(Bakırköy ellilerin sonları)
Yaz neşeyle geldi. Tiyatroda perde açılır ya, neşeli insanlar doldurur sahneyi. Gülenler, şakalaşanlar, dans edenler, kahkahalarla koşuşan çocuklar, el ele dolaşan şen aşıklar, şarkılar söyleyenler… Çiçekler, çiçekler, allı morlu sarılı mavili çiçekler raksta olurlar. Ve bir fon müziği kulaklarda.
Bakırköy perdeler açıldığında böyle olur işte yaz mevsimleri başında. Hele atçılar… Her yerdeler. Jokeyler, at sahipleri, antrenörler, seyisler, aprantiler. Evler kiralanır keselere göre. Akşamları Balıkhane kahvesinde sohbetler yarışlar üzerine ; çaylar, kahveler. ‘Şu atçı şöyle doping yaptı, falanca jokey hayvanın gemini sıktı… Bütün param gitti’. Kahveler acı.
DELİ DELİ AMA NE DELİ
Bakırköy başlıca iki şeyiyle ünlü; tımarhanesi ve Veliefendi çayırı. O çayır zamanla at yarışları için bir hipodrom olmuş çıkmış. Al sana bir evrim; ünlü İstanbul yaz at yarışları. ‘Nerelisin?’; ‘Bakırköylüyüm’ e verilen tepki hafif bir gülümseme ve bir kolunu baş hizasına getirerek elin bir sağa bir sola çevrilerek deli işareti yapmak oluyor. E ’napalım işte Bakırköylüyüz, deliyiz. Kaotik dünyanın düzensiz simgeleriyiz. Tıpkı deli deli koşan, yarış yaptıklarını bilmeyen atlarımız gibi. Biz onları birbirleriyle yarış eder algılıyoruz, onlar ise aralarında öylesine koşuştuklarını. İnsan da yaşıyor, yaşıyor da niye yaşadığını bilmiyor. Ama yaşıyor. Kendini bilmeden, deli gibi. Bakırköylüyüz, biz ise biliriz niye yaşadığımızı bilmediğimizi. Koşumuz öylesinedir. Denizdeysek denizde, koşuyorsak koşuda, aşktaysak aşktayız; biliriz. Algımız algımızdır. Yoluna baş koyarız.
Atlar ve denizle birlikte böyle büyüyüp giden sahil çocuklarıyız. Atlar ve denizle hemhal bir hal. Bazı günler sabah erkenden saat beşte falan kalkıp Velifendi’ye gidiyoruz meraklı birkaç çocuk. Atların koşu antrenmanları var. Koşularını saatlerimize bakarak ölçüp biçiyoruz; bilimsel bir çalışma! ‘Parayı işte bu piçler kazanıyor’ diyor at üstünde bir seyis. Oysa cebimiz hep delik. Yarışlar para kazandırmaz; atlar ilim bilim bilmez.
EKREM
‘Ekrem hangi ata biniyor?’ Ekrem Kurt, en ünlü jokey. Ekrem’in bindiği at kesin o yarışın favorisi. Mecburen Ekrem’e oynarsın ama ya birinci gelmezse? Öyleyse bu yarışı pas geçelim bir sonrakine oynarız. Mümin Çılgın var, Kazım Yıldız... Onlar da iyi, çok iyi biniciler.
Orhan’ arkadaşımla yarışlardayız. Hep yarış hep yarış. Bu da bir hastalık değilse de kesin bir takıntı; belki de aşk, saf aşk. Biraz nekahat devresinden sonra bu aşkı içime gömdüm. Arada bazen başını uzatıverir rüya hallerimde. Orhan ise kaldı o aşk içerisinde. Aşk sadakat ister tabii.
Mehmet Karamehmet, Özdemir Atman, Sadık Eliyeşil, bir de tabii en ünlüleri İzmirli William Gireaud; bunlar işte başlıca ahır sahipleri, at yetiştiricileri, eküriler.
