Günümüzde sanat etkinliği düzenleyiciliğinde çokça kullanılan bir yabancı sözcük var: ‘’Küratör-Küratörlük’’. İşte bu sözcük kapsamında etkinliklerden-çalışmalardan birini yapmak gibi bir düşünce dolaşır durur benim beynimde. Burada değinmeye çalıştığım örneklerle ‘’Doksanlıklar, hâttâ Yüzlükler Resim ve Heykel Sergisi’’ Kısaca (90+)
Nereden çıktı-çıkıyor bu istek diye sorabilirsiniz; çoktandır izlediğim, tanığı olduğum sanat tutkunlarımız var, Ankara sanat çevresinde. Farkına vardığımız, varamadığımız niceleri gibi. İlgiyle, sevgiyle, saygıyla izlemeye çalıştığımız. Bunlardan da öte ibretle, hayranlıkla. Bu konuda nedenleri, niçinleriyle çok uzun yazılar yazılabilir. Hâttâ herkesin aklına gelen, anlatacağı yakın çevresinden örnekler de olabilir.
Ben yazma-çizme-betimleme eyleminin havaya konuşmaktan, kuma ya da suya yazmaktan daha anlamlı ve kalıcı olduğuna-olacağına inanıyorum; bu yüzden salt söze dayalı etkinliklerden uzak durmakdan yanayım. Toplumsal yaşamın gittikçe unutkanlaştığı, bellek siliciliği ile benleştiği- bireyselleştiği bir dünyaya doğru sürükleniyoruz. Eskilerin ‘’Hep bana, Rabbena’’ dedikleri ya da ‘’Nalıncı keseri gibi hep kendine yontmak’’ sözleriyle özetledikleri gibi ‘’başkaları’’ diye bir düşünceyi yok sayma arızaları yüzünden uzaklaşılan paylaşımcılığa özlemle.
Bakın çevrenize, şimdi çevrenize bakmaya da gerek yok; çok kanallı, devasa ekranlı TV. Medya. Dahası bebeden-dedeye-nineye herkesin ellerdeki telefonların küçük de olsa ekranları ne örnekler sunuveriyor her dakika. Bol uzmanlı, ne çok varmış dedirten akademik unvanlı…
Yaratılan, elindekinden daha fazlasını isteyen, doymak bilmeyen, kendinden başkasını düşünmeyen. sadece kendine odaklanmış, kendini dünyanın mihveri olarak gören; almayı çok iyi bilen ama vermeyi bilmez ya da bilse de işine gelmez insan modeli.
Yine eskilerin deyişi ile ‘’Yaşlanmış; dünya nimetlerine ait zevkleri tatmış; yapacak hiçbir işi kalmamış’’ kendine düşenleri yaptığına da inanmış kimseler için kullandıkları ‘’Ununu eleyip, eleğini asmış’’ benzeri ne anlatım yolları var. Bunlara eklemeler de yapılabilir elbette. Hepsi aklımda dizili ama kimini yazmak isteği günümüzde ‘’cıss’’ demeyi de getiriveriyor. Karamsar bu tabloya rağmen; bana göre olumsuz bu tanımlamalara meydan okuyan ‘’ununu elese de eleğini asmayan’’ saygıya değer çok insan var elbette. İşte böylesi insanlardan söz etmeye çalışacağım bu sınırlı yazımda.Ressam Feyha Özsoy (1932), Kadri Kalaycıoğlu (1927),Yüksel Erimtan (1928), Burhan Alkar (1930),Dr. Bülent Kalıpçı (1930) Kalıpçızade Konağı,Yekta Göngör Özden(1932), Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülayim (1932).
Birkaç gün önce TOBB ETÜ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi giriş salonlarında bir resim sergisi düzenlendi. Sanat ve sanatçı dostu, yazar, oğlu Murat Özsoy tarafından; sanatsever izleyenlere sunumla. Sayın Dekan Mehmet Nejat Akar, sayın eşi ve ekibinin içten ilgileriyle. Hacettepe Üniversitesinden Prof. Dr. Musa Sağlam ve eşi Prof. Dr. Esra Burcu Sağlam, Tıp Fak. Göz Hastalıkları bölümünün ünlü hocası Prof. Dr. Sibel Kadayıfçılar sergiyi izleyenler arasındaydı.
