(Bakırköy; kırklar, elliler ve ötesi)
Dalmış gezinirken geçmişin koridorlarında bir pencere açılıveriyor buğulu. Siliyorum ellerimle. Çözülüyor yavaştan sisler. Zamanın arka sokaklarında, herkesin gelip geçtiği bir yerde yakalıyorum Küçük Ferzan’ı. Çok evvellerden kopup gelen bir iz, kayıp bir hatıranın yankısı; gözlerim kapalı, dinliyorum.
‘Küçük Ferzan, Küçük Ferzan. Pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım’. Evlerinin önünde çocuklar toplanmış hep bir ağızdan bağırıyoruz. Çılgınlar gibi ter ter tepindiğini camın kenarından görüyoruz. ’Anne, anneee bana küçük diyorlar!’. Hepimiz hemen aynı yaşlarda küçük çocuklarız ama Ferzan küçük. Niye küçük? Çünkü bir kere yakalayıvermişiz ‘küçük’ lafına kafayı taktığına. Küçük Ferzan gel, küçük Ferzan git… ‘Küçük Ferzaaaan!’. Kızıyor, deliriyor; tatmin oluyoruz. Sokakta mesela Ferzan’ı uzaktan bile gördüğümüzde, diyelim ki yanında annesi ya da bir başkası, baş parmağımızı işaret parmağımızın ucuna koyarak sallıyoruz Ferzan’a. Yani, işte sen taş çatlasa bu kadarcıksın, bit kadarsın. …
Çocuklar hem masum yaratıklar hem de acımasız (bize göre). Bunun nedenini bırakalım Dostoyevski açıklasın. Artık kılı kırk yarar, ruhları gaddarca lime lime eder kıyma yapar; herhalde bin sayfalık bir roman çıkar ortaya. Bir Dostoyevski romanı ne kadar zamanda okunur? ‘Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza’… Deliye pösteki saydırmak. Tolstoy mesela; Anna Karenina, Savaş ve Barış?
Ben bin sayfalık romanların yerine kısa kesip acizane şöyle anlatayım: Çocuklar, mis gibi tatlı çocuklar, filtresiz konuşur, içlerinden o anda nasıl geliyorsa öyle davranırlar. Henüz kir, leke almamışlar. İyi ve kötü, o da nedir, bilmezler, gizlemezler duygularını. Saklambaç dışında gizlenmezler de. Biz onları, ‘şu kaka bu cici’ gibi laflarla yöneltmeye çalışırız. Zalimlikleri aslında masumiyetlerinin bir türevi.
Küçük Ferzan arkadaşlarının masum zalimliklerinden travmaya dönüşmüş bir küçük örnek belki de. Böyle kurbanlar hep var, hep de olacak.
‘Masumiyetsiz hainlik’ ise büyüklere özgü; birbirlerine eza ve cefa etmek. Masumiyetli hain çocuklar değil onlar; sadece hainler. Hain büyük çocuklar.
Ferzan’lar daha sonra ayrılıyor mahallemizden.
ORAL
Orall’ar geliyor.
Kapalı olsa da gözlerim, zamanın izleri Oral’la hayal defterimde bir başka sayfa açıyor. Ferzan gibi küçük değil Oral, biraz da şöyle etine dolgunca. Küsen, darılan, kızan, büyümüş de küçülmüş tiplerden. Adettendir, öyle hemen yüz müz verilmez yeni gelene. Bir süre hırpalanması yüzünün sürtülmesi gerek. Ama Oral’ın o üstten bakış, eleştirel havası buna izin vermiyor. Kripto bir karizma. Her şey Oral’a soruluyor. Onay alınca çocukların egosu rahatlıyor; kişilikler pekişiyor. Hakiki ile yapmacık, bunu iyi ayırır ufak çocuklar. Bu kez sınıfta kalıyorlar. Çakma da olsa hipnotik bir büyü şu karizma.
