Galip Nahit Noyan, Arda Sanat Galerisindeydi. Sanatçı genç denecek bir yaşta (ellibeş) aramızdan ayrıldı; 1958-2013. Yani geçen yıl.
Alaylı olarak isimlendirdiğimiz bir Sanatçı... Yani kendi alanında resmi eğitim görmemiş. Eğitim kurumları arasında açık veya gizli yapılan ayırım ile eğitim gören görmeyen sanatçılar arasında yapılan ayırım maalesef bir olgudur. Ama bu ayırım bariyerini aşan yetenek olgusu her türlü önyargının ötesinde başını alıp gider.
Alaylı fizikçiler, kimyacılar bile çıkabiliyor. Filozoflar, edebiyatçılar...Tiyatrocular, sinemacılar, müzisyenler, şarkıcılar... Hâtta mimarlar; tipik örneği Ludwig Mies van der Rohe...
Ben edebiyat fakültesinden mezun romancı pek bilmiyorum. Belki vardır ama istisnadır.
Tabii eğitimliler diyorlar ki, 'yahu biz okula gidip bu işin eğitimini aldık. Onlar başka alanlarda okullara gittiler; gittikleri okullarda verilen eğitimle hayata atıldılar. Biz ise kendi alanımızda dirsekler çürüttük. Onlar oralarda paralar kazandılar. Biz ise kazandık kazanmadık ama uğraştık çabaladık. Onlar sonradan soframıza ortak oldular. Biz ne çileler çektik. Onlar yan uğraş (hobi) yapıp bizim esas alanımıza sonradan tepeden gelip kuş gibi kondular'.
Okullular devlet tarafından mesleği tasdik edilmiş olanlardır. Böylece diğerleri yani alaylılar resmi tasdikten yoksun sanatçılar oluyor. Esas ayırım bu. Burada mektepliler avantajlı oluyor.
Tabii okullu olup yetenekli alaylıları gördükleri zaman esef edip 'keşke başka şey okusaydım' diyenler de var, gizlice de olsa. Hatta, 'keşke okula gitmeseydim; çok eğitim aldım; artık asla ressam olamam' diyenler de oluyormuş. Fazla bilgi otokontrolü fazla tetikler ki bu da kendiliğindenliği (spotaneliği) önemli derecede önler.
Okullarda haklı olarak teknik öğretime ağırlık verilir. Belli bir disiplin vardır. Bu hava içerisinde bazen yeteneklilerin farkına varılmaz, varılsa da üzerine düşülmeyebilir. Yetenek arada kaynar gider bile.
Sırf teknik ve bilgi içersinde yapılan sanat sırıtır çünkü sıkıcıdır. Didaktiktir. Adeta izleyiciyi hor görür gibidir, 'bakın sizin bilmediğiniz bilemeyeceğiniz neler yapıyoruz...!' Fazla teknik ve bilgi gösterisi sanattan zenaate dönüşür pratikte. Ustadır, o kadar. Nasıl ki Salieri ustaydı çalışkandı, bilgiliydi, disiplinliydi ama Mozart sadece dehâ derecesinde yetenekliydi. Uçarıydı. Salieri'nin ruhi yıkımı psikoloji terimleri arasına 'Salieri Sendromu' diye yeni bir kavram kazandırmıştı. Öyle.
20. yüzyıl müziğinin en etkili ve önemli ve de yön vermiş bestecilerinden Igor Stravinsky hukuk öğrenimliydi. Sadece özel olarak ünlü Şehrazad senfonisinin bestecisi Rimski Korsakov'dan ders almıştı.
Eskiden ülkemizde sinema okulu yoktu. Mektep Yeşilçam'dı. Bendeniz de yirmili yaşlarımda o mektepten reji asistanlığı üzerine eğitim almak için teklif almıştım. Merhum sinemacı Onat Kutlar 'sakın kabul etme, oralarda sınırlar içerisinde kalır kendini bulamazsın' demişti. Çok sonraları kendisini Yeşilçam'la barışmış görmüştüm. Olsun, bir bildiği vardı. Kendisini minnetle anıyorum. Toprağı bol olsun; gerçek sinemacıydı. İçi dışı sinemaydı.
Sinema tarihimize geçmiş alaylı sanatçılarımızı yok mu sayacağız?
Şu gerçeği ki çok söylenir bir kez daha anımsatalım; 'sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur.' Doğumu sanatçı olan kişi önceleri başka hangi dalda gezinirse gezinsin bir gün bir olay ya da duygu fırtınasının tetiklemesiyle aslına dönüverecektir.
Bir pazargünü ressamı olan P. Gauguin bankacılığı ve çoluk çocuğunu terk ederek kırklı yaşlarında resim yaşamına dalmış gitmişti. İyi ki de yapmış. Yoksa onun tabloları karşısında çıktığım ruh yolculuklarından yoksun kalacaktım.