Sergi kimin eserlerinden oluşuyordu?
Ressam Feyha Özsoy (1932)
Kimdir Feyha Özsoy diye bir Google baba var ya önce ona sorayım, dedim. Kimileri çok eleştirir Google’ı; verdiği bilgilere güvenme güvenmeme konularında ama benim hoşuna gider her başvurumda yanıtsız bırakmadığı için. Bir başka yönüyle de insanı insan yerine koyan örnekler de sunar. Örneğin; Feyha Özsoy diye soruverince rengarenk görseller, resimler, videolar, söyleşiler, makaleler, hakkında yazılanlarla yüzlerce belge-bilgi. Bana mı öyle geliyor bilmem ama Google sanat insanlarına daha bir ayrıcalıklı davranıyor. Sanat alanında emek veren, tutkuyla çaba harcayanlara kayıtsız kalmadığı için.
Google’da Feyha Özsoy Sayfası
Bu vefa örneği elbette Feyha Özsoy’un sanat tutkusuyla neler başardığının, Anadolu kadınına, annesine Emevi kültürüyle dayatılan, biçilen ‘’Evinin kadını olmak; saçını çoluğu çocuğu için süpürge etmek’’ ‘’pırıl pırıl evler, kar gibi tül perdeler’’ gibi geleneksel rollere inat sanat alanında var olabilmek. Elbette bu tavrı geliştirebilmek ‘’Cumhuriyet insanı, Cumhuriyet kadını’’ olabilme bilincinden geçer. Bu bilincin başaramayacağı alan yoktur. Yeter ki kendine, yaptığına, yapacağına, kimliğine, ulusuna güven duyabilsin. Bu kutsal ülkeyi emanet edenlere minnetle kendisine tevdi edilen sorumluluğu ar-namus meselesi olarak hayatında odak sayabilsin.
Uzun yıllardır tanığı olduğumuz yaşamı, sanat tutkusu, resimleri, tarzı, insanlığı, insancıllığı, analığı, ablalığıyla; hakkında her zaman çok şeyler yazılıp çizilecek insanlardan biri, Feyha ablamız.
Değerli ressamımız Lütfü Günay(1924-2022) hocadan aldığı derslerle 30’a yakın kişisel resim sergisiyle, katıldığı karma sergilerle, ödüller kazandığı çok sayıda yarışmalı sergilerle, Kadın Ressamlar, BRHD sergilerine aralıksız eser vermekle devam eden bir sanat serüveni. Onun cesur yürekle, özgür renk skalasıyla boyadığı her resmi için çok şeyler yazılabilir, söylenebilir. Bunu hakkıyla yapan, yazan, anlatan Ümit Yaşar Gözüm, Dr. Necati Yalçın, Celal Binzet dostlar sağ olsunlar. Benim amacım bu değil. Her şeye rağmen sanatın içinde olabilmek. Sağlık sorunlarına, yaşanan ve duyarlı herkesi saran ülke sorunlarına duyarlılığın getirdiği iç-dış sorgulamalara karşın kendisine, duygularına, düşüncelerine, kızgınlıklarına paydaş seçtiği tuvalleri, fırçaları, boyalarıyla kendisi olabilmek. Ortaya eser adına ne çıkarsa çıksın, benim için önemli olan işte bu serüven ve bu yaşamı sanata dönüştürmek ve sanatla paydaşlık.
Bu konuda her zaman Victor Frankl aklıma gelir. Onun sanata bakış açısı, ‘’sanatı insanın kendini tanıma ve tamamlamasındaki rolü. Gerçek insanın yaşadığı topluma neler verebildiği bilincinin, neler alabildiği bilincinden önce gelmesi’’. Günümüzde ‘’ben bu toplumdan neler alabilirim, nelerinden nemalanabilirim, nasıl bir kulpunu bulup dünyalığı toplayabilirim’’ alt düşüncesinin pekiştirildiği ortamda ‘’Ben bu topluma neler verebilirim; geride neler bırakabilirim, yaşam izim, imzamla’’ diyebilen insan modeli. Victor Frankl’ın Nazi Kamplarından ve savaş artığı toplumların korkunç karanlığından kurtuluş için 1940’larda geliştirdiği Logoterapi ekolünün kaynağı sanat alanıdır. Feyha Özsoy’un aynı düşünceleri taşıması ilginçtir: ‘’Karanlığın panzehrinin sanat olduğuna inanıyorum’.’