Bir Mihal abi var zaman zaman aramıza ve anılarıma karışıyor. Bir taşın üzerine oturup denizin kenarındaki küçük arsada oynayan biz çocuklara en sempatik bir haliyle laf maf yetiştiriyor. Oral’la sürekli küsüşüp barışıyorlar, surat asıyorlar, kavga halinde değil ama iki büyük arasındaki gibi münakaşalar oluyor aralarında. Oral’ın kaprisleri… Liderlik kisvesiyle onay arayan ego figürü. Yetişkinliğe geçiş sancıları…
ARAP KIZI
Orallar da günü geldi gittiler aynı Ferzanlar gibi.
Bekir, bacaklarını penceredeki demir parmaklarının arasından aşağı sallandırırken ‘yağmur yağıyor, seller akıyooor’ diye çığırıyor. Yağmur başlamış birden ve kaldırımla yol arasında oluk gibi oluşan kıvrımlarda hızla akıyor sular. Bu hız, acele ne, nereye bu koşuş? Yağmur yağıyor hani arap kızı; gözler arıyor. Hayatımda hiç arap kızı görmemişim. Neden sonra bir gün sokakta bir arap duduya rastlıyoruz Oktay’la. ‘Arap görünce saçını çek yoksa arap olursun’ deyince ikimiz de saçlarımızı çekiyoruz . Arap bacı bizi kovalamaya başlıyor, ‘sizi piç kuruları!’. Oktay’ın sesi demek biraz fazla çıkmış. Arap dudu yerine şöyle mis gibi bir kara kız çıksaymış karşımıza! ‘Yav o da olur büyüyünce’ diyor Oktay. Büyümek, büyük çocuklar olmak gözümüzde tütüyor. Öyle bir hayal ki zamanın sonunda gibi.
ÖYLESİNE MUZIRLIKLAR
Bir seferinde çarşıdaki manav dükkanının içinde annesiyle alışveriş yapan ben yaşlardaki bir küçük kızın gidip bembeyaz, kolalı hem de, kocaman kurdelesini arkasından çözüp kaçıyorum. Kız bir bakıyorum bizim komşu. Kulağıma çalınmış kabakulak olmuşmuş. Panik bir halde evde kendimi yorgan döşek yatağa atıyorum. Annem ‘Ne o evladım yorgun musun?’. ‘Hayır’ diyorum ‘ben’ diyorum, ‘kabakulak oldum!’.
Karla kaplı sokakta, üzerinde gide gele bir buzlu yol yapmışız; koşup koşup gelip üzerinde kayıyoruz. Ben, Agop kayarken çelme takıyorum; düşüyor. Hır çıkacakken Angın sakinleştiriyor ortalığı. Niye taktım o çelmeyi? Meçhul. Kötülük olsun diye değil. Sırf çelme takmak için bir çelme. Agop da ben kötüyüm diye o çelmeyi takmadığımı zaten biliyor. Bu çelme fır fır dönen bir vantilatöre içinden geliveren bir dürtüyle parmağını yada bir çubuğu şöyle bir sokmak gibi.
Bir gün evimizin arkasındaki arsanın bir ucunda durup dururken arsanın ta öbür ucunda, bayağı da mesafe vardı arada, şişman Engin, başında koyu mavi bir kep, bir taş attı kafam yarıldı. Eve koştum pansumanlar yapıldı.Yaman bir avcı bile o mesafeden hedefini vuramaz. Taş atmak, kafa yarmak günlük işlerden. Ne eczaneye, doktora ya da polise gidilir. Tetanoz aşıları falan… Her şey olağan. Engin hedefi vurunca çok gülmüştü. İçinde bir kötülük var mıydı? Yooo, işte yani. Öyle. Aramızda üstelik bir dalaş malaş da yoktu.
Bir keresinde de annemle bir akrabasına Balat’a gitmiştik. Bana en güzel cici elbiselerim giydirilmişti. Ben evde büyüklerin arasında sıkılınca sokağa, evin önüne çıktıydım. Gene aynı Engin’in mesafesinden benden yaşça daha büyük, pijamalı bir çocuk, bahçede elindeki domatesi dişlerken ani bir dürtüyle domatesi fırlatmış ve hedefi bulmuştu. Üstüm başım kıpkırmızı, rezalet. Bu çocuk da Engin gibi çok gülmüştü.
