Reklam
Reklam
Bugün

BİLDİRİLERİ-2

 

"Müzik Sanatımız ve AB Süreci"  Sempozyumu, 17-18 Mart 2006, Ankara

 

AVRUPA'DAKİ TÜRK MÜZİSYENLERİ (2006)

Şefik Kahramankaptan

Türk müzisyenlerin Avrupa’da bulunuşları, AB sürecinden ve Cumhuriyetimizden yıllar önce Osmanlı döneminde başladı.. Cumhuriyetin ilanından sonra, çağdaşlaşma çabaları ve  Avrupa’yla yoğunlaşan ilişkiler çerçevesinde Türk müzikçilerin çeşitli nedenlerle Avrupa’ya çıkış ve yerleşmelerinde sürekli bir artış gözlendi.

Bu bildiride; bazı önemli köşetaşlarıyla kısa bir tarihçe, Avrupa’daki Türk müzisyenlerin gidiş nedenleri, oradaki genel durum ve konumları hakkında bilgi ve dikkate değer bazı özel örnekleri bulacaksınız.

AVRUPA’DA İLK TÜRK MÜZİSYENLER: MEHTER TAKIMI

Avrupa Türk müziği ve müzisyenleriyle ciddi anlamda ilk kez 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması sayesinde tanıştı. Bu askeri olaydan Avusturya - Alman kültürünün en önemli kazanımı Mehter esinli “Alla Turca”  tarzı müzik oldu.  “Alla Turca” bugün konser salonlarında, operaevlerinde, kasetlerde, CD’lerde canlılığını sürdürüyor.

Kuşatma sonrası barış döneminde, 1699’da büyük bir Osmanlı Heyeti Viyana’yı ziyaret etti. Osmanlı Gösteri Takımı’nın yer aldığı ve günümüze gravürlerle taşınan bu ziyaret sırasında, Mehter Takımı günde beş vakit Viyana’da Osmanlı Sefareti’nin önünde “nöbet vurdu” ve büyük ilgiyle karşılandı. Viyana halkının ve bestecilerin de ilgiyle izlediği bu halk konserlerinin de etkisiyle  “Alla Turca” stili Viyana’da doğdu. M. Haydn, W. A. Mozart, L.V. Beethoven, C. W. Glück başta olmak üzere pek çok besteci mehterden esinlenerek yapıtlar bestelediler.

MUSİKA-İ HUMAYUN’DAN CSO’YA

Mehter takımının Viyana önlerinde kendini göstermesinden tam 234 yıl sonra, bu kez Musika- Humayün, barışcıl amaçlarla Avrupa’da  izlenen Türk müzisyenler oldular. 1917’de İstanbul’a gelerek Kızılay yararına konserler veren Macar ve Alman orkestralarına karşılık olarak sadrazam Talat Paşa, Musika-İ Hümayun’u Avrupa’ya turneye gönderdi, Türk müzisyenler Sofya, Berlin, Dresden, Münih, Viyana ve Budapeşte’de konserler vererek, “Türklerin başta Beethoven olmak üzere Avrupa’nın müziğini başarıyla icra edebildiğini” gösterdiler.

Cumhuriyet döneminde, Atatürk tarafından Ankara’ya alınarak Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası’na (Bugünkü CSO) dönüştürülen orkestra üyeleri, 1926’da Avrupa kıyı kentlerine düzenlenen sergi vapuru turnesinde yer alarak, genç Cumhuriyetin çağdaş, batılı yüzünü gösterdiler. Dokuz yıl önce karşılarında fesli müzisyenler gören Avrupa, bu kez sivil giysiler içindeki Türk müzisyenleriyle karşılaştı. Giderek sayıları artan Türk devlet orkestraları, operaları, baleleri ve  özel orkestralar, günümüze kadar değişik Avrupa ülkelerinde gerçekleştirdikleri turnelerle Türk müzisyenlerin Batı müziği icrasındaki gelişimini sergilediler.

FLÜTÇÜ SAFFET BEY VE REY

Batı’nın Türk askeri müziğinden etkilenmesinden yıllar sonra, Batı etkisinin Osmanlı’da kendini göstermesi, Mehterhane’nin Musika-i Hümayun’a dönüştürülmesi, Batı tarzı bando ve orkestranın oluşturulmasını (1826), eğitim amacıyla Batı’ya devlet tarafından bir müzisyenin gönderilmesi izledi. Avrupa’ya gönderilen ilk Türk müzisyeni  kıdemli yüzbaşı, flütist Saffet Bey 1886’da gittiği Paris’te müzik teorisi ve solfej çalıştı, döndükten sonra ilk solfej kitabını yazdı.

Osmanlının son döneminde  Avrupa’da bir başka önemli Türk, babasının siyasetteki durumu nedeniyle Paris’e taşınmak zorunda kalmasıyla müzik dehası keşfedilen Cemal Reşit Rey’dir. Paris ve Cenevre Konservatuvarlarında öğrenim gören Cemal Reşit Rey, Türkiye’ye Cumhuriyetin ilanından  iki hafta önce dönerek İstanbul’da, öğretmenliğe başladı. Cemal Reşit Rey, Cumhuriyet’in müzik yaşamına yetiştirdiği öğrenciler ve  yapıtlarıyla önemli katkılarda bulunmuş isimlerden biridir.

