Rahmetli ressam büyüğümüz Adnan Turani'ye birgün sormuşlar.
“Hocam, bu resmi ne kadar sürede yaptınız?”
“ Beş dakikada!”
“Peki, bu resim için konulan fiyat çok değil mi o zaman?”
“Çocuk, sen o beş dakikanın ardında kaç yıllık deneyim olduğunu biliyor musun?”
Bu anekdotu bir müzik yazısında niye mi naklettim?
17 Şubat 2018 gecesi Bilkent Senfoni Orkestrası'nın haftalık konserinin girişinde yer alan 10 dakikalık “yeni müzik” yapıtı, orkestranın siparişi üzerine Bilkent Kompozisyon Bölümü lisans son sınıf öğrencisi, Türk-İngiliz Yunus Ulvi Charles Thurston (d.1991) tarafından yazılmıştı. Yapıtın başlığı, yeni müzik kavramını benimseyenlerin genel tercihi olarak İngilizce'ydi: “Preservations”... Yâni, koruma, tutma, muhafaza etme...
Sahnede orkestranın çok değişik biçimde konuçlandığı gördük. Bir üçgenin üç köşesinde aralarında neler bulunduğunu birazdan anlatacağım vurma çalgılar, orta köşede elektronik müzik kumandası ve birkaç kadeh, üç yan köşede birer kontrbas bulunuyordu. Çellolar öteki yaylıların arasına serpiştirilmişti, zaten tüm yaylılar fazla kalabalık da değillerdi.
Vurma çalgılar takımında yer alan çalgıların yanına özenle, şişe, cam bardak, çaydanlık, termos, alüminyum tepsi, bir benzeri de bende bulunan babaannemden kalma kalaylı bakır tencere türü, ses veren eşyalar yerleştirilmişti.
Besteci notunda, kuzeninin bir metninden esinlendiğini söylüyordu. Kuzen, “Aynı anda dokunan iplikler gibi, hikayeler birbiriyle örülüyor, peki bunu durdurursak ne olur? Bu ânın resmini genişletirsek?” diye soruyordu. Yunus da, bu anları durup genişletmeye çalıştığını yazmıştı. Kuzenin metninin girişinde “şehrin enstanteneleri arasında var olduk ve sürüklendik” diye bir cümle de vardı.
Çağdaş müzik alanında deneyimli, Ensemble Modern'in de şefliğini yapan Chirstoph-Mathias Müller seslendirmeden önce parçanın çok kişisel olduğunu söylemişti. Elektronikten bir caddede kaydedilmiş sesler geliyor, yaylılar aynı notayı değişik tonlarda seslendirerek, şeker çuvalı bezini çağrıştıran yalın bir zemin oluşturuyorlardı. Bu zemin üzerinde zaman zaman değişik enstrümanların kısa sesleri duyuluyor, yerleştirilen mutfak eşyalarına vurularak çıkan seslerle küçük müzik cümleleri duyuluyordu. Besteci akustik sesler (orkestra) kullanmasının nedenini de bulunulan anı vurgulayıp karşıt konum yaratmak olarak açıklıyordu.
Vurma çalgılarda Atalay Altınok ile Oğuz Akbaş yer alıyordu, ortadaki elektronik kumandasının başında ise arada şarap kadehlerini de tınlatan Bilkent Piyano ve Kompozisyon bölümleri öğrencisi İlayda Deniz Oğuz vardı.
Salon bu deneysel çalışmayı alkışladı, Yunus mutlu bir biçimde şef tarafından çağrıldığı sahneye gelerek dinleyiciyi ve orkestrayı selamladı.
Peki, bestecinin notu, dinlediğimiz müzikle örtüşüyor muydu? Kişisel düşüncem şudur: Müziği de, notu da yeterli bulmadım. Besteci belki bir “parlak fikir” bulmuştu ama bunun müziğe aktarımı yeterli olgunlukta, düşündürücülükte değildi. Beste, yoğun bir emek, iyi ve yeterli bir müziksel doku yansıtmıyordu.