Kadri Kalaycıoğlu (1927)
Cumhuriyet aydını, Ankara mimarı, ressamı ve yazarı KADRİ KALAYCIOĞLU. ‘’1927 yılında Ankara'da doğan Mimar, Yazar ve Ressam Kadri Kalaycıoğlu Bey ile Dr. Necati Yalçın Bey sayesinde tanışma fırsatı yakalamak benim adıma şans oldu. Asırlık bir çınar. Gençlere taş çıkartacak kadar enerjik, şık, kibar ve anılarla dolu bir insan.’’ diye anlatır bir söyleşi yazarı Sema Kumrulu.
97 yaşında resim yapan, Mamak Musiki Muallim Mektebi olan Mamak Kültür Merkezine herkesten önce kimseden yardım almadan konferansa gelen 97 yaşındaki Kadri Kalaycıoğlu Beyi tanıyor musunuz? Çok isterim tanımanızı, sohbetine dahil olmanızı. Zaten tanıdığım, sohbetinde tadımlık da olsa bulunduğum insanlarımız yazdıklarım. Kaç kez gördüm, takım elbiseli, kravatlı. Sanırım sadece yatarken çıkarıyor kravatını. Kadri Beyi çok iyi tanıyan Dr. Necati Yalçın Beye ‘’Kadri Bey nasıl geliyor böyle erkenden’’ dedim. ‘’Kadri Bey bu gelir, giderken de gider’’ dedi. Evinde ziyarete gittik, Her yer pırıl pırıl, düzenli. Buraları görünce benim çalışma yerlerim aklıma geldi, kendime kızdım. Her şey dandini.
Yazımda yer alan muhteşem insanların olduğu gibi Cumhuriyet’in ilk kuşağının temel özelliği bu tertemiz, pırıl pırıl giyim. Hem kendisine hem de karşısındaki saygının temeli, önder Mustafa Kemal değil mi?
Büyük kurtarıcı Atatürk’ün Ankara’sında dünyaya gelir. Bir Atatürk çocuğu, bir Cumhuriyet aydını olan Kadri Kalaycıoğu’nun biriktirdiği 90 yıllık zengin kültürü, gelecek kuşaklara aktarabilme kaygısıyla kaleme alınmış bir yapıt. Tümü yaşam izi. Çok sayıda resim, çizim var evinde koleksiyon olarak. Yaşamın anlamını çözmek budur; ya ot gibi gelip geçici. Ya da yaşama bir çentik atabilmenin mücadelesi. Her mücadele yaşama sıkı sıkı sarılmaktır; dağa taşa, yaşıyorum, işte izim, işte resmim, yazabilmektir.
Bu yüzyıllık cevherlerin yazıları, resimleri, çizimleri, anıları, eserleri elbette yaşayacak.
Yüksel Erimtan (1928)
İstanbul Teknik Üniversitesi eğitimli, sanat tutkunu, piyano çalan, arkeolojik ve çağdaş sanat koleksiyoncusu. Resim-heykeli, ressamları, heykelcileri bilen, değer veren. Bu özellikleri zaten onu tümüyle sanatın içinde sayar. Bu tutkuyla günümüzde Ankara Kalesi’nde sergiler, konserler, konferanslar, çocuk-ergin sanat eğitimi atölyeleri ile çağdaş anlamda Erimtan Sanat Müzesi’ni yarattı.
Müzeler sadece eskilerin, depolandığı, saklandığı, yâd edildiği yerler değildir. Bir müzede her zaman hayat vardır. Konu onu anlayan, anlayacak bilinçli Ankara insanında başlar ya da biter.