Yarış günleri, hipodrom erkeklerin kabul günü. Etrafta bir tane dişi ya var ya yok, kısrakların dışında tabii. Gişeler küçük kulübelerde oraya buraya dağılmış. Birinin önünde sıraya girip bahis oynuyoruz. İkili, ganyan, plase, çifte bahis… Hep erkekler, biz bizeyiz. Kadınlar at yarışı oynamazlar mı? Kadınsızlık; hürriyet. Bağır çağır, küfür müfür, kimseden çekinme. Orhan’la yeni yetme erkekleriz. Havaya yandan yandan girmeye çalışıyoruz. Parayı kazanan değil kaybeden piçlerdeniz.
Padokta yarış öncesi gezdirilen atlar. Orta yerde rengarenk giyinmiş ufacık boylu jokeyler, at sahipleriyle, antrenörlerle son görüşleri paylaşıyorlar. Ünlü jokeyler bunlar. Onlara özenen, büyük jokey olmak, ünlü olmak, zengin olmak isteyen ve boylarının küçük kalmasını isteyen çocuklar. Aprantilikten başlayarak bu âleme katılacaklar.
Gabrielle d'Estrée vasat üstü bir at. Ona oynamıyoruz. Bizim ekürimiz Özdemir Atman. Onun atlarının sevdalısıyız biz. Mesela Gonzales. O da sadece vasat üstü bir at ama seviyoruz. Gel gör ki bir de yeni yetme bir Fahruş var; ona bitiyoruz. Müthiş, çılgın bir hayvan. Koşuda atlar son virajı alırken ‘ayrıııııl!’ diye haykırıyoruz. Fahruş bizi kırmıyor. Çünkü o bizim keşfimiz; belki de icadımız. O da bunu biliyor. Diğer atları peşine takarak, açık arayla hep kazanıyor. Pek para kazanmıyoruz. Yarışlardan kim kazanmış ki! Bize Özdemir Atman ahırının aşkı yeter. Ne aşkmış! Neden Özdemir Atman? Bilmiyoruz, öylesine. Nasıl ki kendimize bir futbol kulübü seçmişiz, öylesine. ‘Allaaana kadar!’. Kendisini ne gördük ne biliyoruz ne de tanıdık ama yaşasın Özdemir Atman.
Gündüzleri böyle de ya akşamları? Biz çocuklar balıkçı kahvesine gitmiyoruz. Büyükler orada at ve futbol konuşuyorlar. E biz de öyle. Peki aramızdaki fark? Konular bir, aynı. Onlar büyümüş çocuklar, biz küçük büyükler.
SATRANÇ TAHTASI
Akşamları Oğuz (Aral) abiyle satranç oynuyorum. Aşağı yukarı aynı seviyedeyiz satrançta. Bazen o bazen ben yeniyorum. Ama bayağı bayağı kaptırıyoruz bu işe. Satranç ciddi oyun; öyle şak şuk tavlaydı, piştiydi falan değil. Hayatta hiçbir şeyi ciddiye almayacaksan da satrancı alacaksın. Tadına doyum olmayan güzel saatler geçiriyorız. At ve satranç olmadığı zamanlarTekin’le (Aral) takılıyoruz gündüzün, başka konu alanlarında geziniyoruz! Aral kardeşlerin atlara pek ilgileri yok. Ne de olsa Bakırköylü değiller. Geçiciler.
Vaktiyle padişah, Veli Bey adında bir zata bir konudan dolayı ödül olarak bu çayırı bağışlamış. Bakırköylüler kısaca Velifendi diyorlar. Halkımız mesela İstanbul Şehir Tiyatrolarını da kapsayan Dar ül Bedayi (Güzellikler Evi) için Dalibedayi diyorlar. Osmanlıcayı insanmız kendi diline uydurarak telaffuz ediyor. Dalübedayi’nin ne anlama geldiğini merak etmek de yok. Osmanlıca ölü doğmuş bir dil; elitlerin kendilerini halktan ayırmak için icat ettikleri. Saray, bürokratlar ve bir avuç edebiyatçının kullandığı. Bir yıl Hukuk okumuştum; elimin altında koca bir Osmanlıca-Türkçe sözlük!