İster istemez Yunus'un müziğini üç hafta kadar önce, gene BSO siparişi olarak lisans son sınıf öğrencisi Aslıhan Keçebaşoğlu'nun “ Introspection” yani “içgözlem” başlığını verdiği eserle karşılaştırdım. Aslıhan'ın işi, müziksel bir dokuya sahipti, bütünlüğü vardı ve dinleyiciye “yorum” şansı tanıyordu. Yunus'un işinde ise bulunmuş bir fikrin, “yeni müzik” akımı içinde günümüzde çokça rastlanan deneysel uygulamasının ötesinde pek bir şey yoktu. Belki kompozisyon akademisyenlerine göre vardır. Ama Yunus'un müziği bende “yeniden dinleme” arzısı uyandırmadı.
Yunus'un Hacettepe ADK Kompozisyon Bölümü'nde hocaları bakın kimler olmuş: Serdar Muhatov, Muammer Sun, İlhan Baran, Sevgi Ünal, Mehmet Can Özer ve Turgay Erdener. “Preservations”u dinledikten sonra düşündüm ve bu isimlerden, elektronik müzikçi olduğu için Mehmet Can Özer'den yararlanmış olabileceğine karar verdim.
21. Yüzyılda yaşıyoruz. Doğaldır ki, bu dönemde yeni fikirlerle üretilen müziklerin çoğu, bir kere seslendirildikten sonra bilgisayarların derinliklerinde kalmaya mahkûm. Ama bu “yeni müzik”lerin bazıları mutlaka yaşayacak, ilerde çeşitli topluluklar tarafından seslendirilecek ve çağının “muhafaza edilen” dağarı arasında yer bulacak. Belki insanlığın uzayda oluşturacağı kolonilerde bu müzikler dinlenecek. Ama klasik, romantik dönem ve 20. yüzyıl müziklerinin de oralarda ağırlıkla varolacağına inancım sonsuz.
MİDORİ'DEN SCHUMANN DİNLEMEK
İki gün arayla günümüzün önemli kemancısı Midori'yi dinlemek bir şans. Özgür Aydın'la verdiği o mükemmel oda müziği dinletisinden sonra, BSO'nun eşliğiyle seslendirmek üzere R. Schumann'ın Re minör Keman Konçertosu'nu seçmiş olması da, Japon-Amerikan kemancının kalitesini gösteriyordu. Çaykovski, Sibelius benzeri “parlak ve heyecan verici” olmayan, ama derin bir müzikal anlayış, hüzün ve neşeyi sarmalayan incelikli ara bölümlerle gelişerek, insanın yüreğinde akıp giden bu konçertoyu Türkiye'de canlı olarak sıklıkla dinlemek pek mümkün değildir. Çünkü bizim yerli solistler de, yabancı solistler de dinleyicinin kulağında yer etmiş, ezgileri çok bilinen “parlak” konçertoları tercih ederler.
Midori'nin kemancılığı için, oda müziği dinletisi sonrası yazdıklarıma ne ekleyemeliyim ki? Tekrar olacak ama, görkemli, içtenlikli, hatasız, müzikal, harika bir seslendirme. BSO'nun Müller yönetimindeki özenli eşliğini de atlamamak gerek.
Schumann'ın ardından ise orkestradan, bu yıl 100. ölüm yıldönümü nedeniyle anılmakta olan Fransız besteci Claudd Debussy'nin tek operası olan beş perdede 20 sahneden oluşan Pelléas ve Melisande'nin interlüd ve prelüdlerinden Romen besteci Marius Constant'ın düzenlediği süiti dinledik. Tipik ve lirik bir Fransız müziği örneğinin iyi bir seslendirmesini işittik.
Konser sonrası, besteci arkadaşlarla operanın Türkiye'de sahnelenip sahnelenmediği konusunda fikir alışverişimiz oldu. Belleğim bana İzmir veya İstanbul için “Acaba” dedirtiyor, arkadaşlar ise sahnelenmedi diyorlardı. Konser sonrası araştırdım. 2005'te CRR'de Orsay Müzesi prodüksiyonu olarak Vincent Vittoz tarafından özgün oda versiyonuyla piyano eşlikli olarak sahneye konulmuş. Ama bizim DOBGM sahnelerinde hiç ele alınmamış. Bunu da doğal karşılamak gerek çünkü içinde hiç arya olmayan ve yazıldığında “devrimci” olarak kabul edilse de dinleyiciye izleme-dinleme sıkıntısı yaşatacak bir opera olduğu konusunda pek çok uzman birleşir.
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
18 Şubat 2018
İlgili linkler:
http://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/sefik-kahramankaptan/bilkentte-hangi-ilkler-yasandi/1606/
Fotoğraflar: Ş. Kahramankaptan