Yüksel Erimtan, yoğun sosyal sorumluluk projeleri yanında Ankara’da ÇAĞSAV/ÇAĞDAŞ SANATLAR VAKFI Kurucuları arasında yer aldığı gibi yönetim kurulu görevi ile vakfa maddi-manevi destek sağladı.
Her yıl düzenlenen ÇAĞSAV Onur Ödülleri bazı yıllar bu müzede yapılan törenle verilir. Bu ülkeden kazandığını, bu ülkeye geri ödeme sorumluluğu ile kurulan ve herkesçe mutlaka görülmesi gereken bir kültür hazinesi. Kültürümüze sahip çıkma bilinci yanında sanatı ve sanatçıyı destekleme sorumluluğu temel ilkelerinden.
Hayatının anlatıldığı ‘’Yüksel Abi’’ adlı kitap azmin, ilkeli ve disiplinli çalışmanın, sevilip sayılmanın ne olduğunun belgesi. Bize göre Yüksel Abi elbette baş üstüne olmakla birlikte, ‘’Yüksel Baba’’. Müze çalışanlarını bilirim, onlara göre baba.
Burhan Alkar (1930)
Hepimizin hocası, yorulmaz, bitmez enerji ile çalışan, bugün de atölyesi beyninden eksik olmayan, zaman zaman giden; çalışma tutkunu bir heykeltraş, sağlam bir eğitimci, Cumhuriyet aydını. Gazi Eğitim mezunu. Pulur Köy Enstitüsü’nde resim öğretmeni olarak görev yaparken öğrencisi Mustafa Ayaz’ı keşfeden, yönlendiren. Bugünün Türk resminin ünlü, başarılı ressamı Mustafa Ayaz’ı. Bugün Ankara Balgat semtinde Türkiye’de kimseden bir kuruş yardım almadan, sanattan kazandığıyla bu ülkeye borcunu ödemeye çalışarak yarattığı; başka bir eşi olmayan, yedi katlı Mustafa Ayaz Müzesini kurarak sanatseverlere armağan olarak bırakan yurtsever. İşte bu Cumhuriyet çocuğunun hocası Burhan Alkar.
Yetiştirdiği öğrencileri birer heykel sanatçısı. Türkiye’nin her yerinde heykelleri.. Türk Heykel sanatında anıt heykelciliğin önemli örnekleri olan Ankara’da Kumrular sokağın girişinde, Sakarya Caddesinde, ODTÜ’de, Atatürk Orman Çiftliğinde, ‘’Tarımcı Atatürk’’ heykel kompozisyonları görülmeye değer.
Kapsamlı bir kitapta topladı yaşam öyküsünü. Heykelleri, resimleri, çizimleri ile dolu. Heykel sanatıyla ilgilenenlerin Türk heykeli adına gururla sahip olacağı bir kaynak.
Dr. Bülent Kalıpçı (1930) Kalıpçızade Konağı
Ankara Ulucanlar’da yapımı 1800’lü yıllara dayanan aile yadigârı Kalıpçızade Konağı’nda sanatçıları ve sanatseverleri zaman zaman buluşturan, sanat dostu. Böylesi bilge bir insanla tanışmış ve sohbetlerinde bulunabilmiş olmayı onur sayıyoruz, pek çok sanat insanı gibi.
Ankara’da ilk sağlık polikliniğini bir hastane disiplini içinde kuran ve halka sağlık hizmeti veren bir doktor. Mustafa Kemal Ankara’ya geldiğinde yanında olan; evinin bahçesini Polatlı’daki ordumuza sahra hastanesi olarak tahsis eden bir köklü ailenin bireyi.
Ankara kültürünü yaşatmayı amaçlayan Cumhuriyet kuruluşu Ankara Kulübü Derneği başkanlarından. Seymen kültürü içinden gelen tam bir Atatürk hayranı, Ankara ve Cumhuriyet tutkunu. Babacan, saygılı, her zaman pırıl pırıl bir bellekle anlattığı çocukluk, gençlik ve doktorluk anıları ile Ankara’nın canlı tarihlerinden biri.
