Sosyoloji bilimi 19. yüzyıl ortalarında rüştünü tam olarak ispat edip ciddi bir araştırma alanı haline geldiği zaman, başlıca düşünüm konuları, toplumsal bütünleşme, aile, değerler, normlar gibi kavramlardı. Diğer bir deyişle, ilk toplumbilimciler “nasıl oluyor da bir toplum halinde yaşıyoruz? İnsanları bir arada tutan bağlar nelerdir?” gibi temel sorular soruyorlardı. Böyle bir yaklaşım iki nedenle doğaldı:
1) Sosyoloji bilimi henüz yeni oluşmuştu; en temel soruları sorarak işe başlamak zorundaydı.
2) O çağ, bu soruların sorulabilmesi için uygun bir ortamı sunuyordu.
Batı Avrupa, bütün içsel farklılıklarına rağmen, en azından dört yüzyıldır geliştirdiği kapitalist üretim biçiminin doruğuna ulaşmış, küçük ticaretle başlayan birikim rejimi, 19. yüzyılda devasa bir sanayi uygarlığına dönüşmüştü. Sınaî kapitalizmin çarkını döndüren önemli bir kaynak da kuşkusuz sömürge ekonomisiydi. Böyle bir sistemin, insanın insanı sömürdüğü en acımasız düzeni ortaya çıkardığı bir gerçektir. Ancak 19. yüzyıl Batı Avrupa sanayi uygarlığı, müthiş bir zenginlik biriktirmesine rağmen bir para düzeni değildi. Paranın merkezi bir konum işgal ettiği bu modern dünya, görkemini paranın görgüsüzce teşhiri yerine, estetik ve kültüre yansıyan eserlere kendini tercüme edebildi. Paranın mutlaka estetiğe ve kültüre dönüşmediğini çağımızda mebzul miktarda örnekle görebiliyoruz. Üstelik bunun için öyle Körfez emirliklerine gitmeye gerek yok; yanı başımızda nice gemlenmemiş hırsların para gösterisine her gün daha da şaşırarak tanık oluyoruz.
Sosyoloji, sanayi toplumunun çocuğudur; onun sorunlarını anlama gayretinden doğmuştur. Sanayinin düşün ürünlerinden biri de sosyoloji bilimidir. Ancak, sanayi kapitalizmi, 20. yüzyıl boyunca yerini finans kapitalizmine bıraktıkça, sosyolojinin soruları da değişmeye başladı. Hele küreselleşme adını verdiğimiz, Dünya çapında ekonomik ve kültürel bütünleşme süreci içinde, bütünlük, tutarlılık, süreklilik gibi kavramlar da önemlerini yitirip yerlerini daha akışkanlığın ürünü olanlara bıraktılar. O yüzden, bugün herkesin bir ‘kimlik sorunu’ var!
Ancak kimlik olgusunun her zaman bir sorun ve çatışma kaynağı olmayabileceğini, şu günlerde Fransa’da ve Dünya’nın birçok yerinde popüler müzik alanında büyük beğeni toplayan Indila’nın müziği bize çok anlamlı bir şekilde anlatıyor. Indila, öncelikle kimlik çoğulluğuyla dikkati çeken genç bir yorumcu. Indila, babası Cezayirli, annesi ise Hint, Mısır ve Kamboçya kökenlerine sahip bir bileşimin kültürel mirasını taşıyor. Kendisini “Dünya’nın çocuğu” (enfant du monde) olarak tarif eden şarkıcı, buna mukabil, hiçbir kompleks ya da çekinceye sahip olmadan gururla Fransız olduğunun altını çiziyor. Kimliğin saf bir öz olduğuna dair epeyce ön yargısı ve çatışması olan bir ülkenin kültür terasından bakıldığında, çok yadırganacak bir tavır olarak görülebilir. Yalnızca Türkiye’de kimlik tartışmalarının bizi pek bir yere götürmeyen sığ sularına takılıp kaldığımız zaman, bütün Dünya’da ulusal kimlik atıflarının çoktan çöpe atılmış olduğunu, bu arkaik tavırda direnen yegâne yerin Türkiye olduğu kanısına rahatlıkla kapılabiliriz. Oysa ulusal kimlikler, onları yaratmış olan toplumsal-ekonomik koşulların bir kısmı ortadan kalkmış olmasına rağmen var olmaya devam ediyorlar. Ancak, burada karşımıza ikili bir sorun çıkıyor:
1-Türkiye’de bu konuda kafalarımız bir değil birçok şekilde, birbirini daha da karmaşık hale getiren ölçütlerin bir aradalığı nedeniyle son derece karışık (ancak bu başka ve daha derinlikli bir çözümlemenin konusu olmalıdır);
2- Dünya’nın birçok yerindeki ulusal kimlikler, yerlerinde saymıyorlar. 19. yüzyıl tipi bir ulusalcılığın, kimilerinin zannettiği gibi, yalnızca modası geçtiği için değil (çünkü birçoğumuz fikirlerin bir icat meselesi olduğunu düşünüyoruz), ama onu var eden üretim ilişkilerinin artık büyük ölçüde değişmiş olduğu için artık geçerli olmadığını görmemiz gerekiyor. O nedenle, ulusal kimlikler, günümüzün çoğulcu, küresel, akışkan ve etkileşimsel dünyasında ancak aynı ölçüde kapsayıcı olabildikleri sürece anlam ifade ederler. Diğer bir deyişle, dışlayıcı ve kayıp bir hazineyi arayan kâşiflerin romantik tragedyalarında olduğu gibi, saf bir kimlik ve kültür özünün peşinde koşan herkesi muhteşem bir sükût-u hayal bekler!
