda destek almak, bir açıklama yaptırmak türünden düşünceleriniz var mı?
Devlet Opera ve Balesi gerçekleştirmekte olduğu dört uluslararası festival, uluslararası bale yarışması ve bunun dışında katılmakta olduğu uluslararası festivaller ve diğer etkinliklerle ülkemizi yurtdışında sanatsal anlamda temsil eden en önemli kurumdur. Belirttiğiniz gibi Devlet Opera ve Balesi; Opera Europa, Avrupa Festivaller Birliği, Uluslararası Bale Konfederasyonu, TÜRKSOY gibi oluşumlara üye olup büyük bir uluslararası ilişkiler ağına sahiptir. Ancak bu konu Genel Müdürlüğümüz tarafından toplumumuzun bir iç meselesi olarak değerlendirilmektedir. İçinde yaşadığımız toplumun siyasi ve bürokratik yapısıyla ilgili olumsuz bir değerlendirme oluşturabileceği endişesiyle, bu konuyu Avrupa Operalar Birliği’nin kuruluşu olan Opera Europa’ya aksettirmenin doğru olacağı kanaatini taşımıyorum. Kendimizi şikâyet ettiğimiz anlamına çekilecek böyle bir konunun uluslararası ortamlarda tartışılması, bizim kabul edeceğimiz bir durum olamaz.
TÜSAK’ın kamuoyunda tartışılması sürecinde, devlete bağlı kurumlarda görev yapan sanatçılarımızın konuya yaklaşım biçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz bildiğim kadarıyla yasa tasarısına açıktan cephe alan, onu külliyen reddeden, masaya oturmaktan kaçınan tavırları hoş karşılamıyorsunuz. Diyalogdan yana mı olmalı sanatçılar? Nasıl bir tavır sergilenmesini öneriyorsunuz?
Hiç şüphesiz, sanatçılarımız içinde değişik yaklaşım biçimlerini benimseyen arkadaşlarımız vardır. Burada genelleme yapmanın yanlış olacağı kanaatindeyim. Ancak belirttiğimiz gibi, yaşam prensibi gereği, hiçbir şeyi toptan reddetmekten yana olmadım. Çünkü herkesin iyi niyetle Türk toplumuna daha iyi şeyler sunabilme çabası içinde hareket ettiği peşin önyargısıyla düşünüyorum. Ancak diyalog, benim bu ön yargımın doğruluğunun kanıtlandığı bir güven ortamında yararlı olabilir. Bu diyaloğun oluşabilmesi için de önce güven ortamının sağlanması gerekir. Maalesef Bakanlığımız bürokratları sanat camiasından kaçırarak hazırlamış oldukları bu tasarı ile güven ortamını büyük ölçüde zedelemişlerdir. Bu yönüyle, diyalogdan yana olmayan, tasarıyı toptan reddeden sanatçı duruşlarını anlayabiliyorum. Tasarıda Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı tüm sanat kurumlarının ilga edilmesi yer alıyorken böyle bir tasarı üzerinde tartışmanın bile yersiz olduğu düşüncesi doğrudur. Benim de kırmızı çizgimi oluşturmaktadır.
Türkiye’de opera ve bale (buna senfoni orkestralarını ekleyebiliriz) camiası uzun yıllardır kendi kabuğuna çekilmiş, diğer sanat dallarıyla iletişimi kopuk bir camia profili çiziyor. Tiyatro sanatçılarının bu anlamda toplumla ve diğer sanat dallarının camialarıyla daha içli dışlı olduklarını görüyoruz. Ama tiyatrocularda da opera-bale sanatçılarını dışlayan, onlarla içli dışlı olmayan bir tavır gözlemleniyor. Bu içine kapanık profilin opera-bale-senfoni camiasının işini, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde, iyice güçleştirdiğini düşünüyor musunuz?
Ben görev yaptığım süre içinde opera ve bale sanatlarının toplumun daha geniş kesimlerine ulaşabilmesi için büyük çaba sarfettiğimi sanıyorum. Bütün sanat camiasının, toplumun her kesimiyle daha yakın ve sıcak temas içinde olması için hepimize büyük görevler düşüyor. Maalesef sanatçılarımızın kendi kabukları içinde yaşadıkları düşüncesine zaman zaman ben de katılmışımdır. Bugün bütün dünya toplumları daha iyiyi, daha güzeli, daha gelişmiş bir yaşam standardını hak ediyorlar. Sanat yoluyla, daha bilinçli empati kurmasını bilen uygar toplumlara ulaşabileceğimiz kanaatindeyim. Bunun yolu da sanatçıların içinde yaşadıkları toplumla daha fazla bütünleşebilmelerinden geçiyor.