Bu arada alaylılar ile naifler arasındaki farka da değinmek isterim yeri gelmişken. Çünkü zaman zaman bu iki kavram karıştırılıyor.
Alaylılar dediğimiz sanatçılar kamusal bir eğitim kurumundan resmi diploma almamış kişilerdir. Ama mutlaka temel bir eğitimleri vardır; ama özeldir. Çeşitli hocalardan çeşitli vesilelerle zaman zaman feyiz almışlardır. Bir usta sanatçı ellerinden tutmuştur; el vermiştir; yönlendiren büyükleri, arkadaşları, dostları olmuştur; ailede sanatla uğraşanlar yahut sanatçılar vardır ki bu ortam doğal bir okuldur zaten. Yahut özel ama diploma vermeyen sanat kurumlarında ciddi eğitim de görmüş olabilirler. Ama en azından mutlaka incelemeler yapmış, araştırmalarda bulunmuş, ciddi şekilde bu işe eğilmiş kişilerdir.
İster akademik bir kurumda olsun ister kendi özel çabalarıyla olsun öğrenilen temel bilgi pratikte amaç değil araç olmalı. Teorinin kısıtlı alanında kalınırsa işte yukarıda değindiğim 'ben fazla bilgiliyim ressam olamam' labirentinde dönenip kalınır.
Naiflere gelince; bunlar hiçbir eğitim görmemiş, üryan, anadan doğma bir halde sanat yaşamına atlayıvermiş olanlardır. Örneğin resim alanında genelde, çizim, renk uygulama, kompozisyon, armoni, vs tekniklerinden habersiz içlerinden geldiği gibi resim yapanlardır. Yani çocuklar gibi, saf, temiz, duygulu, heyecanlı. Herhangi bir sanat akımını taklit etmeyen (çünkü sanat akımlarını bilmezler ki!) kendi kendini yetiştiren sanatçılar. Primitif (ilkel) sanata da yakın bir havada eser verirler. Onları sanat yapmaya iten içlerinden gelen coşkudur. Onun için ben şahsen çocukların yaptığı resimlere bir de Afrika resimlerine bayılırım.
Naifler genelde güncel konuları işlerler. Örneğin ilkokul resim derslerinde Milli Eğitim Bakanlığı ders programları çerçevesinde bize bir konu verilirdi. Diyelim ki 23 Nisan bayramı. 'Hadi bakalım çocuklar işleyin'. İşte onun gibi.
Naifler resimlerinde ayrıntıları ince ince işlerler, nakış gibi. İnsan ifadeleri abartılı belki, biraz karikatürize ama kendi içinden geldiği gibi. Biraz da muzip buluyorum ben onları. Resimlerinde belli bir nesneye yahut figüre odaklanma yoktur. Herşey olduğu gibi. Orhan Pamuk'un 'Benim Adım Kırmızı' adlı romanındaki katil nakkaş gibi. Çünkü tanrıda göz yanılması yokmuş; herşeyi olduğu gibi görürmüş. Batı resmini ülkeye gizlice sokmak isteyen nakkaş arkadaşını bu nedenle öldürüyor. Bir nevi içimizdeki Tanrıyı yani saf benliğimizi koruma içgüdüsüyle hareket ediyor. Bakın Picasso nasıl sızlanmış; aklımda kaldığı kadarıyla söyleyeyim; 'yıllarca Rafael gibi resim yapmaya çalıştım, ne var ki bir çocuk gibi resim yapmak için tüm ömrümü verdim!'.
Türkiye'de fenomen olarak gördüğümüz bir naif sanatçı mesela Kütahyalı Hüseyin Yüce'dir. Kütahya'nın bir köyünde kendi kendine resim yapmaya koyulmuş büyük bir sanatçı.
Dünyada ilk naiflerin başında Henri Rousseau (1844-1910) geliyor. Mesleği gümrükçü. Kırklı yaşlarda resme merak salıyor. Kendi kendine. Yaşamı boyunca yaptığı sanat alay konusu oluyor. Zaten kişiliği de çocuksu. Tabii her zaman olduğu gibi sanatçıların ölümlerinden sonra değerlendiği üzere büyük sanatçı olduğu ve dünya resim tarihinde bir dönemin öncülüğünü yaptığı ölümünden sonra kabul görüyor. Kimi şairler dahi onun tablolarından aldıkları esinle şiirler döktürmüşler...