Günümüzde ulusal kimlik, kucaklayıcı ve kesinlikle çoğulcu olmak zorundadır. Belki küreselleşmenin öncü anlatılarından biri olan Star Wars’ta olduğu gibi, bir gün bütün insanlık bir gezegen kimliğine ulaşacaktır. O zaman ulusal çatılara da gerek kalmayacaktır. Ancak bugün o insanlık, hatta galaksi ülküsünden epeyce uzaktayız.
Indila’nın kişiliği ve müziği bize bu yolda gereksinimimiz olan çoğulculuğa dair çok güzel bir uyarı oluşturuyor. Indila’nın başarısı, onu yapan çoğulluğun unsurlarını, çok uygun dozlarda kullanıp dinleyicinin gözüne (ya da kulağına) sokmamasında yatıyor. Zira Türkiye’de örnekleri ikrah getirecek kadar çok olan, ama başka diyarlarda da ondan aşağı kalmayan miktarda ‘multi-kulti’ denemelerin, en temel defosunun, kullandıkları etnik, kültürel, kimliksel unsurları, ‘bakın biz bunları ne güzel bir araya getirdik’ diye bağırır gibi kurgulamış olmalarıydı. Indila’nın müziği, bu eğilimin tam tersi yönündeki tek deneme değil kuşkusuz. Ancak ‘ortaya karışık etnik’ müziklerin çiğliğinin yanında, çok daha dengeli ve sahici bir küresel bilinçle yapılmışların sayısı çok düşük; Indila’nın müziği o yüzden değerli.
Doğum adı (asıl adı diyerek bir öze atıfta bulunma tehlikesi vardır) Adila Sedraïda olan şarkıcı, Paris’in Orly havalimanına yakın güney banliyosü olan Rungis’te doğup büyümüş. Bu anlamıyla tam bir Paris’li (Parisienne) genç kadın olan Indila, Şubat 2014’te piyasaya sürülen Mini World albümünde, içinde büyüdüğü çağın özelliklerini çok anlamlı bir şekilde, neredeyse ‘başlayanlar için 45 dakikada çağdaş sosyoloji’ dersi olabilecek niteliklerle özetlemiş. Öncelikle Indila’yı bir etkiler toplamı olarak değerlendirmek hem mümkün hem değil: Kendisi, etkilendiği müzisyenler ve akımlar arasında Michael Jackson’dan Jacques Brel’e, Ismaël Lô’dan Buika’ya kadar, ne tarz ne içerik ne tını olarak yan yana gelemeyecek bir dizi müzisyeni zikrediyor. Müziğini dinlediğimiz zaman, hakikaten de bu etkilerin hepsini az ya da çok saptayabiliyoruz. Üstelik bir parçadan bir diğerine önemli üslûp değişmeleri gözlemlenebiliyor. Elbette bu farklılıkları kuşatan temel bir tınısı ve tavrı var; ama her bir şarkısında ayrı bir Indila’yla karşılaşıyoruz. Bu yalnızca ritmik yapı, ezgisel kuruluş anlamında değil, bizatihi Indila’nın ses renginde ciddi farklılıklarla ortaya çıkıyor. Akışkan bir dünyanın sesi, Indila’nın hem ses kullanımdaki dikkat çekici değişmeler, hem üslûbunun salınımları anlamında çeşitlilik arz ediyor. Zira kız çocuğu sesinden, mezzo-soprano gürlüğüne, Hint şarkıcılarının ses süslemelerinden falsetto’larda gezinmekten çekinmeyen bin bir suratlılığa dalgalanan bir ses kullanımı söz konusu. Ama aynı nedenle, onu, belki tevazuuyla ve saygıyla öncülleri olarak saydığı sanatçılardan ayrı bir yerde görmemiz gerekiyor.