CUMHURİYET’İN GENÇLERİ

Flütçü Saffet Bey’den 98 yıl sonra, Cumhuriyet rejimi  Atatürk’ün direktifiyle 1924 yılından itibaren, sınav açarak müzik eğitimi görmek üzere Avrupa ülkelerine gençler göndermeye başladı. Bu gençlerin arasında  CSO’nun şefi ve İstiklal Marşı bestecisi Osman Zeki Bey’in oğlu olan Ekrem Zeki Ün (1924-1930), Ulvi Cemal Erkin (1925-1930), Necil Kazım Akses (1926-1934), Ferit Alnar (1927-1932) ve Ahmet Adnan Saygun (1928-1931) yılları arasında çeşitli Avrupa ülkelerinde müzik eğitimi gördükten sonra yurda döndüler. Yurt dışında aynı dönemde eğitim görenler arasında Necdet Remzi Atak, Ferhunde Atak Erkin, Nurullah Taşkıran gibi isimler de bulunmaktadır.

HÂRİKA ÇOCUKLAR:

1940’lı yıllarda Avrupa’ya bu kez bir “dâhi” ve bir “yetenekli” çocuk, eğitim amacıyla gönderildi. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde özel ilgisi ve Milli Eğitim Bakanı  Hasan Âli Yücel’in gayretleriyle, tüm yabancı otoriteler tarafından da  “genius/dahi” olarak nitelendirilen İdil Biret (piyano) ve yetenekleri otoritelerce takdir edilen Suna Kan’ın (keman) yabancı ülkelerde müzik eğitimine gönderilmesine ilişkin yasa çıkartıldı.(1948) Yasa sekiz yıl sonra, başka yetenekli çocukları da kapsayacak biçimde genişletilerek yeniden düzenlendi.(1956) 

Kısaca “Hârika Çocuklar Yasası” olarak adlandırılan 6660 Sayılı Yasa kapsamına alınan sanatçılarımız saptayabildiğimiz kadarıyla şöyle sıralanıyor: 

Piyano :   İdil Biret ,  Verda Erman, Ateş Pars , Fuat Kent , Selman Ada ( aynı zamanda kompozisyon), Gülsin Onay, Hüseyin Sermet ,  Emrecan Yavuz (Kapsama alındı, yurtdışına gönderilemedi)  Keman: Suna Kan , İsmail Aşan, Tunç Ünver

Burada “saptayabildiğim kadarıyla” deyimini kullanmamın nedeni, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarından bugüne kadar doğru bir liste almanın mümkün olmayışıdır. Örneğin ailesinin olanaklarıyla Avrupa’da eğitim gören ünlü kemancımız Ayla Erduran ile piyanistimiz Ayşegül Sarıca verilen listede sanki 6660 sayılı yasadan yararlanmış gibi gösterilmiştir. 

Kaynak yetersizliği gerekçesiyle 6660 sayılı yasa işlemez hale getirilince, Mithat Fenmen ve İlhan Baran’ın gayretleriyle üstün yetenekli çocukların Ankara Devlet Konservatuvarında değişik bir programla yetiştirilmesi için hazırlanan ve Bakanlar Kurulu kararıyla 1976’da  kabul edilen “özel statü” ile 6660 sayılı yasa ve MEB tarafından verilen devlet bursu, kimilerince karıştırılmaktadır.  

MEB Bursuyla giden Tuluyhan Uğurlu, Taşkın Oray gibi müzisyenler, yukardaki her iki gruba da girmemekte, doğrudan bakanlık tarafından sınav açılarak verilen devlet bursundan yararlananlar arasında bulunmaktadırlar.

TÜRK MÜZİSYENLERİN AVRUPA’YA GİDİŞ NEDENLERİ:

Müzikçilerimiz değişik nedenlerle Avrupa’ya gitmişler, gene farklı nedenlerle dönmüş veya kalarak müzik yaşamlarını orada sürdürmüşlerdir. Avrupa’daki Türk müzisyenleri şu gruplarda toplayabiliriz:

Ø  Devlet tarafından gönderilen ve dönmeyerek bursu ödeyip Avrupa’da yerleşenler.

Ø  Başka burslar kazanarak gidip kalanlar.

Ø  Kendi olanaklarıyla gidip, eğitim gören ve  iş bulanlar

Ø  Avrupa’da çalışan Türk ailelerin ikinci, üçüncü kuşak çocukları

Türkiye’deki müzik yaşamının, ülkenin genel koşulları içinde giderek olumsuzluklardan daha çok etkilenmesi, müzik öğrenimi gören gençleri  Avrupa’ya gitme yolu araştırmaya yöneltiyor. Kompozisyon ve çalgıcılık dallarında farklılıklar gösterse de nedenleri şöyle sıralayabiliriz.