Hayat tekrarlardan ibarettir; ileriki yıllarda, büyüyüp de adam safına geçtiğim günlerde, Roma Büyükelçiliğinde görevliyken bir öğle vakti şu ünlü Trevi Çeşmesine gitmiş, çevremdeki turist grubu arasında en önde durmuş karşımdaki muhteşem eseri dalmış seyrediyorken kafama gene bir domates yemiştim.Yukarıda balkon gibi Trevi’ye bakan sokaktaki kalabalıktan biriydi bunu atan. Çıktım baktım oraya, kim yaptıysa dalaşacağım. Ama kimse renk vermiyor. Kıs kıs gülen birini arıyorum, o da yok. Herkes hiçbir şey olmamış gibi en tabii halleriyle konuşmalarına devam ediyor. Sanki ben yokum; öyle bir hal.Tahminle de adam dövmek olmaz. N’apalım, bunu da yemiş olduk.
Acaba diyorum mesela dümdüz bembeyaz karlı bir arazi koşaraktan ayaklarıyla o akpak düzgün beyaz yapıyı bozma zevk ve heyecanının sonucu muydu yediğim o domatesler. Niye yalnız ben çekim alanına giriyorum domatesçilerin. Dalgın dalgın kendi kendimle dış dünyadan bir görünmez duvarla ayrılı bir haldeyken mi uyandırıyor beni bazen Zen Budizmvari bu ani dürtüşler? Bu domatesler? Ve o anda neden nasıl insanların ellerinde domates bulunuyor? Domatesle gezinen varlıklar var da ben mi bilmiyorum? Zen ne istiyor bizden; dalıp gitme! Anda ol, uyanışın uyanıkken AN’da olsun.Yoksa kafana bir sopa ya da domates yersin. Domatesle aydınlanan bilinç.
BARUTHANE MAHALLESİ
Sokak yaşamını sevdiğim için arkadaşlarım var her sınıftan. Bu da birbirimizin tavır ve davranışlarını, kültürlerini tanıma ve güzel bir birliğe gitmemizi sağlıyor. Tuhaf ve hoş bir sentez. Türk, rum, ermeni, yahudi çocuklar olarak varlıklı varlıksız hep bir aradayız.
Sokağa hiç çıkmayan çocuklar yok mu, var. Başka türlü bir aidiyet onlarınki. Zaten aramıza girmeye kalksalar ne biz onlara ne onlar bize alışabilir. Yabancılık sanki biraz da doğuştan. Biz yaramazlık yapan çocuklarız. Haylazız; onlar uslu çocuklar. Evlerinin içinde kendi kendilerine nasıl büyürler? Salon çiçekleri bile arada bir günyüzü görmek istemezler mi? Elleri, üstleri başları domatese bulaşmamış cici bici çocuklar.
Bakırköy’ün arka mahallelerine gelince; mesela Baruthane.
Artık çekip gitme vakitlerinin geldiğini hisseden bilge yaşlılar gibi kaçınılmaz sonlarını, başları önünde tevekkülle bekleyen, geniş bir arazi üzerinde orada burada dağınık halde yıkık dökük o metruk taş binalar; hemen yanı başlarında kendiliğinden zamanla oluşmuş bir mahalle. Burası sanki ayrı bir dünya. Gecekondu semtinden daha hallice bir yer. Buradaki çocuklar çok tehlikeli. Namlı kabadayılar var, Gogoli gibi.