Indila, bu çoğulluk içinde, çeşitli etkileri alan, ama onlardan artık hiçbirine benzemeyen yeni bir bileşimi yapabilmiş bir sanatçı. Onu tasnif etmek isteyen müzik endüstrisinin (çünkü kültür endüstrisi tasnif ederek pazarlar) Indila’yı koyacak raf bulamayıp ona olur olmaz etiketler yapıştırması (R&B, Bollywood, Groove, vb.), ama bunların hiçbirine karar verememesi de bu kültür çoğulluğunun güzel bir kanıtını oluşturuyor. Diğer yandan Indila’nın müziği, en azından şu anda elimizde olan tek albümü Mini World’deki eserlerin tamamından edindiğimiz izlenim, iyi müzik bilen, küçük lezzetleri çok dozunda kullanabilen usta bir aşçı düzeyindeki bir müzisyenin imzasını taşıyor. Bu noktada, elbette bütün müziklerde Indila’ya ortak katkısı olan ve düzenlemeleri yapan Pascal Skalpovitch’in ustalığının da göz ardı edilmemesi gerekiyor. Albümün tamamı, bir çeşit home-studio mantığıyla yapılmış: Her ne kadar kayıt, önemli stüdyolarda geçekleştirilmişse de, şarkılar esas olarak Indila’nın sesi ve Skalpovitch’in elektronik klavye ve diğer teçhizatından başka çalgı ve müzisyen barındırmıyor. Bu anlamda Indila’nın müziği, birey ve enformasyon toplumu ilişkisinin de güzel bir kanıtı: Eğer bu yeni üretim biçiminin dilinden konuşabilir, onun araçlarını ustalıkla kullanabilirseniz kazanırsınız! Indila, bu anlamda çok kolaylıkla vasat altı, basmakalıp, hatta itici olabilecek bir elektronik estetiğinin tuzaklarından uçarak kaçınıyor. Özellikle Skalpovitch’in orkestralama konusunda özel becerisi takdire şâyan olarak değerlendirilebilir. Çok sesli vokalleri, yalnızca küçük bir görsel dokunuşa yetecek kadar kullanılmış tüller gibi şarkıların içine çok iyi dağıtmış, ama bunları yaparken, ciddi anlamda füg bilgisini de konuşturmuş bir müzisyen var sahne gerisinde. Aynı şekilde, bu vokallerin tamamı Indila’nın kendi sesleri olarak kaydedilmiş; bireyin büyük toplumsal yapıların güdümünden âzâde şekilde kendini çoğaltabilmesinin, kimliği bir öz gibi değil değişken bir strateji gibi ‘giyinmesinin’ önemli bir göstergesi.
Önemli bir başka dilsel özellik de, bazen yakından bazen uzaktan hissedilen farklı kültür renklerinin ölçülü bir şekilde, iyi kurulmuş bir senfonik dokuya dağıtılmış olmaları. Senfonik müziği olumlu ya da olumsuz anlamda popun alternatifi olarak gören, her iki taraftan da serdedilen dar görüşlü yaklaşımların üzerini, hem de kırmızı mürekkeple bir güzel çiziyor Indila. Türkiye’de biz hâlâ geleneksel sanat-çağdaş sanat kutuplaşmasının grotesk ve gülünç sahnelerine her gün bir yenisini ekleyeduralım, Indila, küresel kültürde bu tür kimlik parsellemelerinin mümkün olmadığını, bunların üzerinden ideolojik prim yapmanın insanı ele güne rezil edeceğinin vurgulamasını en incelikli şekilde yapıyor.
Şarkı sözlerinin popüler müzikte önemsiz olduğu söylenemez, ancak anlamak istediğimiz olgu müzikse öncelikle onun dilinin özelliklerine bakmamız gerekir. Bu anlamda sözler hem önemli hem değildir. Indila’nın şarkı sözlerinde, militanca bir kafa tutma yerine, uysal olmayan ama incelikli bir karşı duruş görüyoruz. Bir zamanlar Michael Franks’in armonik dokusu zengin funk’ında öne çıkan tüketim ve performans saplantısı eleştirisinin, yüzeysel bir okuyuşta romantik denilebilecek, ama aslında sert bir başka sürümünü Indila’nın müziğinde gözlemliyoruz. Üstelik bu sözü kurarken küreselleşmenin dili İngilizce’yi de istediği gibi Fransızca’ya karıştırıyor. Bunun ne tabu yıkıcı bir tavır olduğunu, Fransız kültür dünyasına az çok âşina olan herkes idrak edecektir. Indila, bu anlamda yeni bir kuşağın yeni bir duyarlılığını temsil ediyor: Küresel düşünen, kimliği bir savaş meydanı olarak görmeyen, çoğulcu, ama ayağını bastığı toprakların mirasından beslenen yeni bir zihniyet bu. Küreselleşmenin kapitalist sömürü boyutunu alabildiğine eleştirip onun kültürel etkileşim olanaklarını genişletmek, bu yeni zihniyetin en büyük katkısı olacaktır. İçselleştirimiş bir küresel zihniyet, ona heves edenlerinkinden, hele sadece parasına tamah edenlerinkinden farklı olarak, kimlik unsurlarını göze sokmadan, onları artık tanınmaz bir amalgama dönüştürme becerisini gerektiriyor. Indila, bu tavrı yaşam düsturu yapan genç kuşakların iyi bir temsilcisi; aynı zihniyet Türkiye’de filizlenince neler olabildiğini gördük. Bu daha başlangıç!
Editörün notu: Örnek video, galerimizde:
http://www.sanattanyansimalar.com/video-detay/indila-mini-world/12/