Brecht’in tiyatro tarihine damga vurmuş eseri, Wilson’ın avangart büyütecine girince ne olur? ‘Epik tiyatro’ denilen tanım, nihai görselliğine erişir. 14 Mayıs 2016 akşamı, Zorlu PSM sahnesinde bunu böylece yaşadık.
Berthold Brecht, sosyalist duruşuyla ünlü Alman tiyatro yazarı, John Gray’in ‘The Beggar’s Opera’ (Dilenci’nin Operası) adlı eserini, bir çok eserde ortağı olan besteci Kurt Weill ile bir araya gelerek uyarlar ve ortaya ‘Die Dreigroschenoper’, yani ‘Üç Kuruşluk Opera’ çıkar. Kapitalist dünyamızı alaycı bir üslupla eleştiren büyük eserin hikâyesi Viktoryan İngiltere’de geçer. Başrolde Sustalı Mac var, çok eşli, yalancı, hırsız. Kısaca ahlak değerlerini yıkan bir anti-kahraman. Mac, Polly Peachum ile evlenerek Polly’nin babasını kızdırır. Londra dilencilerinin akbabası olan Bay Peachum, Mac’i astırtmak ister. Başkomiser Tiger Brown’un Mac’in askerlik arkadaşı çıkmasıyla bu plan aksasa da, Peachum nihayet amacına ulaşır ve Mac’e ölüm kararı çıkarttırır. Ancak sırf ‘mutlu son’ yerini bulsun diye, kraliçeden son anda gelen bir mesaj ile Sustalı Mac yine kurtulur. Yetmiyormuş gibi, bir de ‘baron’ ünvanıyla taçlandırılır.
Gelelim ‘epik’ olayına. Brecht, izleyicinin karakterle özdeşleşmemesi gerektiğine inanır. Aksine, izleyici karakterden ve durumdan yabancılaşmalıdır ki, olaya kritik bir gözle bakabilsin ve böylece kendini ve içinde bulunduğu toplumu eleştirerek, değişim yaratabilsin. Bu biçimi ifade eden ‘epik’ sözcüğü usta yönetmen Robert Wilson tarafından öyle bir benimsenmiş ki, bize adeta Epik’in aynadaki yansımasını sergilemiş. Dünyanın en önde gelen ‘avangart’ tiyatro yönetmeni olarak tanımlanan Wilson’ın sahne dili tam bir ışık-ses-oyun şöleni.
Evvela oyunculuğu anlatmakla başlamak gerek. Epik oyunculukta maksat gerçeği inandırıcılıkla aktarmak değil, gerçeğin bir tasvirini sunmak. Yâni realite dışı oynamak. Wilson’ın epik oyuncuları birer kukla gibi, vücutlarının her bir hareketi, kımıldayışı hesaplanmış, ama bir o kadar da doğal ve akıcı. Bunu destekleyen makyaj için Japon Kabuki tiyatrosundan esinlenilmiş olsa gerek. Yüzler beyaza boyanmış, hatlar vurgulanmış, kaşlar silinip, yerlerine ipince çizgiler çekilmiş. Oyunun estetiğini o en uç noktaya getirmekte büyük rol oynamış makyaj. Bu estetiği tamamlayan kostümler ise çoğunlukla siyah ve köşeli. Başkarakterimiz Sustalı Mac, sarışın bir jön tasviri, fakat yaldızlı takım elbisesi ve bir travestiyi andıran efemine hareketleri, ‘jön’ tanımından bir hayli uzaklaştırıyor. Tanım dışı bir adam, adamdan ziyade ‘olay’ bu karakter. Ve evet, çekici.
Zaman zaman aksiyon duraksıyor ve son derece absürd (absürdlüğün içinde absürd olabilmek de ne başarı ama!), anlamsız gibi görünen, fakat o anda insanın algısını tazeleyen, tuhaf tekrarlarla ses-hareket sekansları yer alıyor. İyice anlamsızlaştığı noktada, insan gülmek istiyor ve fakat tam o noktada hikaye seyirine devam ediyor. İzlerken kendini de izliyorsun, her şeyin farkındasın.
Öyle bir kompozisyon zenginliği var ki, sahnenin baş karakterini mi takip etsem, yoksa şu yan karakter güruhunun her saniye değişen oyun koreografisini mi izlesem, o güruhun içinden birini mi seçsem, bilemiyorum. Yabancılaştırma o kuklamsı oyun biçimiyle de kalmıyor, hiç beklenmedik bir anda oyuncunun biri lafını türkçe olarak söylüyor, veya durup dururken Tarkan’dan bir şarkı patlatıyor. Hoşumuza gidiyor, hem de çok. Üst düzey oyunculuklar öyle bir nitelikte ki, 1949’da Brecht tarafından kurulmuş olan Berliner Ensemble’ın emin ellerde olduğunu görüyoruz.
Sonra, müzik, ses ve ışık… Orkestranın aksiyonu gerek müzikle, gerek ses efektleriyle her daim vurgulayarak estetize etmesi… Bu bir müzikal ne de olsa, on adımda bir şarkı var. Fakat oyuncu şarkısını söylerken, ‘ne de güzel bir ses’ filan demiyorum. Oyuncunun şarkı söyleyişi, o kukla oyununun bir uzantısı. Mizahi bir söyleyiş, ne güzel, ne de çirkin; basbayağı anlatıcı. Işık tasarımının sahneyi bir anda alman expresiyonist sinemasından bir tabloya çevirmesi, tüyler ürpertici… Ve bu üçlünün oyuncularla olan muazzam uyumu…
Beni en çok şaşırtan şey ise, bu epik oyun şeklinin ardında hikâyenin gerçek hâlinin de sessizce akıyor olduğu hissi… Olayların aslında gerçek hayatta vuku bulduğunu, o an, o sırada, tüm gerçekçiliğiyle hayâl edebiliyorum. Daha önce hiç bir epik tiyatro örneğinde böyle bir hisse kapılmamıştım. Bu da, Wilson’ın büyüteci olsa gerek. Ve bu büyüteç, Brecht-Weill ikilisinin büyüsünü alabildiğine arttırıyor.
Şirin SOYSAL