MUSTAFA ALTINTAŞ (ve kozmos sunumu)
ZAHİT BÜYÜKİŞLEYEN (resim sergisi)
ART SUITES GALLERY (çalıştay sergisi)
Mustafa Altıntaş bir serüvenist. Düşler serüven, serüvenler düştür.
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ekolü nasıl Bodrum gibi bir hazineyi gömülü bulunduğu dip topraklardan çıkarıp insanlığa kazandırdılarsa Altıntaş da bu hazineyi gözü gibi korumakta o denli duyarlı.
Yalıkavak’ta Mine Sanat Galerisinin Show Room kısmında bir sunum düzenledi. Mine Sanat’ın caddenin karşı tarafındaki ana galerisinde ise Zahit Büyükişleyen’in ‘şimdi kantaron zamanı’ adını verdiği resim sergisi vardı. Kantaron genelde sarı olur; deliliğin rengi. Üçüncü dünya savaşını örtülü olarak yaşamakta olduğumuz şu şirazesinden çıkmış çılgınlık zamanında kantaron (eczanelerde St. John’s Wort olarak da satılır) sinirleri yatıştırıcı ve kafayı temizleyici bir alternatif tıp tedavi unsuru. Büyükişleyen insanlığı sakin olmaya davet ediyor. Duralım ve bir soluk alalım.
Büyükişleyen’in resimleri bildiğimiz gibi, kompoziyon, renk vs vs resim sanatının tüm öğelerini birbirilerinden ayırıp küstürmeden hepsine ustalıkla yer veriyor. Yetenekli fotoğraf sanatçısı Harun Gencer’in sergide yakaladığı enstantanelerle daha bir şenlendik.
Büyükişleyen’in nefis bir tablosu önünde benim bir portremi yakalamış. Narsist duygularımın esiri olarak bu fotoğrafı aynen bu sayfaya alıyorum. Harun Gencer kendisini nasıl tanımlıyor bilmiyorum. Mesela Ara Güler fotoğraf sanatçısı değil foto muhabiriyim, diyorsa da biz onu büyük sanatçı olarak görmeye devam edeceğiz.
Büyükişleyen sergisinde Ankara’dan dostumuz Yalçın Gökçebağ’a da rastladım. Sohbetimiz oldu. O da Art Suites Gallery’nin 21. Uluslar arası Workshop çalışmasına (19-26 eylül) katılmak için Bodrum’daymış. Bir serince Bodrum akşamında (Ankara için ılık!) Workshop sonu eserlerin açılış sergisinde ve sonrası yemekte buluştuğumuzda yetenekli bir ses sanatçısı hanımın canlı müziği eşliğinde keyifler sürerken Mustafa Altıntaş’ın takdimiyle Gökçebağ’ı mikrofonda (nazlanmaya fırsat bulamadan) ‘karadır kaşları’ türküsünü söylerken buluverdik. Alkışlarımıza hemen yanı başımızdaki denizin dalgaları yakamozlarıyla birlikte öyle bir coşkuyla katıldı ki… Kulaklar sağır…
Gökçebağ, mimarlığı,ressamlığı, kameramanlığının yanı sıra meğerse nefis bir de sese ve müzik bilgisine sahipmiş. Ne detone oldu ne bir şey. Neşe ve renk kattı. Zaten çalıştay çalışmaları sırasında arada mükemmel bağlama çaldığını ve türkü söylediğini de duydum. Ortam nefis…
Mustafa Altıntaş’ın sunumuna döneceğim. Şu nefis akşamı biraz daha yazmaya devam edeyim de…
Sofrada bir yanımda Mustafa Altıntaş diğer yanımda Azeri asıllı sanatçı Teymur Rezayev vardı. Rezayev’in çok akıcı Rusçası var. Karşımda oturan Ukraynalı Svetlana Galdetska’yla konuşmalarımda zaman zaman çeviri yapma zahmet ve nezaketinde de bulundu.
Dans? O da vardı…
Çalıştaya katılan sanatçılar; Fevzi Karakoç, Ergin İnan, Özlem Mutaf Büyükarman, Yalçın Gökçebağ, Teymur Rezayev, Svetlana Galdetska, Mahir Güven, Alaybey Köroğlu, Semra Ay Çırpan, Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Zahit Büyükişleyen, Ezgi Karataş, Işık Gör, Pınar Kuseyri…
Yalıkavak’taki Art Suites altı yedi yıldır bu çalıştayları yapıyormuş. Ben yeni öğrendim. Bu çalıştaylardan kalan eserlerin bir müze kurularak değerlendirileceği müjdesini de ayrıca aldım.
