Yazımı yazmaya oturduğumda önce başlığı döküldü; sırasıyla ruhumdan, dudaklarımdan, parmak uçlarımdan. Birkaç haftadır farklı biçimlerde hemhal olduğum Zorba’dan söz etmeye içimdeki son yankısıyla başlamak istedim. Son, diyorum; çünkü gerçek ve hayali, sahnede ya da betimlemelerin canlılığında gördüğüm birçok sahnenin yankısını haftalardır yanımda taşıyorum. Anlatayım.
Laodikeia, Denizli’de olup Hierapolis’ten daha sonra gün yüzüne çıkması nedeniyle daha az bilinen, ancak son yıllarda büyük yapımlar kapsamında sanat etkinliklerine sahne olan dev bir antik tiyatrosu olan antik şehrimiz. Milattan önce 1. Yüzyılda Anadolu’nun önemli kentlerinden biri olan Laodikeia’da iki antik tiyatro bulunması etkileyicidir. Pamukkale Üniversitesi Arkeoloji Bölümünün, Prof. Dr. Celal Şimşek önderliğinde yürüttüğü kazılar Denizli’de zaman zaman güzel heyecanlara neden olmaktadır. Değerli iş insanı, sanat ve özellikle şiir sever Esat Sivri’nin bu kente tutkusu, Laodikeia adını duyduğum her anda zihnimden geçer, yüreğimi ısıtır. Denizli Büyükşehir Belediyesi’nin daveti ile Zorba balesinin Ankara Devlet Opera Balesi tarafından Laodikeia Büyük Tiyatrosu’nda sergileneceğini duyunca bütün bunları düşünerek heveslendim. Konusunu bildiğim, çok uzun yıllar önce filmini izlediğim, yine de neredeyse sonundaki dans sahnesinden başka bir sahneyi anımsamadığım, bir ara sirtaki dans kursuna gittiğimde film müzikleri içinden bu şarkıya yapılmış koreografiyi öğrenmiş olmamın bunda büyük payı olduğunu düşündüğüm bir eserdi Zorba. Bale ile bu hikâyenin nasıl anlatılabileceğini merak etmekle hevesim başladı. İşte yoğun bir zamanıma geldiği için hem üzerine okumak hem son anda gidişimizin önüne bir engel çıkma olasılığını bertaraf etmek mümkün olamayacaktı. Şansa bıraktım.
Henüz güneş batmamışken antik şehre girmiş olmak doğru karardı. Hem yürüyüş yolu boyunca daha önceki gezilerimden özlediğim görüntüleri yeniden yaşamak hem zaman içinde eklenen kısımları belleğime kazımak için olanak buldum. Üstelik günbatımına tanık olup inen geceye usul usul bürünmek de apayrı bir güzellikti. Dev tiyatroda, sahneye göre konumumuzu kendimizce ölçütlere göre seçmeye çalıştık. Bu ortamlarda en çok kaygılandığım, zaten açık havadayız diyerek sigara içenlere denk gelmektir. Kokusunu sevmeyen, hatta çok rahatsız olan bizim gibi kişiler için bunun önemli bir sorun olduğunu, içenlerin ise çoğunlukla bunu kendilerinde hak görerek bu rahatsızlıkları anlamazlıktan gelmesinin sonraki etkinlikler için heves kırıcı olduğunu söylemeliyim. Özgürlüklerin başlangıç ve bitiş sınırları, hele de sanatsal etkinliklere gelmeyi seçenler arasındayken de bu kaygıyı yaşamak üzerine daha çok düşünmemiz gerektiğini fark ediyorum.
Dev tiyatro, akın akın gelen izleyicilerle doldu. Çoğunluğu Denizli’de yaşayanlar olsa da konuşmalardan yakın şehirlerden azımsanmayacak sayıda izleyicinin bu gösterim için geldiğini öğrenmek mutlu etti. Çocuklar, yaşlılar az değildi, genel izlenimimiz izleyicilerin çeşitliliği yönündeydi. Bütün bunlar, gösterim başlamadan da umudu yükselten gözlemlerdi. Ancak yaşayanlarının sanatla bütünleştiği bir kent, antik çağlarda biri yirmi bir diğeri on beş bin kişilik iki tiyatrosu olan Laodikeia’nın ve diğeri dillere destan antik tiyatrosu ile hemen yakınındaki Hierapolis’in sanat mirasına sahip çıkabilirdi. O geceyi biraz da bu beklentiyle anılarım arasına eklemek istedim. Öte yandan Zorba balesini içten içe çok merak ediyor, konusunu bildiğimi düşündüğüm romanın nasıl dansla aktarılacağını görmek için sabırsızlanıyordum.
