Bugün rahmetli Bülent Ecevit'in 89. doğumgünü... 28 Mayıs 1925'te İstanbul'da doğmuştu. Doğum ve ölüm yıldönümlerinde böyle önemli bir ozanımızı anmamak mümkün mü? Hele iki insan arasında saygı ve sevginin dengeli birleşiminden oluşan, ortak kültürel değerlere dayalı bir ilişki yaşanmışsa…
Ecevit'le yapıp yayımladığım söyleşilerin sayısını doğrusu hatırlamıyorum. Özellikle Hürriyet Dergi Grubu’nun Ankara Temsilciliği’ni yaptığım yıllarda, Tempo’da yayımlanan söyleşilerimiz çoğu kez, günlük basına kaynaklık yapıyordu, özellikle de dış politika konulu olanlar… Yayımlanmak üzere yaptığımız söyleşilerin dışında kalan özel sohbetlerimizde sanattan, edebiyattan konuşurduk. Eskileri kurcalarken Ecevit’in anne, benim de babaannem tarafından gelen uzaktan bir hısımlık bile saptamıştık.
Buluşmalarımız genellikle Or-An’daki evde olur, çoğu kez de Rahşan hanım evde bulunmaz ya da ben geldikten sonra “dışarıdaki işler” için giderdi. Gerçek bir İstanbul beyefendisi olan Bülent Bey, çayı ya bizzat kendisi demler, ya da Rahşah Hanımın çıkarken demlediği çayı özenle kesme bardaklarla sunardı. Bu servis işinde yardımı kesinlikle reddeder, ikramı bizzat sunmaktan büyük zevk alırdı. Fotoğrafta gördüğünüz tepsideki üçüncü bardak, foto muhabiri arkadaşımız içindi.
1970’li yıllarda seçim gezilerine de katıldığım Ecevit, ister muhalefette olsun, ister iktidarda, tüm açıklama ve notlarını yeşil renkli portatif Olivetti daktilosuyla bizzat yazarak hazırlardı. Telefonla aradığında bir kez bile, sekreter tarafından bağlandığını anımsamıyorum. Telefonu bizzat kendisi çevirir, “Ben Bülent Ecevit” diye kendini tanıtırdı. Entelektüel dürüstlüğü bir kez bile terk etmedi. Başkasına ait düşüncelere hep atıfta bulundu, asla kendi fikriymiş gibi sunmadı.
Bu bir “Kör öldü bademli gözlü oldu” yazısı değil. Ölümünün ardından izlediğim yayınlarda kimi şiirleri gündeme gelmişti. Sizlerle Ecevit’in şair kişiliğiyle ilgili anı ve gözlemlerimi paylaşmayı istedim. Çoğu sohbetimizde sanata mutlaka değinmişizdir. Ama Ecevit’le konusu tümüyle şiir olan belki tek, belki sayılı söyleşilerden birini (Gösteri Sanat ve Edebiyat Dergisi, Sayı 152, Temmuz 1993 )gerçekleştirmiş bir gazeteci-yazar olarak, bu paylaşımı bir görev biliyorum.
Daha okuma yazma öğrenmeden önce “şiir söyleyen” ve annesi tarafından not alınan Ecevit, şiir yazmayı “özel eylemi” diye nitelendiriyor, “Bir iletişim aracı ya da düşünce açıklama yolu değil, bir düşünme yöntemi” olarak tanımlıyordu. İlk şiirleri daha 16 yaşındayken, Vedat Nedim Tör'ün üç ayda bir çıkarmakta olduğu Hep Bu Topraklar adlı dergisinde yayımlandı. Sonra başta Varlık olmak üzere, edebiyat dergilerinde görünmüştü imzası. Sanskritçe ve Bengalce'den, İngilizce'den şiir çevirileri de yaptı.
Son biçimini vermeden, şiirlerinin yayınlanmasını istemezdi. Hatta, gençliğinde yazdığı bazı şiirlerini tümüyle yokediyor, bazılarını değiştiriyordu. Kendinden izinsiz yayınlanan şiirlerinden derlenmiş bir kitap bu yüzden onu çok kızdırmış, bu sayede şiirleri, şiir çevirileri, yazın ve sanat yazılarından oluşan “Bülent Ecevit / Şiirler” kitabını 1976'da, yayımlamıştı. İmzalı bir nüshası kitaplığımda bulunan bu kitabın basımını , kendisi de bir şair ve âdeta bir şiir delisi olan, Ajanstürk’ün kurucusu, değerli meslekdaşımız rahmetli Necdet Evliyagil üstlenmişti.
Kitabında şöyle diyordu Ecevit: “Kimi şiirle sağlayabilir iç özgürlüğünü kimi başka yollardan sağlayabilir. Ne yoldan olursa olsun iç özgürlük sağlanmadan gerçek özgür olunamaz ve toplumun da insanlığın da insanın da özgürlüğüne katkıda bulunulamaz.”