Bu birikimle Prof. Dr. Mehmet Tunçer ve Dr. Necati Yalçın Beyin sundukları söyleşilerinde çoklu kültürel birikimiyle Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemi siyasal, sosyal ve özellikle ekonomi konularında her zaman dinlemeye ve kayda değer bir bellek. Ankara araştırmalarında ve belgesellerinde kesinlikle yer alması gereken nadir bir kaynak.
Yekta Göngör Özden (1932)
Kuşkusuz belli kesimlerin sulandırmaya, tırpanlamaya çalıştıkları Cumhuriyet ideali ve çağdaş aydın insan modeli. Anayasa Mahkemesi önceki Başkanlarından Hukukçu Yekta Güngür Özden Bey (1932). Atatürk’ün na’şının Etnografya Müzesinden, Anıtkabir’e taşınması sırasında başında bulunan on kişiden biri olmak onuru. Üstelik hayatta kalan tek kişi. Alanındaki başarılarını herkes bilir. Çok önemli özellikleri var: Sınırsız insan sevgisi ve tevazu başta. Şiir yazar, yayınlanmış kitaplarıyla. Bunun yanında şiirlerini okurken dinlediniz mi hiç? Her şiirini yeniden yaşar okurken. Sanatın her alanına çok düşkündür. Sanatçıları kişisel özellikleriyle ayrı ayrı tanır, takılmalarla onurlandırmasını bilir. Onun sergilerimize gelmesini özellikle bekleriz, beğeni kültürü yanında içten esprileri, sevgi dolu sözleri için Sergi gezerken aldığı hazzı izlediniz mi hiç?
Elbette en hassas olduğu konu Mustafa Kemal ve onun devrimleridir. Gözleri dolar, sesinin titremeye başladığıını hissedersiniz. Bir de tam o yılları düşünün; genç, dinamik Cumhuriyet’in, kabına sığmaz devrimci gençleri olmak var ya...
Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülayim (1932)
Kooperatifçilik konusunda önde gelen, eski senatör Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülayim Beyi yaptığı resimlerle, özellikle Medya Sanat Galerisinde açtığı sergilerde eserlerini anlatırken aldığı hazza tanık olanlardanım. Nasıl bir tutku. Her ressamda olması gereken ama yaptığı işten bu kadar mutlu olabilmek.
Yaz tatilinde aradığımızda aklı, fikri hep resim üzerineydi. Bu gibi insanları dinlerken ve izlerken sanatın ya da özelde resim alanının çeşitli kurallar, disiplinler, afra-tafra cümlelerle sanat teorileri bir yana itiliverir benim nazarımda. Karşımdaki kişinin anlatırken bile aldığı haz bütün kurallardan, tarzlardan, eğilimlerden sıyrılıp öne çıkar. Bu zevki-hazzı 1950’lerin sonlarında İvriz Çayının kıyısında, kendi yaptığımız kıl fırçalarla resim çalışma dakikalarım, saatlerim geliverir gözlerimin önüne; o ne mutluluktu.
Yaş siliniverir böylesi mutluluklarda. Doksan yaşında sergi açma isteği, duygusu, coşkusu ne müthiş bir şey.
***
Aynı ülkünün insanlarından çok var günümüzde, Cumhuriyet’in ilk yıllarının, çağdaş bir ulusal bilinçle yaşanan; var olma coşkusu ile meydana gelen ikliminde, atmosferinde yetişen. Her iklim kendi insanını yaratır. Ya dört mevsimi ve Cumhuriyet’in çağcıl, özgürlükçü, sorgucu atmosferini doyasıya, özgürce yaşayan Anadolu insanı ya da tutsak beyinli, çorak, kurak, çöl iklimi insanı. Şu gerçek her yerde gerçektir. Kutuplarda deve, çölde de kutup ayısı yetiştirilemez. Yetiştirilmeye çalışılırsa deve o deve, kutup ayısı da o kutup ayısı olamaz. Bir hilkat garibesi çıkar ortaya. Ne yazık ki bugün eğitim adına yapılanlar, yapılmaya çalışılanlar, 7. yüzyıl Emevi dayatılanları bu tanımlamalardan ayrı tutulamaz.