Tek sözcükle ifade etmem gerekirse olağanüstüydü. Görüntü alınmamasını istedikleri için resmi olarak çekilen fotoğraflara ulaştım. İzin verilseydi de ben çekemezdim. Bunun nedeni, ışık, kamera niteliği, konum vs. ideal olmadan çekilecek bir fotoğrafın yaşananı yansıtmakta yetersiz kalması, daha da önemlisi bununla uğraşırken o anda gerçekleşen büyülü atmosferi kaçırmayı istememektir. Gözümü kırpmadan, her bir ânın ruhuna ayna tutan müzikle, hikâyeleri insanın içine işleyecek şekilde anlatan koreografi, dans, oyunculuk ile bütün karakterlerin duygusuna girebildiğim için o duygudan öbürüne savrularak izledim. Ara verildiğinde kıpırdamadım, yaratılan atmosferin dışına çıkmayarak ikinci perdede kaldığım yerden ne anlatıda ne duyguda kesintiye uğrayıp devam edebilmek için neredeyse nefes bile almadım. Dansçılar, büyük kadronun bütünü çok iyiydi. Elbette baş rollerdeki dansçılar öne çıkıyordu. Filmde de yer alan müzikler, ünlü Yunan besteci ve müzikolog Mikis Theodorakis tarafından bestelenmişti. Temposu çoğunlukla yüksek olan, duygu geçişlerini de çok iyi veren melodiler hikâyenin arka planını sağlam bir şekilde bir arada tutabildi.
Baleyi izlerken sık sık hikâyenin bütününü, ayrıntılarını merak ettim. Romanı baleye uyarlarken libretto ve koreografiyi yapan Lorca Massine'nin aslına ne kadar sadık kaldığını öğrenmek istedim. Zorba balesi başlamadan yapılan konuşmaların, bu içeriğe değinmiş olsalardı on binlerce izleyici için önemli bir katkı olacağını düşünerek bu fırsatın kaçırılmasına hayıflandım. O atmosferi sanata ve güncel sanat eserine odaklı anlatımlarla açmak iyi olurdu. Kendim için ise, romanı, gösteriye gelmeden okumamış olmamı daha da sert eleştirdim. Telafisi için yanıp tutuşuyordum alkıştan acıyan ellerimi ovuştururken.
Kitabı hemen sipariş versem, bir an önce okusam düşünceleriyle plan yaparken evimizde Yıldız Anne’nin kitaplığından bize kalan birbirinden değerli eser arasında olduğunu öğrenince içim içime sığmadı ve hemen o gece okumaya başladım. Nefes almadan, en yoğun günlerde bile olanak yaratarak. Hızlı hızlı değil, sindire sindire. Ne de olsa yazar, filozof olarak anılan Nikos Kazancakis’in Aleksi Zorba romanı için yaşam üzerine de yoğun düşünme gerektiren niteliğini biliyordum. Bizdeki, 1970 yılında Ataç Kitabevi’nden yayımlanan üçüncü baskısıydı. Ankara Devlet Opera ve Balesi internet sayfasından eserin tanıtım yazısını kitaptan sonra okudum ve kitaptaki hikâye ile farkları olduğunu gördüm. Geriye dönük olarak baleden sahneleri, kitaptaki en çok etkilendiğim bölümler eşliğinde gözden geçirmek deneyimimi daha zenginleştirdi.
Okuyan, yazan, ancak yine de hayatı ıskalamanın pişmanlığını duyup bir koza işlevi görmesi için memleketi Girit’e linyit madeni işletmeye gelirken yanında “çorba yapması” için getirdiği Zorba ile derin bir dostluk, sevgi, karşılıklı öğretmen-öğrenci ilişkisi geliştiren Patron’un hikâyesi sürükleyici olduğu gibi birbirine zıt duygular, düşünceler, izlenimler uyandıran kışkırtan ve yatıştıran bir kitapta anlatılıyor. Karşılaşıp yola birlikte devam ettikleri an üzerine en sonra yaptıkları bir konuşma aralarındaki birçok sohbetin kalıbını izliyor:
— Pire'deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlamıştın bunu?
— Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş, küçük, yaldızlı bir kitaba titreyerek eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum sana; ara da bul!