Ø  Türkiye’deki konservatuvarlarda, eğitimini daha ileriye götürebileceğine inanmamak

Ø  İleri düzeyde müzik eğitimi alabilmek ve dalında sivrilmiş ünlü eğitimcilerle çalışabilmek

Ø  Değişik ekol ve tarzları tanımak

Ø    Türkiye’de devlet sanat kurumlarında kadrolara vize verilip yeterli sınav açılmaması nedeniyle,  işsiz kalma durumu

Ø  İş bularak Avrupa orkestralarında veya üniversitelerinde  çalışmak

ALMANYA VE DAAD BURSU

Türk müzisyenlerin en yaygın biçimde bulundukları ülke Federal Almanya. Türkiye’den Almanya’ya giden Türk müzisyenlerin pek çoğunun ilk çıkış noktası DAAD bursu oluyor.

Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD), yabancı başvuru sahiplerine güzel sanatlar, dizayn, sinema, müzik, mimarlık, sahne sanatları, reji, dans ve koreografi alanlarında Almanya'daki bir Devlet Yüksek Okulunda, mezuniyet dışında, derinlemesine araştırma olanakları sunuyor. Burs süresi bir öğretim yılı ama, özel durumlarda başvuru üzerine uzatılabiliyor. Burs başlangıcında 32 yaşını geçmemiş olmak gerekiyor...

Burs miktarı aylık 715 €. Gerektiğinde aileler için ek ödeme ve kira yardımı da yapılıyor. Ayrıca yolculuk ve bagaj giderleriyle, hastalık sigortası da DAAD tarafından ödeniyor.

Araştırmaya yönelik eğitim için verilen burslar genellikle kendi ülkelerindeki tüm eğitim olanaklarından yararlanmış ve bu süreci bitirme sınavıyla tamamlamış adaylar için öngörülüyor. Müzikcinin branşına göre kayıt, partisyon, video benzeri materyal isteniyor ve bu Alman konservatuvarlarından uzman bir kurul tarafından izlenerek başvurular değerlendiriliyor.

Alman Kültür dairesi’nin kayıtlarına göre 1985 yılından bu yana toplam 85 Türk müzisyeni DAAD bursundan yararlanmış. DAAD bursundan yararlanarak Almanya’ya giden müzisyenlerin bazıları, orada kalmış durumda. Çoğunluğun ise Türkiye’ye dönerek orkestra, opera ve eğitim kurumlarında görevlerine devam ettikleri gözleniyor.

Günümüze kadar DAAD bursundan yararlananlar arasında, dikkati çeken isimler şunlar:

Fazıl Say, Özgür Aydın, Emre Elivar, Aylin Çakıcı, Ergican Saydam (piyano), Mahir Çakar (korno), Oktay Dalaysel, Reyyan Yücelen, Aslı Özsoy, Emre Tamer, Tuncay Yılmaz (keman), Koral Çalgan (viyola), Osman Mumcuoğlu, Onur Özkaya (kontrabas), Güzin Bilgen, İrfani Özdemir (obua), Gülşen Tatü, Songül Özdemir (flüt), Remziye Tanrıkulu ve Hülya Saydam (şan) 

DAAD bursundan yararlananlar arasında bugün hayatta olmayan piyanistlerimiz Gülay Uğurata ile Vedat Kosal da bulunuyor. Uğurata Türkiye’ye dönmüş, Kosal ise Münih’e yerleşerek konser piyanisti olarak Almanya’da çalışmaya başlamıştı.

Özel bir örnek: Betin Güneş

DAAD bursuyla Almanya’ya giderek orada kalıp tutunma başarısı gösteren en önemli isim kompozisyon ve orkestra şefliği alanında sivrilen Betin Güneş’tir. Besteci, orkestra şefi, piyanist ve tromboncu olarak etkinliğini sürdüren Güneş, 1980’den beri profesyonel müzikçi kimliğiyle Almanya’da yaşıyor. 

Köln Müzik Yüksek Okulu’nu bitiren, çeşitli yarışmalarda başarı elde eden Güneş, 1988’de Köln Senfoni Orkestrası’nın kurulmasına öncülük etti. Halen bu  bu orkestranın sanat yönetmeni ve şefi. Ayrıca, Salih Yiğit’le birlikte kurduğu Mondial Filarmonik Orkestrası’nın da şefi. 

Avrupa’da çalgıcılık yapan Türk müzisyenlerden oluşturduğu bir orkestrayla  1997’de Eskişehir Festivali’nin açılış konserini yapmıştı. Güneş’in tüm besteleri yurtdışında seslendirildi ve CD olarak yayımlandı. Bunların bir bölümü çeşitli Avrupa kurumlarının siparişleri üzerine yapıldı. Eserleri İsviçre’deki Edition Marc Reift tarafından yayımlanıyor. Betin Güneş, Türkiye’den önce Avrupa Birliği’ne tam olarak girebilmeyi başaran Türk müzisyenlerin başında geliyor. 