Bodrum efsanesi, Mavi Yolculuğun ilk gizemli yolcularıyla başlıyor; Cevat Şakir, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu. Bunlar Anadolu’yu binlerce yıl öncesine dayanan tarihiyle birlikte bizim yapan kahramanlar. Anadolu, dünya uygarlığının beşiği. Kavimler geldi kavimler geçti. Hepsi bir şeyler bıraktı. Gölgeleri aramızda dolaşıyor. Fen bilimleri, akılcılık bu topraklarda gelişti. Eski Yunanda değil. Anadolu Ying ise Yunan Yang’dır. İkisi birbirini tamamlar. Eski Yunan filozofi üzerine kurulu iken Anadolu fen bilimleri üzerine kuruludur. Ve Anadolu gelmiş geçmiş tüm kültürlerin de bir sentezidir. Öyle bir hazinedir.
Rönesans eski Yunan’ın keşfiyle başladıysa sanayi ve bilim devrimi de kadim Anadolu uygarlıklarının fen ve akıl birikiminden doğmuştur. Dolayısıyla eski Yunan ile eski Anadolu uygarlıkları bir sentezdir. En azından ben böyle görüyorum. O Mavi İnsanların da bu mealde düşündüklerini düşünüyorum.
Mustafa Altıntaş da Bodrum’u sihirli kılan bu mavi nüvenin devam ettiğini ve kendisi gibi Bodrum’u yurt edinip yerleşen çeşitli dallardan sanatçıların bu damardan olduğuna inanıyor.
‘Vira!’
Biz Anadoluluyuz. Gelmiş geçmiş tüm uygarlıklar ile bizi de potasında eriten Anadolu halkıyız. Lidyalıyız, Truvalıyız, İonyalıyız, Karyalıyız, Hititliyiz… Romalıyız, Selçukluyuz, Osmanlıyız ve Cumhuriyetliyiz.
Mavi Yolcularının da görüşü buydu.
Maviden uzaya uzanan bir serüvene girmiş Altıntaş. Makro ve mikrokozmos arasında mekik dokuyor. Bir cebinde de mavi bir Bodrum.
‘Rastgele!’
Sanatçının Mine Sanat galerisinin show room’unda düzenlediği sergisindeki (21 eylül-16 ekim 2016) tablolarında makrokozmosu galaktik küreler halinde görüyoruz. Onlar fluluklar içerisinde renk cümbüşü olarak bir varlık oluşturuyorlar. Biz buradan onları adeta bir sis perdesi içerisinde görüyoruz. Aslında bizim de o kürenin içerisinde olmamız lazım. Ne var ki Sanatçımız burada mikrokozmos olarak bizi ayrı bir yere koyuyor. Adeta kozmosa bakan bir gözlemciyiz; fenomenal (deneyler dünyasında), reel olarak bellediğimiz bir boyuttayız.
Tablolarına ve kozmoslarına yine döneceğim; önce sunumuna bir değineyim.
Altıntaş büyük mor bir tül üzerine bir tasarım nakşetmiş. Bu büyük işte kendisine üç sanatçı hatunlar (Gülfidan, Saime ve Eser hanımlar) yardımcı olmuşlar. Yazın kırk derece ateşiyle gaddarca üstlerine gelen güneşe aldırmadan terasta çalışmışlar. Tasarımın üzerine boyaları püskürtmüşler. Bu tül, galerinin dış mekanında yüksekçe bir yere asılmış. Rüzgar estikçe zaten dalgalanarak çeşitli efektler veriyor ama karşı bir balkona kurulan bir projeksiyondan üzerine vuran ışık ve türlü şekil ve efektlerle görsel bir şölen de sunuyor.
Kozmosun oyunları…
Altıntaş’ın kozmos tabloları arasında beni en çok etkileyen bir tanesi şöyle; arka planda flu bir küre; makrokozmos. Ön planda lineer olarak dalga halinde üst üste (süperpoze) ruj kırmızısı net bir şekil. Bu şekil bizim dünyamıza ait. Herkes nasıl yorumlar bilmem ama ben bu şekli öpücük gönderen dudaklar olarak algıladım )))
Eros!...
Bütün bu yer çekimleri, uzay kürelerinin birbirlerinin çevrelerinde dönüp durmaları hepsi eros kaynaklı. Biz de kozmos diyarına öpücüklerle bağlıyız. Her türlü haz erotiktir. Orgazmik bir sonuç beklentisi içerisinde geçer hazlı duygular. Bu coşku, bu cümbüş, bu hareket… Dünyaya gelmek, dünyada bulunmak; kedini sevmek ayrı bir haz. Istırap, acı; hazzı derinleştiren çelişkiler.
Evrenleri bir arada tutan o muazzam güç; eros. Var olduğumuzu bize haz anlatır; ya da hazzın eksikliğinin verdiği acılı haz. İsa’nın, Mevlana’nın aşk öğesini öğretilerinin odak noktası yapmaları boşuna değil.