Daha bir büyüdüğümde on yedi yaşında falan Bakırköy’ün en güzel kızıyla çıkıyorum. Bütün gözler bende. Kıskanç bakışlar, laf sokuşturmalar gırla; her zaman ve herkesten. Laf yemekten, sataşılmaktan adeta sokakta yürüyemez bir haldeyim. Bunalıyorum. Hatta bir seferinde dayanamadım; hiç tanımadığım bir çocuk da laf atınca Allah yarattı demeden eşşek sudan gelinceye patakladım. Niko da sanki habercim; her rastladığımda, ‘sen hala buralarda dolaş dur, senin kız şurada, burada…’
Baruthanenin bile bu ilişkiden haberi varmış meğer, ne bileyim. Bakırköy küçük bir kasaba gibi; herkes herkesi biliyor, gözlüyor. Flört ne kelime, Allah muhafaza; büyük suç. Kızla bu yüzden pek sık görüşemiyoruz. O evinden bir çıktığında topuklarına alman askerleri gibi kuvvetle basa basa, yerleri titretircesine, arkasından atlı kovalarcasına (tavrı böyleydi) yürüyor, bana da bir işaret çakıyor, kıyıda köşede bir yerlerde bir iki laf edip ayrılıyoruz. Buna da ilişki deniyor. Bir seferinde, daha rahat ederiz, bizi oralarda pek tanıyan olmaz filan diye Baruthanenin tenhasında bir yerde buluşuyoruz. Gitmez olaydık. Baruthaneli çocuklar bizi görür görmez bağıra çağıra üzerimize geliyorlar koşaraktan. Bir efelik yapacak oluyorum; nafile. Taşlar atarak (domatesleri aramadım değil) saldırışa geçiyorlar. Üzerimize nasıl yağıyor taşlar! Öyle bir kaçışımız var ki can havliyle. Kaçmak çok koyduydu. Hele benim gibi bir adama . İçimdeki BEN belki de ilk kez böylesine başını eğdi ve de uyandı; insanlar, kötü olmak için değil, ‘olmak’ için bile zarar verebiliyorlar.
MOGAMBO
Lisedeyken kızlar kısmındakilerle bazı bazı bir araya gelirdik. İçlerinde bir tanesi vardı, tarzı biraz farklı; lakabı ‘Mogambo’. Erkekler takmış ismi; Mogambo aşağı Mogambo yukarı…‘Mogambo’ diye bir film geziniyor o sıralarda sinemalarda; Clark Gable, Ava Gardner, Grace Kelly. Afrika’da bir yerde. Şimdilerde araştırdım baktım; Mogambo sözcüğü nedir, hayret, bilmiyor filmi yapanlar. Öylesine bir Mogambo. Bir Afrika dilinde aşk veya tutku demekmiş. Demek ki filmcilerin kulaklarına şöylesine bir çalınmış o sözcük. Elektrik (!) almışlar ve filmin adını öyle koymuşlar. Yok ama belki bir Hint filminden esinlenmiş de olabilirler. O filmin baş karakteri bir ‘femme fatale’; adı gerçekten Mogambo. Tehditkar bir karizma. Lilith; ilk örneği bu tipin; çekicilik ve yıkım el ele, ölümcül bir cinsellik. Başa buyrukluk. Adem’in ilk eşi.
Bizdeki Mogambo, Oral’ın bir başka eşi. Erkekler arasında ayırım yapıyor, şu güzel, bu yakışıklı, şu işe yaramaz, bu çirkin, şu pısırık… Onu bunu paylıyor, tenkid ediyor vs… Sonuçta herkes kendini bu dümdüz, kalın belli, dişilik cazibesinden nasipsiz kıza yaranmak, ondan bir onay alabilmek için çırpınıyor. Sanki referans noktası; Mogambo kraliçeliğini ilan etmiş. Kendi kız arkadaşlarından etrafında bir de hayran kitlesi oluşturmuş; kopmuyor ondan bendeleri. Onunla çıkmak isteyen çocuklar yok mu, vaaar. Kişiliklerini Mogambo’ya onatarak etrafa ve kendi kendilerine ispat edebilecekler.
Mogambo bütün o sakil haliyle bir dünya güzeline dönüşmüş. İllüzyon böyle kuruluyor herhalde. Sanılar realite oluyor. Leyla ile Mecnun’un aşkı; biliyoruz bir destan. Bir ara onların hakiki resmi mi ya da temsili bir resmi mi anımsıyorum, bir yerde rastlamıştım; Leyla, ah Leyla! Bu kadar mı çirkin olunur? Bunun için üstün çok üstün insanüstü bir çaba gerek. ‘Ve Tanrı kadını yarattı’ (Brigitte Bardot) ise, e Leyla’yı da Tanrı yarattı. İlahi güç işte, nelere kadir! Mecnun demiş ki, ‘siz hele Leyla’yı bir de benim gözümle görün!’