Koblenz Oda Orkestrası’nın başkemancısı Sedat Şen de DAAD bursundan yararlanıp, Almanya’da kalarak tutunma başarısı gösterenlerden. Halen eski DAAD bursiyerlerinden genç piyanistlerimiz Özgür Aydın  ile Emre Elivar, konser piyanisti olarak etkinliklerini Berlin merkezli olarak sürdürüyorlar. Örneğin Özgür Aydın 17-18 ve 24-25 Mart 2006 günleri Beethoven’in beş piyano konçertosunu Almanya'nın Braunschweig ve Wolfenbüttel kentlerinde In-Kun Park yönetimindeki  Braunschweig orkestrası eşliğinde seslendirdi.

Bir başka önemli örnek obua sanatçısı ve hocası Taşkın Oray. İzmir Devlet Konservatuvarını bitirdikten sonra 1969’da MEB devlet bursuyla Essen’deki Folkwang Müzik Yüksek Okulu’nda öğrenim gören Taşkın Oray, yarışmalarda ve konserlerde büyük başarı gösterdi. Düseldorf  Senfoni’nin solo obuacısı olan Oray, Schuman Müzik Yüksek Okulu’nda ders veriyor. Ayrıca yöredeki oda müziği çalışmaları ile dikkati çekiyor. Almanya’ya CSO’dan ayrılarak gelen kemancı Erol Aygün de, uzun yıllar çeşitli orkestralarda keman çaldı, halen  Gerbrunn’da yaşıyor ve zaman zaman gelerek Başkent Üniversitesi’nde oda müziği çalışmaları yaptırıyor.

Yiğit Aydın ve Sinem Altan

Almanya’da  öğrenim veya akademik çalışma sürdürürken, bir yandan da bestecilik etkinliğinde bulunan Yiğit Aydın ile Sinem Altan da önemli birer örnek.

Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü ile ODTÜ Makine Mühendisliği bölümü mezunu, ODTÜ Sosyoloji masterlı Yiğit Aydın; halen Almanya’da, Frankfurt’ta yaşıyor. Marburg Müzikbilimleri Enstitüsü’ndeki doktora çalışmalarını Sabine Henze-Döhring yönetiminde sürdürerek “Yeni Türk Müziği” konusunda bir tez hazırlıyor. Bestecilik verimi ise Eczacıbaşı Beste Yarışmasını iki kez üstüste kazanmasını sağladı. Son olarak 2005’te Uluslararası Ankara Müzik Festivali’nde Anders başlıklı piyano ve yaylılar için  eseri dünya prömiyeri yaptı. Almanya’da seslendirilen oda müziği  eserleri de ilgiyle karşılanıyor.

 Sinem Altan ise çok genç bir besteci, henüz 20yaşında. Bilkent’te okurken Arif Melikov’un dikkatini çeken Sinem Altan, Doğramacı Bursu’yla 11 yaşındayken gittiği Berlin’de kompozisyon alanında iki önemli okulda UDBerlin Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Hans Eislerr Müzik Akademisi’nde  paralel olarak öğretimini sürdürürken, besteleri çeşitli müzik gruplarınca seslendiriliyor ve siparişler alıyor. Ayrıca eserlerinin seslendirilmesinde piyanist olarak da dikkati çekiyor. Son olarak sipariş üzerine yazdığı “Mesir Macunu” adlı operası Berlin’de sahnelendi ve büyük ilgiyle karşılandı.

Genç Kontrabasçılar

Kontrabasçı genç Orçun Mumcuoğlu ise Ankara Devlet konservatuvarı’nı bitirdikten sonra, daha ileri öğretim görmek ve sanatını icra etmek üzere kendi olanaklarıyla Almanya’ya giden bir müzisyen. Son olarak, sınavını kazandığı Almanya’nın önemli orkestralarından Bamberg Senfoni’de yapılan oylamada, oybirliğiyle orkestranın asil üyeliğine kabul edildi. 

Bir başka kontrabasçı Onur Özkaya DAAD bursuyla gittiği Almanya’da halen Mahler Oda Orkestrası üyesi. Bir başka genç kontrabasçı Burak Marlalı Freiburg’da hem orkestra’da çalıyor, hem de yüksek lisans çalışması yapıyor. Marlalı Türkiye’deki orkestralarla da kontrabas solisti olarak konserler verdi.