SILVER STAR
Efsanevi at Silver Star’ı ilk kez izlemenin heyecanı içinde Velifendi’ye koşturuyoruz Silver Star’ı yarış öncesi padokta gezdirilirken görüyoruz. Müthiş bir hayvan. Estetik köstetik her şey mükemmel. Göz alıcı. Muhteşem. Seyir zevkini parayla pulla gölgelememek için o yarışta ne ben ne Orhan gişe önlerinde koşuşturmuyoruz.Yani bahis oynamıyoruz. Koşu başlıyor. Silver Star muhteşem bir çıkışla başı alıyor. Seyrine doyum yok. Bu doyumsuz seyir ziyafetiyle birlikte bir duble rakı da iyi gidermiş, öyle diyorlar. Zaten ‘içeridekilerin’ de keyfi yerinde, kesin. At sahipleri ana binanın içinde oturuyorlar. Viski soda falan. Onlara ‘içeridekiler’ deniyor.
Silver Star, Silver Star derken, demez olaydık; Starımız geri düşmeye başlıyor, gerilere gerilere ve, ve Silver Star bitiyor. Yarışta en geride; âdeta düştü düşecek; yarış çoktan bitmiş. . Silver Star… Ağzından oluklarca kan, yığılıp kalıyor yere. Bedeni bu dünyada da canı kimbilir artık nerelerde? Nazar değdi, maşallah denmedi, diyorlar, olacağı buydu!
O yarıştan sonra kimse sonraki yarışlara oynamıyor. Ağızları açacak bıçak bulunmuyor. Kös kös evlere. Olmaz, olmaz, olmamalıydı.
Bakırköy yaz geceleri… Atlar geziniyor, tak tuk sanki daracık daracık sokaklarda gece yarıları. Kulaklarımız yeminle duyuyor nal seslerini. Ortaçağ Avrupasından tam donanımlı atların üzerinde tam donanımlı işi ciddiye aldıkları besbelli hiç şakaya gelmez dimdik şövalyeler, çıkıp geliyorlar bulutlu puslu İskoç diyarlarından mavi Marmara’ya sanki.
ACI PİRİNÇ
Atlar, hep atlar. Beri yanda Rıfat Telgezer cambazhanesi. Açık hava sineması ‘Mehtap’. Beri yanda Yeni Sinema’da, Acı Pirinç filmi; Silvana Mangano bir sahnede bacak gösterisi. Üst üste hemen her gece erkekler hamamı Yeni Sinema.
Mehtapta sandallar, uzaklardaki bir tekneden sanki Hafız Burhan gazelleri. Henüz gazelleri kovarak soyunu tüketen arabesk yok ortalarda, icadı gecikmiş. Şimdi rakı ile kavun ürpertili dalgaların üzerinde uzak gazeller. Keyifler kol geziyor o tekneden bu tekneye, bir gönülden bir gönle. Sümerbankın sahilibahçesine Zeki Müren gelmiş; deniz kulak kesilmiş, tüm sandallar zevk-i sefada gecenin sıcak koynunda. Başka her bir şey yok; tatildeler. ‘Benim Güzel Manolyam’.
TRUVALI HELEN
Atlar, atlar; İngiliz tayları, Arap atları. Ah Velifendi ah! Bey ile Kaya Arapların en iyileri. İki at da hep aynı koşularda; öyle bir mücadele ki hep Bey önde, Kaya ikinci. Yatırıyoruz paraları Beye, kazandığımız üç beş kuruş sadece. Herkesler Beye ganyan Kaya’ya plase oynamış. Dönüyoruz evlere otlu topraklı yollarda yürü yürü. Orhan sağda ben solda.Ya da tam tersi.