Bale’de karakterlerin isimleri verilirken Patron’un John, Dul’un Marina olarak adlandırılmış olması, oysa kitapta diğer herkesin, önemsiz görünen karakterlerin bile adı geçse de bir tek bu ikisi için ismin değil bu sıfatların yer alması bana ilginç geldi. Hem hayatı görmüş geçirmişlikle çözmüş öğütten, masaldan, yaşantıdan çıkardığı dersleri imbiğinden süzmüştü hem de yaşama dair kavramlara tutkuyla, ilk kez görüyormuşçasına hayranlıkla, çocuksu heyecanla ya da bir türlü öğrenemiyormuş gibi sorularla bakan Zorba’yı yazarın onu en güzel anlatan ifadeleriyle tanıyalım:
“Ayışığında Zorba'ya bakıyordum. Korkusuzca ve safça kendini dünyaya nasıl uydurduğunu, vücudunun ve ruhunun nasıl birleştiğini, kadının, erkeğin, beynin, uykunun ve her şeyin kendi kendine, neşe ve uyum içinde, onun teniyle bütünleşip, nasıl Zorba'yı oluşturduğunu görüyordum, insanla dünyanın bu derece dostça bağdaştığını asla görmemiştim.”
Patron ise Girit’e bırakılmış bir linyit ocağını kiralayarak kendi deyimiyle “kâğıt faresi sınıfından uzak, basit insanlarla yaşamak üzere” giderken yolunu değiştirmeye kararlı hissederek şöyle demişti: «Ruhum, diyordum, şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum.» Patron’un gerçekte Kazancakis olduğu daha romanın en başında tahmin edilebilse de yazarın hayatını incelerken 1917 yılında Zorba ile tanıştığı, birlikte Girit’teki linyit madenini işlettiklerini öğreniyorum. Sonrasında yazar hakkındaki belgeselleri izleyip bir de mezarına yazılmasını istediği sözleri okuduğumda bunların Zorba’nın etkisini taşıyan ya da romanda ona atfederek aktardığı kendi ifadeleri olduğunu düşünüyorum: “Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Bale’nin tanıtım yazısı patron ile Dul’un aşk ilişkisi üzerine kurgulanmış ve Dul’un ölümü bu ilişkiye bağlanmış olsa da kitapta hikâye çok başkadır. Anlatması uzun sürer ve aslına bakılırsa Kazancakis’in kurgusu olmadan aynı etkiyi yapmaz. Patron’a “Acı acı gülümseyerek, «başka bir hayatta...» diye mırıldandım. «O zaman daha iyi davranırım; şimdi yolumuza!»” dedirtecek ve sonrasını getirtecek kurguyu ancak öyle bir kalem yapabilir. Biz susacağımız yeri bilelim.
Ama romanda Atina’dan gelinlik yetişmediğinden (!) gerçekleşemese de balenin en etkileyici sahnelerinden biri Madam Ortans (Hortence) ile Zorba’nın düğün sahneleriydi. Balenin masalla kardeş olduğunu ben bu olağanüstü sahnede fark ettim. Romanda çok etkili bir şekilde var edilen bu karakterin “kıkırdaması” da (Zorba’nın en büyük korkusunu Yunanca’nın küçültmeleri gibi sevimlileştirdiği ifadeyle) masal gibiydi de sonrasındaki olayları sahnede izleyip insana ilişkin umudumuzu kaybetmedik.
Selamlama büyük bir coşkuyla tamamlanırken senfoni konserlerinden alışık olduğumuz bis ritüelinin daha önce denk gelmediğim güzellikte bir şeklini deneyimledim. Büyük kadro, üç, belki dört bis için birbirinden nüanslarla ayırt edilecek koreografileri tema müziğine uyarlamıştı. Bu hazırlığı, sürprizli, incelikli bir düşünce olarak değerlendirdim ve çok hoşlandım. Böyle olunca Zorba balesi, kesilmeyen alkışlara karşılık sunulan çoklu son sahneler ile bitti.
Hikâyenin sonuna doğru romanda etkileyici bir ayrılık sahnesi yaşanıyor. Olaylar öylesine üst üste gelip Zorba’nın «eğim denk gelmedi» diyerek açıkladığı felakette hava yolunun bütün direklerinin iskambil kâğıdı gibi birbiri üzerine yıkılması ile sona varıldığında Zorba ve Patron yine uzun uzun konuşup her biri kendi yoluna gitti. Bu sahnede bizler için hoş bir sürpriz vardı. Zorba’nın «tâ içinden eski, tek sesli, sırf acı ve yalnızlıktan oluşmuş bir türkü» çıktı: İki keklik bir tepede ötüyor; Ötme de keklik, benim derdim yetiyor, Aman aman!
Sonrasında Patron Zorba’dan haberleri, onun kâğıtları yırtacak denli kalemi bastırarak yazdığı mektuplardan aldı. Son mektup ise köy öğretmeninden geliyordu ve Zorba’nın son sözlerine de yer verilmişti: «Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. Hayırlı geceler!»
İçimden bis yapmalarını geçirsem de sahne sanatlarının bu güzelliğini romana ancak son sahneyi yeniden kendim okuyarak gerçekleştirebilirdim. Seve seve yaptım bunu.
Göksel Altınışık Ergur
09.09.2024, Denizli