Camiamızın en önemli problemlerinden biri de dayanışma ruhundan yoksun olması. Türkiye nüfusuna vurduğumuzda azınlık olarak tanımlanabilecek olan bu camia kendi içinde de bölünmüşlükler yaşıyor. Sosyal bilinci ve dayanışma ruhu zayıf. Bu yüzden gösterilen tepkiler de doğal olarak cılız kalıyor, istenen etkiyi kamuoyunda uyandırmıyor. Buna bir de alanlarında dünyaca ünlü pek çok solistimizin TÜSAK konusunda gereken tepkiyi güçlü biçimde kamuoyuna hala veremedikleri gerçeğini de eklemeliyiz. Sizce tepkiler nasıl ve hangi yöntemlerle ortaya konulmalı ki mesaj etkili biçimde muhataplara duyurabilsin ve kamuoyu bu konuda aydınlansın?
Akıl ve bilimsel eksenden ayrılmadan nedenselliğini analiz ederek tüm olumsuzlukları sergilememiz ve çözüm yollarını mantık çizgisinden ayrılmadan ortaya koymamız gerekiyor. Maalesef böyle bir konu olumsuz yönde gündeme gelmeden önce hiçbir fikir üretmemiş, çözüm yolları aramamış kişiler bağırıp çağırarak tepki vermeye çalışıyorlar. Çözüm üretmeden tepkisellik olmaz. Ayrıca burada hep bir camiadan bahsetmek de konunun ne kadar kapalı devre tartışıldığını, kamuya mal olmadığını gösteriyor. Konunun asıl tartışılması gereken alan ülke kamuoyudur. Çünkü bu sorun, 3-5 kişinin şahsi beklentileri ve beğenisini değil, tüm bir toplumun sanatsal ve kültürel geleceğini ilgilendirmektedir.
TÜSAK’ın yasalaşması halinde bundan en fazla zarar görecek olanlar, sanatçılar ve teknik çalışanlarla birlikte elbette sanatseverler olacak. Ama işin o tarafında da ne yazık ki genel bir bilinçsizlik, bir sahiplenmeyiş görüyoruz. Ne sanatçılar dertlerini sanatseverlere doğru düzgün anlatabiliyor ne de sanatseverler geneli itibariyle olup bitenden haberdar. (Kuşkusuz bu atalette ülkenin şu sıralar içinde bulunduğu travmatik ortamın da dikkati daha yaşamsal alanlara yoğunlaştırdığı gerçeği var). Bu iletişim kopukluğunu nasıl görüyorsunuz ve bu durum sizce nasıl aşılır?
Maalesef burada da, toplumun geniş kesimlerine bu kurumların kendilerini doğru anlatamadıkları ve tanımlayamadıkları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Ne yazık ki, bu yönüyle, toplumun geniş aydın kesimleri bile, Cumhuriyetin hazırlayarak kendilerine sunduğu bu kurumların nimetlerinin farkında değiller. Başka ülkelerde veya kendi ülkemizde özel girişimciliğin halkın ortalama gelirinin çok üstünde fiyatlarla sunduğu kültür hizmetleri bu kurumlar sayesinde çok düşük bedellerle Anadolu’nun her köşesinde topluma ulaşabiliyor. Bunun değerini bilmeliyiz. Ticarileşen bir kültür ortamında hangi orkestranın, hangi tiyatronun ve hangi opera-balenin Konya’da, Artvin’de, Sinop’ta, Osmaniye’de konser, tiyatro, opera-bale yapabileceğini düşünebiliriz?
Pek çok bakımdan çizginin çok üzerinde bir DOB Genel Müdürlüğü görevi ifa ettiniz bugüne kadar. Çıkarttığınız kadrolar, yeni sahneler, başarılı prodüksiyonlar, yazdırılan Türk eserleri, yurtdışına yapılan turneler, kurup yurt sathına yaydığınız opera-bale festivalleri ve yarışmalar adınızı bundan sonra da yaşatacak başarılı faaliyetler. Ekibiyle birlikte tüm bu eserleri ortaya koymuş bir genel müdür olarak, sanki görevinde başarısız olmuş gibi kurumunuzun ilga edilmesi çabaları karşısında ne hissediyorsunuz? Haksızlığa uğradığınızı düşünüyor musunuz?