Bu kitabın ve Ecevit’in 1976 sonrasında yazdığı yeni şiirlerinin de geniş kitlelerle paylaşılabilmesi için kendisine bir öneri götürmüştüm. Tempo Dergisi olarak kitabı genişletilmiş biçimiyle basıp, ücretsiz olarak okuyucuya sunacaktık. Ayrıca istenilen miktarda da Ecevitlere verecektik. Bunları parti yararına satarak gelir elde edebileceklerdi. Bülent Bey bu önerimi büyük heyecanla karşılayıp benimsemiş, hemen hazırlığa başlayıp kısa sürede kitabı baskıya hazır durumda teslim edeceğini söylemişti. Ama ertesi gün telefon ediyor ve üzüntülü bir sesle, “ Rahşan kitabın bu biçimde basılıp dağıtılmasını istemedi, bunun parti olarak yapılmasının uygun olacağı görüşünde. Bu nedenle özür diliyorum” diyordu. Aradan yıllar geçti ve Ecevit’in 1976’dan sonraki şiirlerinin de yer aldığı kitap, bilebildiğim kadarıyla basılamadı!
Ecevit, şiir yazmayı bir “iş” gibi yapmaz, “esin” geldiğinde kalemi eline alırdı. Şiir, tamamlandığında daktilosuyla temize çeker ve imzasını el yazısıyla atardı. İçgüdüsel bir kendini savunma mekanizması gibi, Ecevit, politikadaki en sıkıntılı günlerinde, zor kararlar arifesinde esin perisinin kapısını çalmasıyla yeni şiirler yazmış, üstüne çökmeye çalışan karabasanlardan şiirle kurtulmuştu. Ama destansı şiirleri için geniş araştırma yapıyordu. Örneğin “Bir Fırat Balıkçısı Tufanı Anlatıyor” şiirini yazmak içinden geldiğinde, Gılgamış destanını, Sümerlerin, Babillilerin destanlarını, Nuh efsanesi ile ilgili eline ne geçtiyse hepsini okumuştu.
Edebiyatta en ileri olduğumuz dalın şiir olduğunu düşünüyor, şöyle diyordu. “ Çünkü, şiir konusunda Türk halkının çok köklü bir geleneği var. Bir kere köylümüz şiir gibi konuşur. Ayrıca, benim vatandaşlardan aldığım mektuplardan birçoğu, şiir olarak yazılmıştır. Yalnız duygularını değil düşüncelerini de şiirle dile getirir bizim halkımız. Bence, çok güçlü bir halk şiiri geleneğimiz var. Bu Türk halk tasavvufu ile kaynaşan bir gelenek. Sanırım, bunların etkisiyle günümüzde de, bence, Türk edebiyatının en ileri olduğu alan şiir.”
Şiirin ardından Türk öykücülüğünün gelişkin olduğuna inanır ve öyküleri zevkle okurdu.
Şiirlerinde noktalama işareti kullanmaz, pek çok katkıda bulunduğu Türkçenin çok güçlü bir dil olduğuna, noktalama işaretine gereksinimi bulunmadığına inanırdı. Mesleğinin “gazetecilik” olduğunu hiç unutmayan ve vurgulayan Ecevit’in şairliği politikacılığın önünde gelirdi. Ama konuşmasının yasak olduğu 12 Eylül döneminde yazdığı kimi şiirler, güçlü bir mesaj niteliği taşıyordu. İşte bunlardan biri, tarih 1982:
AYDINLARA DİLEKÇE
biz halkız / kıt da olsa okuyup yazmamız / bilgiyi işten / aydınlığı güneşten alırız
ay gibi girip de / güneşle aramıza / gölge etmeyin / karanlıkta kalırız
içimizde kır çiçeğinin / kayaları delen gizi / surları yarıp aşarız / ezmezseniz bizi
özgürlük bizim aşımız / tüketıneyin bir başınıza / siz onsuz da doyarsınız ama / biz aç kalırız
tek bir ağaçız kökleri derinde / kopmayın bizden dallar gibi / kopan dallar kurur gider / tomurcuğu meyvasız
Ecevit, politikanın şiirine çok şey kazandırdığına, yaptığı gezilerdeki gözlemlerin pek çok esini beraberinde getirdiğini anlatır, bundan duyduğu memnuniyeti de “Aksi halde belki bir fildişi kule ozanı olurdum” diye dile getirirdi.
Halk edebiyatına ve tasavvufa olan ilgisi zaman zaman şiirine yansıyordu. Özgün imzalı nüshasını özenle koruduğum, önümde temize çekerek bana armağan ettiği 12 Mayıs 1993 tarihini taşıyan “Özgeçmiş” başlıklı şiiri, buram buram Yunus Emre, Mevlana kokar, tabii felsefî olarak…
İşte Ecevit’in “Özgeçmiş”i:
bir boşluktan bir boşluğa / bir cam bardağa dolmuşum / cam bardakta su olmuş / sudan içmiş can olmuşum
görünmezden cana / bir kumaş örülmüş / kumaşa bürünmüş / beden olmuşum
bir varmış bir yokmuş / iki boşluk arası / bir rüyalık alemde / sen ben olmuşum.
Şair, sanatsever ve vatansever Ecevit’i hiç unutmayacağım. Işıklar içinde yatsın…
Şefik Kahramankaptan // YANSIMALAR
Söyleşinin tam metni:
http://www.sanattanyansimalar.com/dogumunun-89-yilinda-bir-ozani-animsamak/151/