Burada hep hayret ettiğim bir fenomenden söz etmeden geçemiyeceğim. Biraz kişisel olacak ama deyivereyim. Annem Esma Balkan. O da kırkından sonra, doktor olan babamın resim yaptıktan sonra ortadan kaldırmadığı boya, fırça gibi şeyleri toplarken palette kalan boyalar ziyan olmasın diye boş bulduğu bir mukavva, karton gibi malzemeye boyaları sürmekle resme başlıyor. Yaptığı şeyler asla naif değil. İçinden geldiği gibi yapıyor ama naif değil. Peki ne? İşte asıl fenomen burada başlıyor. Mükemmel figüratif ekspresyonist sürreel tablolar çıkıyor ortaya. Bu dediğim elli yılların sonlarıyla altmışlı yıllar. O zamanlar Türkiye'nin en prestijli ve bildiğim kadarıyla plastik sanatlar alanında tek kriter mercii her yıl mayıs aylarında Ankara'da düzenlenen Devlet Resim ve Heykel Sergileriydi. Jüri büyük ressamlar arasından titizlikle seçilir, gönderilen eserler çok ama çok inceden inceye değerlendirilir ve sergiye ancak kabul olunurdu. Türkiye'de her yıl düzenlenen en büyük ve ciddi sanat olayı buydu. O zamanlar sanat alanında Ankara başı çekerdi; İstanbul ikinci dereceydi. İstanbul'un bir operası bile yoktu. Annem fazla resim yapmamakla beraber mayıs ayına doğru sırf bu sergi için resim yapar ve hemen kabul olunurdu. Ben bir türlü bu olayı anlayamamışımdır. Alaylı desen alaylı değil, naif desen o da değil, akademisyen hiç değil. Peki nereden geldi bu yetenek, bu esin?
Demek ki oluyor böyle şeyler. Belki de metafizik bazı öğeler var bilemediğimiz.
Ben döneyim alaylı ressamlar konusuna. 1948 yılında mektepli sanatçı ressam ve heykeltraş J. Philippe Dubuffet hayranı olduğu alaylı ressamlar için Art Brut adını verdiği bir grup kuruyor. Bu grubu Andre Bretton'la birlikte kuruyorlar. İşte ilk kez alaylı ressamlar dünya kamuoyuna ciddi bir şekilde sunuluyorlar bu kabul görmüş otoriteler tarafından.
Biliyorum sözü fazla uzattım. Şimdi geliyorum konumuz olan sanatçıya; Galip Nahit Noyan.
Dediğim gibi alaylı. Kendi kendisini yetiştirmiş. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik bölümünden mezun. Küçük yaşta resim çalışmaya başlamış. Resim sanatını ve büyük ressamların eserlerini inceleye inceleye bilgisini geliştirerek resmine yön vermiş. Belli ki işi çok ciddiye almış. Büyük emek var. Özellikle 16. yy Hollanda Altın Çağı sanatçılarından etkilendiği açık.
Esinlendiği barok ressamlar genelde natürmort ustaları. Daha çok çiçek, meyveler ve çeşitli objeleri betimliyorlar. Keza Noyan da ; ama bir fark var. Kadın. Kadınsız sanat eksik sanat. Sanatçımız bu barok natürmortistlerin bu eksiğini fazla fazla gidermiş. Doyuruyor.
İnce hesap erildir (erkeksi iş); duygulu iş dişildir. Örneğin mühendislik eril, mimarlık dişildir. İkisinin birleşimi sentez olur ki hedeflenenin de bu olması gerekir. Bütünleşme.
Galip Nahit Noyan bu bütünleşme işini gayet ustaca yapıyor. Resimleri teknik sıkıcılıktan sıyrılarak erotik ve enigmatik bir havaya bürünüyor. Sanki söyleyecek, fısıldayacak sırları var.
Sanatçı, resimlerinde kadın bedeninin parçalarını ayrı ayrı ele alıyor; çeşitli obje yahut meyve, çiçekler arasında bu dişi parçalar bize göz kırpıyor. Örneğin bir kadın göğsü bir meyve şeklinde olabiliyor. Dudaklar armudun henüz ısırılmamış bir kısmı oluyor. Gurmecilere tadımlık sunumlar. Bu dudaklar, göğüsler, kalçalar bir anatomistin öğretici sıkıcılığında değil; çok erotik. Yaşam erotizmden uzak olamaz. Erotizmden kaçış aslında erotizmin bir başka şeklidir.
Toprağı bol olsun Sanatçımızın. O, erotik kadınsallığı başkalaştırmış ama bizi de biz farkında olmadan başkalaştırdı sanki; öyle dolaştık sergide. Kendimize geldiğimizde yalın dünya içerisindeydik .N'apalım...
GALİP NAHİT NOYAN
resim sergisi
4 - 23 aralık 2014
(arda sanat galerisi, şehit mustafa doğan sok. 84/A yıldızevler çankaya ankara
312- 4387275)
monad balkan, 14 aralık 2014 ankara