ALMANYA’DAN SEÇME ÖRNEKLER

Almanya’dan bazı seçme örnekleri şöyle sıralayabiliriz:

Ø  Detmold merkezli olarak çeşitli konser ve festivallere davet edilerek katılan, bu arada Türk bestecilerinin yapıtlarını konserlerinde seslendirerek Çağdaş Türk Müziği’nin tanıtımına önemli katkı sağlayan piyanist Yeşim Gökalp,

 Ø  Frankfurt opera orkestrasında solo kornist, Mahir Çakar öğrencilerinden Mahir Kalmik,  

 Ø  Münster Opera Orkestrası kemancılarından ve Münster Oda Orkestrası konzertmeisterlerinden, her yıl Türkiye’de birkaç kez solo çalan kemancı  Muharrem Cenker, 

 Ø  Türkiye’de hiç tanınmayan ancak genç yaşta Almanya’da profesör olarak Duesseldorf  Müzik Yüksek Okulunda ders veren, Prof. Altuğ Ünlü, 

 Ø  Eğitimini Saarbrucken’de TEV bursiyeri olarak tamamlayan,  solo konserler veren, Maxim Vengerov’un asistanlığını yapan  Özcan Ulucan,

 Ø  Gene TEV bursiyeri olan ve ağabeyi  Özcan Ulucan’la oda müziği konserleri veren Birsen Ulucan,

 Ø  Detmold’ te eğitim gördükten sonra Kassel Operasi ikinci keman grup şef yardımcısı olarak çalışan  Elvan Baran,

Ø  Almanya’da luthiye olarak sivrilen Selim San ve Ahmet İyidoğan’ı da ihmal etmemek gerek.

AVUSTURYA’DAKİ TÜRK MÜZİKÇİLER

Avusturya’da da, Almanya kadar olmasa da, çoğu Viyana’da olmak üzere hayli Türk müzisyen bulunuyor. 

6660 Sayılı yasadan yararlandırılarak yurt dışında eğitim gören Fuat Kent, Avusturya’da çağdaş müzik alanında önde gelen piyanistlerden. Yeni Sanat adlı bir topluluğu var. Amerikalı besteci Crumb’un yapıtlarının Avrupa’da tanıtılmasında önemli rol oynadı, kayıtlar yaptı. Halen Voralberg Konservatuvarı’nda ders vermeyi sürdürüyor.

 Ertuğrul Sevsay, Türkiye’de daha çok Avusturya’da kurduğu tango orkestrasıyla verdiği konserlerle tanındı. Sevsay, Viyana Müzik ve Sahne Sanatları  Üniversitesi’nde kompozisyon bölümünde orkestrasyon dersleri veriyor. Yeni bir ders kitabı yayımladı.

 Aynı üniversitede yıllardır Pedagoji bölümünde ders veren Prof. Inci Häusler Altınok, Viyana’daki Türk müzik öğrencileri ve müzisyenleri arasında çok iyi tanınan, fahri kültür ateşesi gibi çalışan bir isim.

 Can Aksel Akın, genç bir besteci olarak, hem Viyana Müzik ve Sahne sanatları Üniversitesi’nde doktora çalışması sürdürüyor, hem de besteci olarak  değişik alanlarda Avusturya’nın müzik yaşamına katkıda bulunuyor. 2005 Eczacıbaşı Beste Yarışması’nda ikinciliği elde etti. Çeşitli kombinasyonlar için çok sayıda oda müziği eseri Avusturya ve İsviçre’de seslendirildi. Ayrıca besteci olarak  Türkiye’yi çeşitli festivallerde temsil ediyor. 2006 yaz aylarında Uluslararasi Allegro Vivo Oda Müziği Festivali’nin (www.allero-vivo.at) açılışında ve ayrıca iki konserde seslendirilmek üzere “Ney solo, Keman solo, Yaylılar ve Vurmalılar İçin” yaklasik 20 dakikalık bir müzik besteliyor. Ney soloyu Avrupa’daki bir başka müzikçimiz Kudsi Erguner seslendirecek. Böyle bir yapıtın bestelenip seslendirilmesi Avusturya  Cumhurbaşkanlığı’nca da destekleniyor.

Piyanist Kamerhan Turan, Viyana Müzik ve Sahne Sanatları  Üniversitesi’nde ders veriyor. Davet aldığı çeşitli orkestralarla solistlik etkinliğini  ve Şölen Dikener (ABD- çello), Hülya Saydam (Türkiye- mezzosoprano) başta olmak üzere çeşitli Türk solocularla oda müziği çalışmalarını sürdürüyor.

 Atilla Aldemir solo kemancı olarak konserler veriyor.  Engin Yafet, Halk Operası Orkestrası ikinci keman grup şefi…

 İki piyanoda Ferhan-Ferzan Önder çalışmalarını  Avrupa ağırlıklı olarak çeşitli orkestralar eşliğinde iki piyano için yazılmış eserleri seslendiriyor, ayrıca resitaller veriyorlar.. 

 Seçil İlker sınavı kazanarak  Viyana Operası’na bu yıl girdi, Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi’nde master yapıyor.

 Didem(mezzo) ve Sinem(soprano) Balık Kardeşler, İstemihan Talay’ın Kültür Bakanlığı döneminde sağlanan bir destekle gittikleri Viyana’da, “opera ikizleri” olarak konserlerle  müzik yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

HOLLANDA’DAKİ BESTECİ VE YORUMCULARIMIZ

Hollanda gerek yüzölçümü, gerek nüfus itibariyle küçük bir ülke olmasına karşın, özellikle yeni müzik ve caz alanında genç Türk bestecilerinin kendilerini geliştirmek için seçtikleri bir cazibe merkezi. Çünkü konservatuvarlarında özellikle yeni ve elektronik müzik alanlarında önemli hocalar ve teknik olanaklar bulunuyor.