Atlar satranç tahtasındaki atlar değil, öyle sağa sola istediğin gibi götür getir, koştur. Bir adabı var, raconu var. İngiliz atlarından Emel ve Toison d’Or mücadelesi de pek ünlü. Bey ile Kaya gibi bu iki İngiliz de hep aynı koşularda birlikteler. Emel önde Toison d’Or ikinci. Sonuç baştan belli; kazandırdığı para devede kulak. Çünkü biliniyor Emel, Toison d’Or ardarda gelecekler. Kaya’nın Bey’i; Toison d’Or’un Emel’i geçtiğini biz hiç görmedik. Belki bizden önceleri olmuşluğu vardır. Toison d’Or,’ altın tüy, yumak’ demek; Fransızca. Sahibi sanıyorum hınzırca koymuş bu ismi; meraklısı araştırsın; biraz müstehcen de…
Çıktı geldi yeni bir at; Hélène de Troie (Helen dö Turva; Truvalı Helen). Efsaneymiş. Döküyoruz paraları. Bir heyecan bir heyecan tribünlerde. Helen yarışı götürüyor önde. Viraj geçildi, hep önde bizim kız, Çanakkaleli. Agamemnon, Paris, Priam, Aşil; sanki Truvalı Helen kısrağının yükü Truva savaşı. Batıyla Doğunun ilk savaşı. Götürüyor götürüyor yarışı derken, ahlarla, puflarla bitiyor yarış. Helen arkalarda belki de sondan birinci. E Hoca Nasreddin’in torunlarıyız, durur mu ağızlar; ‘Gelen dö turva geçen dö turva’ diyor muhterem halkımız.
‘İçeriden, içeriden!’ diye koşturan yarış meraklıları, hastaları diyelim yarış başlamak üzereyken. ‘İçerisi’, Jokey Kulüp binası. At sahipleri, aristokrasi orada. Cinler, votkalar, elde dürbünler, fisfisfiskoslar. Arada kahkahalar, bilmiş bilmiş gülümsemeler. İçeriden birisinin ötekine, onun bir diğerine, ondan da dışarıya nefes nefese koşturarak arkadaşlarına tüyo; ‘falanca at kazanacakmış, haber içeriden, haydi hemen gişelere’ diyenler zaman zaman. Sonuç, hüsran tabii, yıllar yıllarca yinelenen sahne. Manipülasyon mudur acaba, borsa oyunları misali?
C Grubu Arap atlarının yarışları bir âlem; on beş attan bile fazla oluyor bu koşular genelde. Favori mavori belli değil. Asıl para burada dönüyor. İçerisini bilmem, kazanan kazanıyor birader. Hem de hanuduyla.
Beau Manoir isimli efsane atı işitmişiz. Bir koşsun da görelim, bekliyoruz. Ama olmuyor, o yaz Beau Manoir’sız geçiyor. Sonbaharın sarı yaprakları yarış mevsiminin bitişinin habercisi. Yaz sonları hep hazindir. Neşe kendiliğinden biter, yerini çökük omuzlar. Beau Manoir geldiği gibi gidiyor, sanki hayalet.
RÜYA
Ah Orhan vah Orhan. Ne güzel paralar verdik koşularda. Karşılığı? Atları sevdik, çok sevdik. İlk delikanlılık hallerimizi, çocuk heyecanlı yarışsever halkımızı, saflık, naiflik; gök mavi, pistler yeşil, jokeyler rengarenk… Mis gibi, taze kesilmiş ot kokan çayırlarda uçurtmalarımızla arkada bıraktığımız çocukluklarımız; biz işte böyle geçirdik günleri; şiir miydi, rüya mıydı, neydi?
Büyüdüm memur oldum. Masamın arkası kütüphane. Klasörler, klasörler, dosyalar. Dediler bu yeni gelen çocuk ne kadar çalışkan böyle? Açıp bakmadılar dosyalara; hep atlarla dolu; isimleri, dereceleri, soy ve sopları, kazandıkları yarışlar, aldıkları kupalar, istatistikler, cetveller vs…
Bakırköy’ün atlı gecelerinden birinde bir rüya görmüştüm, satranç tahtasının üzerindeki atlardan biri olmuşum; koşuyorum, koşuyorum. Oğuz abinin satranç tahtasındayım.
MONAD BALKAN
26 Eylül 2024, Bodrum,Yalıkavak