“Cumhuriyet döneminin İstanbul’u” diye bir kavram vardır tabii; ve bence genellikle 1945’ten 1970 yılına kadar süren, gençliğin egemen olduğu çeyrek yüzyıllık bir dönemi kapsar. Bu dönemde İstanbul, Osmanlı döneminden kurtulmaya yönelmiş olan ve nüfusu boyuna katlanan koca bir kenttir artık. Ona, “Dolmuş çağı”nın başlayıp iki yılda yaygınlaştığı dönem de diyebiliriz. Gelişen sayfiye semtleri, yüzlerce kişiyi dolduran yeni sinema salonları, her yeni sezonda sayısı artan özel tiyatroları ve “müzikal sahneleri”nin yanı sıra, “İstanbul Şehir Orkestrası”, “İstanbul Şehir Operası”, “İstanbul Şehir Korosu” gibi kurumlarıyla kendi çapında Avrupa kentlerini örnek alan bir tür İstanbul yılları…
İşte bu dönemi yaratan kuşağın önde gelen sanatçılarından biridir Panayot Abacı (1922-2015). Yirmili yaşlarındayken hem İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndaki viyola öğrenimini hem de İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nü bitirmiş olarak, Cemal Reşit Rey’in kurduğu “İstanbul Şehir Orkestrası”nın üyesi oldu, 1959 yılında ise İstanbul Şehir Operası Orkestrası’nın... 27 Mayıs 1960 asker-sivil aydın hareketinin yarattığı coşkulu ortamın ilk yılı tamamlanırken Türkiye’nin en uzun yaşayan aylık dergilerinden biri olan “Orkestra”yı yayınlamaya başladı; yine 1961’de Hamit Alacalıoğlu’nun öncülüğünde kurulan “İstanbul Oda Orkestrası”nda da görev aldı. İzleyen yıllarda, doğallıkla İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nın da viyola üyesi olarak görev yaptı.
Çocukluğu Kuledibi Rumları arasında geçen Panayot Abacı’yla bir kere olsun yüz yüze konuşma fırsatını bulmadım; ama birbirimizi dost bilirdik. Yıllar içinde, Ankara-İstanbul arasında belki otuz-kırk kez telefon konuşmamız olmuştur. Genellikle Türkiye’nin müzik sorunlarıyla ilgili konularda görüş alışverişi yaptık. Yayınladığı “Orkestra” dergisi ve yönettiği İstanbul Filarmoni Derneği’yle ilgili konularda da konuştuğumuzu hatırlıyorum. Telefonda, bu insanın yürekli ve kararlı sesini duyduğumda, ona güvenim artardı. Ortak dostlarımız arasında Orhan Kemal, Aziz Nesin ve 12 Mart’ta bizim koğuştan Erdal Öz vardı. Bu yazarlarımızın çok sayıda eserini Yunancaya çevirmişti.
Herkesin bir “alâmetifarika”sı vardır. Panayot Abacı’nın “alâmetifarikası” ise “örgütçü” yönüydü: Yarım yüzyılı aşan bir süre, İstanbul Filarmoni Derneği’ni yönetmişti. Öyle ki, bu dernek, artık onun adıyla özdeşleşmişti: İstanbul’da “Filarmoni” denince “Panayot” akla gelirdi ve herkes onu, bu derneğin başkanı bilirdi. Ben de öyle bildiğim için, bir telefon konuşmamızda ona “Başkan” demiştim. Derhal karşı çıktı:
“Ben başkan falan değilim!” dedi, “Başkan, Amerika’da olur! Ben burada sekreterim!”
Evet, derneğin “sekreteri”ydi. Her işe o önderlik eder, her şey ondan sorulurdu.
Değerli bir sekreterimizi daha yitirdik, başımız sağ olsun!