Her şeyden önce, teşekkür ederim belirttiğiniz saptamalar için. Kişisel anlamda değil ama, Türkiye’de yaşayan sanatçılar adına böyle bir tasarının düşünülmesini bile, büyük bir haksızlığa uğramışlık olarak görüyorum. Her çerçevede tembel, kaytaran, günü kurtarmaya yönelik insanlar bulunabilir. Ancak bu olumsuzluk tüm bir camiaya mal edilemez. Bugün sanatçılar Mustafa Kemal Atatürk’ün onlara yüklemiş olduğu misyonu başarmışlardır. Henüz başaracak çok şey olmasına rağmen Türk Operası, Türk Tiyatrosu ve Türk Balesi’nin öyküleri çok heyecan vericidir. Şurasını da belirtmem gerekiyor ki, bu kurumlarda atıl durumda addedilebilecek kadro sayısının diğer devlet daireleri ve kurumlarındakiler ile karşılaştırıldığında son derece az olduğu görülecektir. Tüm bu rakamlar göz önüne alındığı zaman, Türkiye’deki ödenekli sanat kurumlarının yüklendikleri misyonu büyük ölçüde başardığı görülecektir.
Bakanlık yetkililerinin son dönemde duyduğumuz yorumlarından biri de opera-bale gibi Batı kökenli sanatlarda millileşmenin, yerelleşmenin sağlanması gerekliliği. DOB sahnelerinde eskiye nazaran son yıllarda daha fazla Türk eseri ve folklor temalı eserler izliyoruz. Bu repertuvarın arkasında Bakanlığın bu politikası mı yatıyor yoksa sizin opera-bale sanatlarını Türk halkının daha da geniş kesimleriyle kaynaştırma çabanız mı?
Bakanlığın böyle bilinçli politikası olduğunu sanmıyorum. Keşke olsaydı! Türk eserlerine ağırlık vermek benim Ulusal-Çağdaş Türk Müzik Ekolü’nü yaratırken çok önem verdiğim bir husustur. Belirtmek gerekiyor ki, opera ve bale, diğer tüm sanat dalları ve tüm teknolojik ilerlemeler gibi Batı kökenli olmasına karşın Batılılığını yitirip evrensel olmuş sanat dallarıdır. Nasıl ki mekanik-elektronik bir aygıtı üretirken en ileri teknolojiyi kullanmak için Batıdan bazı bilgileri almamız, daha sonra kendi tasarımımızı yapmamız gerekiyorsa, sanat ve özellikle müzik teknik bir iştir. En ileri teknolojiyi kullanıp kendi ruhunuzu yitirmeden yazdığınız eserlerle ancak evrenselliğe ulaşabilirsiniz.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) Atatürk'ün direktifiyle Ankara'da ilk konserini vermesinin üzerinden 2014 yılı itibariyle tam 90 yıl geçmiş bulunuyor. Bu yıldönümünün ülkemizde çoksesli müziğin geçmişi bağlamında taşıdığı önemi, orkestranın günümüzdeki genel müzik direktörü sıfatıyla bizlere nasıl anlatırdınız?
CSO dünyada başka hiçbir sanat kurumuna nasip olmayan zengin bir geçmişe sahiptir. Kuruluşu 1826’ya kadar giden bu orkestra gerçek kimliğine 1924’den sonra Atatürk’ün emriyle Ankara’ya taşınıp halka açık konserler vermesiyle kavuşmuştur. Gerçi 21. yüzyıl başında Avrupa’nın önde gelen bir senfoni orkestrasının sahip olduğu repertuvar zenginliğine ulaşan Orkestra İstanbul’da çok sınırlı bir saray ve aristokrasi çevresi dışında, adını ve etkinliklerini hissettirebilmiş bir topluluk değildi. Orkestra Ankara’ya taşındıktan sonra halkla bütünleşmeye başlamış, Türkiye’nin uluslararası alanda dünyaya açılan yüzü olmuş, daha sonra kurulacak çok daha büyük ve kapsamlı opera ve bale kurumlarının, konservatuvarların ve diğer senfoni orkestralarının temelini teşkil etmiştir. Bu açıdan bakıldığında bu kurum sadece bir orkestra değil ülkemizin müzik ve sahne Sanatları alanındaki en değerli varlıklarının başında gelmektedir.