Hollanda’da yerleşik Türk müzisyenler içinde en eskisi viyolacı İmer Saraçoğlu. 1969’da sınav kazanarak, CSO’dan ayrılıp Amsterdam Concertgebauw orkestrasına girdi ve 30 yılı aşkın orkestrada çalıştı. Piyanist ve besteci Meliha Doğuduyal da yüksek lisansını  bestecilik alanında Hollanda’da yaptı. Son olarak bir eseri Orkestra@Modern tarafından Ankara’da seslendirildi. Zaman zaman Türkiye’deki devlet orkestralarıyla konser veriyor. Şirin Pancaroğlu için arp parçaları yazıyor.

Türkiye’de çeşitli sahne müzikleri yazmış olan Selim Doğru, Utrecht ve Rotterdam Konservatuvarlarında kompozisyon bölümlerinde lisans ve yüksek lisans çalışmalarını tamamlamış, sürekli sipariş alan, sahne müzikleri ve konser parçaları  çeşitli topluluklarca seslendirilen bir besteci. Yapıtları yeni müzik ve elektronik müzik alanlarında yoğunlaşıyor. Selim Doğru’nun eserleri Hollanda, Türkiye, Almanya, Belçika ve İsviçre’de seslendiriliyor..

 Uğraş Durmuş, Bilkent kompozisyon bölümü sonrası Rotterdam Konservatuvarı kompozisyon bölümünü bitiren ve Amsterdam Konservatuvarında yüksek lisansta  ünlü Theo Loevendie’nin sınıfından bu yaz mezun olacak bir başka genç besteci. Eserleri çeşitli topluluklarca çalınıyor ve siparişler alıyor. Son olarak Hollanda Besteciler Birliği’ce iki yılda bir düzenlenen  Henriette Bosmans Kompozisyon Yarışması’nı kazanarak önemli bir başarı elde etti. Dönerek Türkiye’de doktora ve beste yapmayı amaçlıyor.

Esra Pehlivanlı, ADK’nu bitirdikten sonra ünlü viyolacı ve besteci Michel Kugel’la çalışmak üzere Belçika’ya giden, Belçika ve Hollanda’daki kraliyet konservatuvarlarında lisans ve solistlik bölümlerini bitirerek Hollanda’da yerleşen bir genç viyolacımız. Avrupa’da çeşitli yarışmalarda derece aldı. Esra halen Hollanda’da yaşıyor ve bağımsız bir viyola solisti olarak Avrupa ülkelerinde verdiği solo dinletiler, orkestra eşlikli konserler ve oda müziği dinletileriyle ayakta durmaya çalışıyor. Kurduğu iki ayrı ikili var.  Piyanist Anastasia Safonova ile viyola-piyano, akordeoncu Marko Kassl ile viyola-akordeon ikilisi olarak festivallere katılıyor, dinletiler veriyorlar.

 Hollanda’da bilinen diğer Türk müzisyenler şöyle:

 Hülya Keser, Roterdam Konservatuvarından mezun olduktan sonra yüksek lisansını da tamamlamış başarılı bir piyanistimiz.

 Emirhan Tuğa, Amsterdam Konservatuvarı klarinet bölümünden mezun oldu ve Hollanda’ya yerleşti. Amsterdam müzik okulunda ders verirken çeşitli topluluklarda klarinet çalıyor.

 Oğuz Büyükberber, Amsterdam Konservatuvarında yüksek lisans programına devam eden bas klarinetçimiz. Modern müzik ve cazı birleştiren ilginç besteleri var, çok sayıda konsere katıldı.

Timuçin Şahin, dünyaca tanınan bir caz gitaristi ve besteci. Amsterdam konservatuvarı mezunu…Hollanda’da iki önemli ödül kazandı. Amerika’da da tanınıyor ve çalışıyor ama merkez olarak Amsterdam’da bulunuyor.

 Çağlayan Yıldız önemli projelerde yer alan bir caz gitaristi, Utrech Konservatuvarı mezunu, elektronik müzik üzerine yüksek lisans yapıyor. Kendi kurduğu ve yönettiği Turqumctance adlı orkestra ile konserler vermektedir.

 Esra Dalfidan, caz solisti-besteci . Almanya’da doğdu. Amsterdam Konservatuvarının caz bölümünden mezun oldu şimdi yüksek lisans yapıyor. Kendi parçalarını ve halk müziğimizden yaptığı aranjmanları seslendirdiği caz grubuyla başarılı konserler veriyor.

 Evrim Demirel, Hollanda’nın önemli yeni müzik topluluklarına eser besteleyen ve yüksek lisansıs yapmakta olan bir piyanist-besteci. Çeşitli yarışmalarda ödülleri var.

 Gökçe Altay da  Rotterdaml’da yüksek lisansını elektronik müzik üzerine tamamlamakta olan bir besteci. Eserleri değişik konser programlarında seslendirildi. İstanbul’a yerleşmeyi planlıyor.