Bir arkadaşımız ‘ileride ben Mogambo’yla evlenmeyi düşünüyorum’ diye tutturunca ‘yav sen deli misin?’ e karşı, ‘n’apiiim, onu bunu tersliyor, azarlıyor hoşuma gidiyor’ dediydi. Duygusal sermayesi olmayan bir toplulukta, onay almak için birilerine tapınan kalabalıkların ‘dişi tanrısı’; Mogambo. O bir simülasyon karakter kolektif hayal gücünün güzellik mitini nasıl yarattığını gösteren. Tehlikeli bir çekiciliktir; ‘femme fatale’.
KING ARTHUR
Doksanlı yıllardı; görevli olarak Avustralya’da bulunduğum sıralarda bir Avustralyalı adamla yan yana düştüğümüz toplu bir yemekte, sohbet sırasında ‘ben kralcıyım’ diyor. Niye? ‘It is the heart sir, it’s the heart’ (bu bir kalb işi bayım, kalb). Yarım kalmış kişiliğini kralına onaylatarak kişilik kazanacak. Cesaret, vatanseverlik, sadakat, mertlik, onur, fedakarlık; aferinler alacak. Kralın gözleri nemlenecek… Adam akşam eve geldiğinde karısına mutluluk gözyaşları içerisinde kralının kendisine övgüsünü anlatacak. Duvarında asılı bir kılıç. Kralın armağanı. ‘Good boy!’… Vaktiyle herkesi ekran başına toplamış bir Avustralya dizisinden çok sık bahsedildiğini biliyorum Kral Arthur üzerine. O geldiydi aklıma o sıra. Neyse.
SİYAH KUĞU
Eski epeski Türkiye, epeski dünya, epeski ama kendini tekrardan başka bir şey bilmeyen Hayat. Tekrarlarının ne zaman nasıl ortaya çıkacağı öngörülemiyor çocuklar gibi; Kaos. Öngörülebilir sandığımız her şeye şeytan karışabilir. Planlarımıza Descartes’ın cini güler. Siyah Kuğu da araya giriverir. Dram.
Ama mesela farz edelim ki bütün bu olaylar bir tiyatro sahnesinde oluyor ve biz de seyirciyiz. Kah kah güleriz. Dram değil komedi. Ah Siyah Kuğu ah, sen ne seversin ironiyi!
Sonuçta hayat işte böyle bir şey; dönüp baktığımızda geriye; saçma sapan; hani hasta olursun da canın en sevdiğin şeyleri bile istemez, yeme içme, hayatla itişip kakışma, en tatlı aşklar, arkadaşlar… Hepsi, hepsi gözünden silinir. Hayat bir ağır yüktür sırtında mecburen taşıdığın. Siyah kuğu bize bunu tattırmak için vardır. O gelip kanatlarını simsiyah açtığında bizim her şeye gülüp geçmemizi istemiştir; ay, vay, eyvahların ötesinde.
Aynen bizimkisi gibi, Hayat’ın da kendi hayatı vardır. Koruyacak tabii ki kendisini; akış ister, hareket ister, tekerimize çomak soktuğunda zevk alır ve o zaman ‘oh işte ben varım’ der.
Değişiksizlik, hareketsizlik, akışsızlık ‘mutlak’ demektir. Mutlaka izin verilmez. Bir yerden geldiğini, bir yere ait olduğunu hissettiren o büyük tiyatro dekoru depremlerle yıkılır. Sonra yeni baştan kurulur.Tekrarlar sürer gider. Hele hele iç ÖZ’e inilmesine hiç izin vemez Hayat. Orası son noktadır; hiçlik. Oysa Hayat, OLMAK peşindedir hep; ardından sürükler durur bizi.
Küçük Ferzan, Küçüüük Ferzaaaaan, neredesin; çık da gel. Birkiüçdörtbeşaltı…Önüm arkam sobe, saklanmayan ebe!
Her şey zihnimin samanyolunda evrenin yıldızları; anılar anlamını yitiriyor. Zaman unutup gidiyor kendini; herkes her bir şey bir iz sadece.
Monad Balkan
25 Mayıs 2025 Ankara