Gazeteciler Cemiyeti merkezinde, ‘toplumsal buluşmalar’ adı altındaki yedinci buluşma 2 mayıs 2017 günü gerçekleştirildi. Konuşmacılar; Helün Fırat (cermodern; İcra Kurulu Üyesi), Ümit Yaşar Gözüm (Sanat felsefecisi, yazar) ve moderatör Nazmi Bilgin (Gazeteciler Cemiyeti Başkanı).
Konu, ‘kültür endüstrisi medya ve sanatta düşler ve gerçekler’ idi. Helün Fırat’ın konuşmasında dikkatimi çeken başlıca husus, özellikle ana medya organlarında sanata gerekli yerin verilmeyişi, gazetelerin örneğin bir Ankara ekinin sadece Ankaralıların gördüğü, bunun da sanat haber ve etkinliklerinin ülke düzeyinde yaygın bir şekilde görülemediği oldu. Gelişen ulaşım teknolojisi ve aygıtları aracılığıyla hiç olmasa Ankara’ya komşu illerde de bu Ankara ekinin dağıtılabileceği fikri gelişti. Ayrıca sanat ekspertizliği, sergi düzenleyiciliği vs gibi konularda uzman kişi yetersizliği, bunun sigorta işlemlerinde de aksaklığa yol açtığına kadar bir dizi sorun dile getirildi. Ümit Yaşar Gözüm de ‘kültür endüstrisi’yle ilgili olarak sanat eserlerinin mal niteliğine indirildiğinden bahisle sadece bir alım satım metaı olarak sunulmak istendiğini; bunun da bir nevi kitle endüstrisine dönüştürüldüğü konusuna parmak bastı.
E öyle, global kapitalizmin gerekleri böyle işte.
Sanatta, İstanbul ve Ankara rekabetine değinen Helün Fırat’ın sözlerine ek olarak şunu ilave etsem iyi olacak sanırım. Eskiden Ankara sanat bakımından İstanbul’dan kat kat üstündü. Ben İstanbullu’yum, ne var ki Ankara’da da çocukluk ve gençliğim geçti. Ankara’da biz İstanbul’a o zamanlar sanat yönünden taşra gözüyle bakardık. Zira, Atatürk ve Cumhuriyeti kuran kadroların kültür ve sanat seferberliği sonucu ortaya çıkan hızlı bir Türk rönesansı doğal olarak başkent olarak seçtikleri Ankara’da gelişti önce. Opera, bale, tiyatro, devlet resim ve heykel sergileri, etnografik müzeler vs hep Ankara’da başladı.
İstanbul’da benim anımsadığım bir tek şehir tiyatrosu vardı belediyenin. Şehir tiyatrolarına daha da önceleri Darülbedayi deniyordu. Tabii irili ufaklı bazı özel tiyatro kuruluşları da bunuyordu. Başta, Muammer Karaca’yı hatırlıyorum ünlü ‘Cibali Karakolu’ oyunuyla; sonra aklıma tuluatçılar geliyor, Naşit ve İsmal Dümbüllü gibi. Zamanla İstanbul tabii sermayenin yığılması sonucu sanatta da gelişim gösterdi. Paranın olduğu yerde talep de yaratıldıktan sonra müzik, resim, tiyatro… aldı yürüdü.
Bakın vaktiyle duyduğum bir şeyi nakledeyim. Bilmem doğru bilmem yalan: Batıda (Amerika veya Avrupa’da) yetenekli bir genç ressam buluyorlar. Onu şişiriyorlar da şişiriyorlar. O sırada eserlerini de ucuza kapatıyorlar. Sonra da o ressamı bir şekilde öldürüyorlar. Böylece şişirdikleri ressamın eserlerinin fiyatları roket hızıyla yükselmiş olduğu için bir takım çetelerin cepleri doluyor.
Eserler bu ortamda ‘ürün’ veya ‘mal’ muamelesi gördüğü için sanatçı da bir nevi ‘çalışan’ mevkiine düşüyor. Bunda sanatçıların hiç mi kabahati yok? Var tabii; çünkü tango iki kişiyledir. Sanatçıya, ki bu genelde şişirilmiş bir sanatçıdır, bu uygulamada piyasaya empoze edilen trend veya tarzın izleyicisi ve uygulayıcısı olarak işlev gördürülmektedir. Sanatçı bu oyuna teslim olmaktadır. Kabahati de budur.
Öteyandan hakiki, yetenekli sanatçılar arasında da bu global kapitalist çevrelerin yapay olarak yarattıkları ‘zamanın ruhu’na kanarak buna uygun eserler veren ve maalesef o düzeyde kalıp ilerleyemeyenler vardır. Bunlar para kazanır. Ama işte o kadar. Dolayısıyla Doktor Faust’daki (Christopher Marlowe ve J.Wolfgang Goethe) gibi ruhlarını şeytana satmış olurlar.
Cermodern’e dönecek olursam, Ankara’nın ortasında bir sanat vahası gibi. Ve gerçekten bir direniş savaşımının içerisinde. Özellikle de ’Ankara’ diyerek. Ne var ki Ankaralı sanatçıların uygulamada pek yararlanamadıkları bir kuruluş. İyi niyetlerinden kuşku duymadığım Cermodern yöneticilerinin bu konuya eğilebileceklerini sanıyor ve umuyorum.
Konuşmalar sona erdikten sonra aşağı giriş katındaki salona inildi. Nezafet Özlütürk’ün ‘etkinlik özel sergisi’ açılışına geçtik. Özlütürk’le Bodrum’da tanışmıştık. Resimlerini ilk kez çıplak gözle gördüm. Sevindim. İnsan figürü üzerine yoğunlaşmış. Daha çok kadın figürleri; toplu gruplar halinde resmedilmişler. Genç ve güzel kadınları görüyorum. Bu da bir iyimserlik; güzel yürek. Kendine özgü bir tarzı var Sanatçının. Aydınlık, dediğim gibi iyimser. Sanatın bir amacı da insanlara arada bir güzelin ve umudun da olduğunu anımsatmak değil mi? İnsan acılar içerisinde kıvranan bir varlık. Güzellikleri göremeyen fakat özleyen bir varlık. Bu da ayrıca maharet isteyen bir durum. İnsan soyu bu konuda uzman! Herkes yapamaz… Belki de evrende tek. Oysa her şeyin özünde nötralite bulunmakta. Nötralite bir malzemedir; nasıl kullanılırsa o hali alır.
İnsan zihni bir kere zehirlenmiştir. Öğrendiği tek şey nötraliteyi acılara çevirmek. Simyacı gibi. Oysa simyacının işi tam tersi, sıradan şeyleri altına çevirmektir. İşte insanlığın, içerisinde debelenip durduğu bu hipnozu çözmek için ‘savaş erleri sanatçıların’ elinde bu nötralite denen malzeme eğilip bükülerek harikalar yaratabilir; bulutların arasından bize sevecenlikle gülücükler gönderen o kaçamak ışıltıları gösterebilir.
Nezafet Özlütürk’ü ve eserlerini anlatan muhteşem kitaptan da söz etmeden geçemeyeceğim. Kutlarım.
Moderatör Nazmi Bilgin, Gazeteciler Cemiyeti lokalinin tüm sanat ve fikir etkinliklerine açık olduğunu, sadece gazetecilerle sınırlı bulunmadığını özellikle belirtti. Zaten olay düzenledikleri bu etkinlikle de ispatlanmış oluyor. Duyurmakta ayrıca yarar gördüm. Mükemmel bir lokal. Sergi, konferans, panel… vs.
Herkese kolay gelsin.
MONAD BALKAN
7 Mayıs 2017