Miguel de Unamuno’nun ‘SİS’ adlı romanının bir pasajında (mealen alıyorum; biraz da kendi sözcüklerimle süslüyor ve ilaveler yapıyorum) şöyle bir açılım var; bu dünya, evrenler ve hayat vs bir ilahın rüyası. Biz bu rüya içerisinde yaşayan figürleriz. Hayat, yaşantılar, BEN duygusu vs… bunlardan acayip haz aldığımız ve keyif duyduğumuz için ilahın uyanmasını hiç mi hiç istemiyoruz. Uyanırsa bu haz ve keyif bitecek; çünkü o zaman biz de biteceğiz. O nedenle ilah aman uyanmasın diye ona ibadet ediyoruz. Dualarımız, onu övmemiz, şükürlerimiz… Ona ninni olarak gidiyor ve tatlı uykusunun ve rüyasının devamını sağlıyor…
Ne güzel değil mi?
Erotik dünyalara devam. Yalnız burada bir itirazım var. Bu erotik alemlerin rüyasını gören bir ilah değil; bizzat kendimiziz. Tüm evren bu rüyayı hep birlikte görüyoruz. Algılarımız neyse realite de o oluyor çünkü. Kafka’nın metamorfozunu (başkalaşım) anımsayalım. Roman kahramanı kişi bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak algııyor. Ve böceklik onun realitesi oluyor.
Sonuçta sanat da erotiktir. Oysa gerçek sanat içimizde ninniler söyleyerek uyuttuğumuz ilahı uyandırmak ve bu rüyaya artık bir son vermek ve rüyalar ötesi bir farkındalığa geçme yoludur. Bunun için de sanatın ayrık otu gibi batan bir diken olması lazım. Koltuğa yığılıp uyuyan tatlı rüyalar içerisindeki ilahı bir tarafına iğne batırıp havaya sıçratmak. Fırladığı anda da bir buz gibi eriyerek yok olmasını seyre dalmak.
İntiharımız böyle olmalı. Rüyalar ötesi ‘öte varoluş’a geçmek için; ölmek ve her şeyin ötesi bir ‘algısızlık algısı’ alemine geçmek.
Bakın şu yazıyı yazdığım sıralarda bir yandan da internette geziniyorum ve aniden Carl Gustav Jung’un bahsettiği bir senkronisite (eşzamanlık) olayını yaşıyorum. Einstein’a rastladım. Ölümünden yirmi yıl sonra kızının açıp okumasını istediği mektuba. Mektupta, evrenleri bir arada tutan gizemli muazzam gücün SEVGİ olduğunu söylüyor. Ünlü formülü E=mc2 (enerji= kütle çarpı ışık hızının karesi) ‘nin başlarda kimse tarafından anlaşılmadığını ve dahi dudak bile bükülerek karşılandığını ancak esasında asıl formülünün E= sc2 (enerji=sevgi çarpı ışık hızının karesi!) olduğunu keşfettiğini bunu da hiç kimsenin anlayamayacağını bildiği için açıklayamadığını belirtiyor.
İşte yukarıda sözünü etmek cesaretinde bulunduğum tek evrensel çekim gücü olan erosu Einstein’ın çoktan keşfedip formüle ettiğini hayret, mutluluk ve biraz da hüzünle karşılıyorum. Hüzünle çünkü bu keşif şerefinin bana ait olmasını isterdim. Ele güne karşı değil de kendi kendime koltuklarımın kabarması için )). Bu müthiş sırrı saklayıp durmuş; sevgi ile fiziğin ne alakası var, denecek; gülüp geçilecek diye. Belki hala da öyle…
Sevginin sınırı olmadığı için önünde duracak hiçbir güç bulunmadığını da söylüyor Einstein.
Zaten artık maddenin enerji, enerjinin de zihin olduğu biliniyor. Zihin ise bir algı mekanizmasıdır. Bu alemlerde zihin ‘sevgi algısı’ üzerine işlev görüyor; zihin = sevgi.
Son tahlilde eros (sevgi, aşk, haz, keyif) da bir algıdır; imajdır. Hakikiliği yoktur. Narsistik bir kavramdır. Kendi yarattığımız bir algı sisteminin ana öğesidir. Çok hoştur, lezzetinden yanına varılmaz; kendimizin pişirip kendimizin yediği. Oyalanıp gidiyoruz işte.
Mustafa Altıntaş’ın ‘Cosmos; l’origine du monde’ (Kozmos, Dünyanın Orijini) adlı sergisi ve sunumuyla ben de kozmos ve eros üzerine düşüncelerime gördüğünüz gibi şöyle bir dalmış oldum. Altıntaş, temelinde Bodrum bilgeliği bulunan motivasyonla çıktığı serüvende kozmosun derinliklerinde geziniyor.
Madem erotik evren modeline geldik çattık o zaman yazımı şöyle kapatayım:
‘Başlangıçta (aslında başlangıç diye bir şey yoktur ya neyse… Anlayacağımız şekilde konuşuyorum) bir algısızlık ortamı olan hiçlik denizinde nedense bir erotik duygu zuhur etmiş bulundu (ortaya çıktı). Ve o duygu sonunda orgazma ulaşarak Big Bang (büyük patlama) şeklinde patladı!.... )))
Patlatan da bizdik patlayan da….
Budha’nın gülümsemesi geliyor gözümün önüne.
monad balkan 8 ekim 2016 bodrum yalıkavak