ÇİZME’DEKİ LA DİVA

Avrupa’da kökleşmiş, uluslararası ün kazanmış en önemli şan sanatçımız Leyla Gencer’dir. Opera sanatının beşiği İtalya’da kendini kabul ettirdi, dünyanın önemli sahnelerinde  “La Diva Turca” olarak Türkiye’yi temsil etti. 1954 yılında Napoli’deki ünlü San Carlo Tiyatrosu’nda “Madame Butterfly” ile başlayan uluslararası platformdaki opera serüveni, 1975 yılında Milano’daki La Scala’da kazandığı başarıyla doruğa çıktı. 1980’de sahnelere veda edinceye kadar hep dorukta kaldı. Halen Milano’da La Scala Akademisi’ni yönetiyor, İstanbul’da kendi adını taşıyan uluslar arası şan yarışmasının kurucusu.

 Leyla Gencer’i gene 50’li yıllardan itibaren Suna Korad, Ayhan Baran gibi şan sanatçılarımız izledi. 80’li yıllardan itibaren Almanya’daki operaevlerinde Hakan Aysev, Sedat Öztoprak gibi şancılarımız kadrolu olarak çalıştılar. Halen Avrupa’daki dolaşımda Bülent Külekçi, Bülent Bezdüz, Burak Bilgili, Ünüşan Kuloğlu gibi erkek sesleri başta olmak üzere Türk şan sanatçılarının yer aldığını görüyoruz. 

 Ada’daki iki isim

İngiltere’de Türk müzisyen olarak ilk akla gelen isim viyola sanatçısı Ruşen Güneş’tir. 1961’de CSO’da çalışmaya başlayan iki yıl sonra bir burs kazanarak İngiltere’de iki yıl daha okuyan Güneş, daha sonra bir başka bursla ABD’de bir yıl kaldı. 1970’de tümüyle İngiltere’ye göç etti, Londra Filarmoni’nin başviyolacısı oldu, daha sonra BBC Senfoni Orkestrası’nın başviyolacılığını yaptı. Altı yıl önce oradan da emekli oldu. Halen Londra’da hocalık yapıyor, solistik çalışmalarını sürdürüyor. Bu yıl 23. Uluslar arası Ankara Müzik Festivali’nde de Pelin halkacı’yla keman-viyola ikilisi olarak izleceğiz Güneş’i…

 Ada’da yaşayan müzikolog-besteci Emre Aracı, özellikle Avrupa-Türkiye ilişkilerinin tarihinde müzik alanında bilinmeyenleri veya unutulmuşları araştırıp ortaya çıkararak önemli bir hizmet yapıyor. Aracı, hem konuları belgeliyor, hem de seslendirerek kayıt altına alınmasını sağlıyor. Aracı’nın, özellikle Dışişleri bakanlığı kanalıyla kimi ülkelerde düzenlenen açıklamalı konserleri, Türkiye ve tarihimizin tanıtılmasına da katkı oluşturuyor.

 İngiltere ile Türkiye arasında müzik köprüsü oluşturulmasında besteci Sıdıka Özdil ile kızkardeşi şef İnci Özdil’in de katkılarını kaydetmekte yarar var. Özellikle çağdaş müzik konusunda karşılıklı alışverişi sağlıyor ve SCAMV’nın önderliğinde oluşturulan Orkestra@Modern aracılığıyla bu işbirliğinin dinleyiciye de yansımasını sağlıyorlar.

 Fransa ve Belçika’nın ünlüleri

Fransa’da en ünlü müzik elçimiz piyanist Hüseyin Sermet.  Ankara Devlet Konservatuvarı sonrası üstün yetenekli çocuklar yasası kapsamında Paris’te okuyan, pek çok yarışmada ödül kazanan Sermet, halen çok satan CD’leri, uluslararası konser turneleriyle Fransa’da yaşayan en ünlü Türk müzisyen. Hüseyin Sermet’i, Türkiye’de yaşamasına rağmen yaptığı çağdaş müzik kayıtlarıyla dikkati çeken piyanistimiz Toros Can izliyor. Neyzen Kudsi Erguner de Fransa’da etkinlikleri ilgiyle izlenen bir müzisyenimiz.

 Belçika’da ise en kayda değer Türk müzisyen, Belçika Kraliyet Konservatuvarı öğretim üyelerinden piyanist-besteci Muhittin Dürrüoğlu Demiriz. 9 Mayıs  2004’te 

''Avrupa Günü'' ve Belçika Krallığı'nın ''Hanedanlık Günü'' ortak kutlamaları için seçilen yorumcuydu..  Saint Michel Senfoni Orkestrası eşliğinde besteci Didier van Damme'ın eserlerini seslendirdi. Aynı zamanda Belçika, dolayısıyla AB vatandaşı olan Muhittin Dürrüoğlu Demiriz, konser akşamı kendisini ''Türk kimliğini benimseyen ve doğuştan Avrupalı hisseden bir kişi'' olarak tanımlayarak konserin kendisi için sembolik bir anlamı bulunduğunu belirtiyor, ''AB'ye üyelik benim çocukluk rüyamdı, çocuklarıma o günü göstermek istiyorum'' diyordu.