***
Yazımda çok özet olarak yer vermeye çalıştığım Cumhuriyet aydınlanmasının eğitim sistemlerindeki ‘’kimlikli ulusal bilincin yarattığı insan modeli’’ çörneklerinin her biri canlı birer tarih sayılır.
Konu olarak ele aldığım bu cevher insanlarımızın ortak özelliği; her yaştan, her statüden, her düşünceden, Cumhuriyet insanlarına, Cumhuriyet sanatçılarına, kadınlarına, kızlarına, çocuklarına ‘’Ben bu ulusun adı-sanı, soyu-sopu belli; yaratan, yaşatan, alnı açık, başı dik birer bireyiyim. Sanat, kültür, insani birikim şiarımdır. Empatinin en büyük, en yüce ahlaki değer olduğuna inancımız tamdır. Empatiden yoksunluğu insani değer yoksunluğu sayarız’’ diye sessiz duruşlarında bile bas bas bağırmalarıdır.
Çok dikkat ettim, bu Cumhuriyet aydınları her zaman, her koşulda ve her ortamda giyimlerine, kuşamlarına, davranışlarına, konuşmalarına, hitaplarına son derecede dikkat ediyorlar. Üst perdeden akıl hocalığı yapan birine rastlamadım. Tevazu denen insani değer bu nedenle çok yakışıyor bu pırlanta insanlara. Örneğin, Feyha abla her ortamda ölçülü tavırları, saygı ve sevgi toplayan haliyle ve seçkin renklerdeki giyimi, çok ilginç takılarıyla ‘’Ben çağdaş Cumhuriyet kadınıyım’’ diye ses verir. Asalet bilgi, görgü, donanım, ta yürekten yansıyan, yüzdeki, gözlerdeki insani ışıltılarla anlam kazanır, makyajla, iğreti mimiklerle, yapay sevgi gösterileriyle değil.
Bu konularda Ken Robinson’u anmadan olmayacak. Ekonomi, enflasyon, siyaset, fen, matematik, sınavlar, üniversite kapıları, iş bulma sancıları derken insani değerlerimiz sevgi, saygı, paylaşım bilinci, dostluk, komşuluk, empatik değerler, yerle bir olmakta. Sanatı, kültürü, sporu mihver alan şiirden, resimden, tiyatrodan, konserden, dost ortamında beslenmeyen; özgürce kahkahadan yoksun insan modellerinin egemenliğinin bu çağın Anadolu insanına, daha doğrusu bu çağa verebileceği hiçbir şeyin olmadığını anlamamız gerek.
Bu nedenle ‘’Seksenlikler, Doksanlıklar, Yüzlükler” gibi değerlerimizden alabileceğimiz çok dersler var. Hayat dersleri sınıf geçme derslerine benzemez. Buradan alınmayan derslerin telafisi yoktur. Sağımızı, solumuzu saran karanlık tabloların altında hayat derslerinden ders alınamamasının örnekleri yer alır.
Feyha Özsoy bu yaşında hala resim yapacağım savaşı veriyor. Üstelik ondaki bu tutkuya sağlık sorunları teslim oluyor. ‘’Hadi resim yap öyleyse’’ deyip, kaçıp gidiyorlar, ‘’Her yaşta gençlik, yaş almış pek çok insanda yaşama teslimiyet değildir; yaşama egemen olma bilincidir.
Yekta Güngör Özden ‘’Hukukun çürüdüğü her toplum çürümeye mahkumdur’’ diyor,
Ekliyor; ‘’şiir yaz, şiir oku ki dumura uğamasın insanlığınız ve duygu dünyanız’’
Dr. Bülent Kalıpçı, ‘’27 Aralık 1919 Ankara Seymenleri ruhuyla birliğimiz-dirliğimiz Mustafa Kemal ideali’’ diyor.
Burhan Alkar, Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülayim ve Feyha Özsoy gibi sanat tutkunları ‘’Haydi şiir, öykü, resim, heykel, seramik, okuma, yazma, çizme zamanı marş marş’’ diyor herkese.
Her biri ‘’Cumhuriyet çınarı’’ olan tüm 90+lık büyüklerimize sevgi ve saygılarımızla.
Hasan Pekmezci.
19 Ocak 2025, Ankara