CSO sizin genel müzik direktörlüğü göreviniz sırasında başarılı yurtdışı turneler gerçekleştirdi. Bu turneler ve dış ülkelerde elde edilen başarılar hakkında bizlere bilgi verir misiniz?
Bir yıl verdiğim arayı saymazsak, 2006 yılından beri sürdürdüğüm müzik direktörlüğü görevim sırasında yurtdışına birçok turne gerçekleştirdik. Bu turnelerden bazıları benim yönetimimde, bazıları da diğer Türk ve yabancı şefler tarafından yapıldı. Orkestra Cem Mansur, Prof. Erol Erdinç ve benim yönetimimde Rusya, Macaristan, İspanya, Japonya ve Çin’de büyük başarılar elde ederek ülkemizin yüzünü ağarttı. Özellikle belirtmem gerekiyor ki, CSO, “Türkiye’nin Ulusal Senfoni Orkestrası” olma kimliğini uluslararası boyuttaki turneler ve kayıtlar yoluyla çok farklı bir noktaya taşımaktadır. Ancak yurtdışı turneleri ve etkinliklerine verdiğimiz önem yanında ülkemizin ulusal senfoni orkestrası olduğu düşüncesiyle CSO’nun ülkemiz içindeki faaliyetlerini de çok önemsiyoruz. Bu son dönemde yurtiçindeki konserlerimizin içinde özellikle Doğuş Grubu’nun sponsorluğunda gerçekleştirilen Kampüste Senfonik Akşamlar turneleri Anadolu’da özellikle üniversite gençliğine yönelik yapılan konserlerdir ve bizim için büyük önem taşımaktadır.
CSO başta olmak üzere devlete bağlı tüm müzik ve sahne sanatları kurumlarımız yıllardır Türkiye'yi uluslararası kültür-sanat arenasında başarıyla temsil ediyorlar. Bir ülkenin global ölçekte tanıtılmasında, diğer devletler ve halklar nezdinde prestij kazanmasında bu sanat kurumlarının işlevini nasıl değerlendirirsiniz?
Sanat ve bilim ülkeleri gelecek yüzyıllara hazırlayan en önemli unsurlardır. Özellikle sanatın geleceğe bıraktığımız en önemli miras olduğunu göz önünde bulundurursak, toplum yaşantısında güzel sanatların ve özellikle müziğin önemini çok daha iyi vurgulamış oluruz. Atatürk’ün “Bir toplumun yeni değişikliğinde ölçü, müzikteki değişikliği kavrayabilmesidir” sözünün derin anlamı burada ortaya çıkmaktadır. Bugün dünya ülkeleri birbirini sanat yoluyla ve kültürün en geniş anlamı ile tanımaya ve birbiriyle yakınlaşmaya çalışıyor. Müzik, toplumların kültürüne en geç ulaşabildiği sanat dalıdır çünkü müzik soyuttur. İnsan beyninin çok daha derinlerde bulunan algılamasına seslenir. Bu yüzden gelişmiş, evrenselleşmiş sanat müziğini algılamak için üstün çaba harcamak gerekir. Algılayamayanlar, bunun nedenini, evrensel müziğin kendi yerel mantıklarının menziline girmemesinde arıyorlar. Ancak yerellik bugün, gelişmiş ve gelişmemiş her ülke için söz konusu olan bir kavramdır. Başka bir deyişle, her toplumun yerel müzikleri vardır. Farklılığı iyi olmak, özgün ruhunu kaybetmemek ama tüm insanlığa evrensel bir dilde seslenebilmek ise toplumların varabileceği en son aşamadır. Müzik, kolektif bir sanattır. Bireysel sanatlarla kıyaslandığında teknik anlamda büyük zorluklar içerir, uzun ve zorlu çalışmalar gerektirir. Bu nedenle senfoni orkestrası kurmak ve yaşatmak her ülkenin başarabileceği, üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Bu yüzden müzik ve sahne sanatları kurumlarımız, ülkemizi üçüncü dünya ülkelerinden farklı kılan en önemli zenginliklerimizdir. Bu zenginliğimizi dünyayla ne denli paylaşabilirsek, ülkemizin imajına ve prestijine o kadar büyük katkılar yapmış olacağımızı düşünüyorum. Çünkü sanat 21. yüzyılda insanları birbirine yaklaştıran ancak doğru kullanıldığı zaman toplumları yücelten ve gerçek barış, hoşgörü, sevgi ortamına taşıyan en barışçıl silahtır.
(Andante / Nisan 2014 / Serhan Bali)