 Demiriz’in çocukları, hâtta torunları o günü görebilecekler mi, biraz şüpheli ama, pek çok Türk müzisyenin kimi çifte vatandaşlık yoluyla resmen, kimi kayıtlı biçimde çalışarak fiilen, çoktan AB’ye girmiş oldukları bir gerçek.

"Müzik Sanatımız ve AB Süreci"  Sempozyumu, 17-18 Mart 2006, Ankara


(Not: Bildirideki isim ve pozisyonlar, 2006 yılı için geçerlidir. Adı geçen müzisyenlerden dönenler, pozisyon değiştirenler, vefat edenler  ve yeni gidenler olmuştur)
 

***

 

İzmir 1.Ulusal Müzik ve Sahne Sanatları Kongresi’ 2001

MÜZİK KURUMLARININ YAPILANMASINDA YENİ ARAYIŞLAR...

 

  Şefik Kahramankaptan
                                                                                           (Gazeteci-Sanat Yazarı)

   
Bizde ne yazık ki “Böyle gelmiş, böyle gider” inancı ve “idare-i maslahat” kolaycılığı bir hayli yaygın. Devletin müzik kurumları da bu anlayıştan nasibini yeterince almış durumdaydı.
Ama ne zaman ki, bazı orkestralarımızda gerçekten “böyle gelip böyle gitmeyeceğinin” bilincine varanlar çıktı... Ne zaman ki, kimilerinin eskiden açıklamaktan çekinerek sadece kendine sakladığı “arayışlar” resmi kayıtlara geçirilerek Ankara’da sempozyumlar düzenlendi, işin rengi değişti. Bugün artık aklı başında herkes, müzik kurumlarının yeniden yapılanması, çağdaş işletmecilik ve yönetim anlayışının egemen olması gereğine inanıyor.
REEL GERİLEME
Bu saptamayı yaptıktan sonra şöyle bir geriye dönüp bakalım.
Atatürk’ün, imparatorluğun Muzıka-yı Hümayun’ununu Ankara’ya taşıyıp , Riyaset-i Cumhur Filarmonu Orkestrası’na dönüştürmesiyle başlayan yolculukta, 78 yılda ulaşılan devlete ait orkestra, opera-bale  sayısı kimilerince yeterli görülebilir. Gerçekten de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, sanat kurumlarımızın sayısında hatırı sayılır bir artış olmuştur. Ancak artan nüfusla kıyaslandığında "reel" olarak bir gerileme söz konusudur.
Atatürk'ün uygar, "sanata duyarlı" bir toplum inşa etme hedefine ulaşmak için çalışılırken, 1950'den itibaren eğitim sisteminde geriye gidişler ve  giderek dinsel yaklaşımların ön plana çıkarılmasıyla, fiilen bir "karşı devrim" süreci başlatılmıştır. Ne yazık ki bu süreci başlatanlar önemli mesafe almayı da başarmışlardır.
BAKANLIKTA DÜZENLEME GEREKSİNİMİ
Uygar ve sanata duyarlı bir toplum hedefine ulaşma çabalarında, devlete ait müzik kurumlarının önemli görevleri bulunmaktadır. Ama zaman içerisinde bu görevler unutulmuş, salt siyasal amaçlarla, oy hesaplarıyla yeni bazı kurumlar oluşturulmuştur. Siyasetin zaman zaman "seçmene iş bulma aracı" olarak kullanıldığı Türkiye'de ne yazık ki, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde bu amaçla "sanatçı kadrolu" TSM ve THM koroları oluşturulmuştur. Bazı sanat kurumlarında, esas gereksinim duyulan sanatçılar yerine idari kadrolar şişkinleştirilmiş, sanatçı kadrolarına bu unvanı hak etmeyen bazı kişiler atanarak, kurumlar yozlaştırılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmışlardır.
Hep örnek alınan tüm Batı dünyasında ve  bizden yıllar sonra çoksesli müzik serüvenine atılan ama gerek altyapı, gerekse üretimde bizi fersah fersah geçen Japonya'da, koristleri maaşlı yaygın devlet koroları bulunmamaktadır.
Buralarda devlet, dernekler çevresinde oluşmuş koroları özendirmek amacıyla bazı desteklerde bulunmaktadır. Tıpkı bu yıl Kültür Bakanlığı'nın bazı amatör koroları bu yıl yurtdışı yarışmalara gönderdiği, ve bugünlerde Anadolu’da kurulu bazı amatör koroları yaşatma ve yenilerinin kurulması için “destek” kararı aldığı gibi...
Batı'da, bizdeki gibi bazıları maaş almak dışında pek iş yapmayan oluşumlar söz konusu değildir. Kültür Bakanlığı öncelikle, yılların birikimiyle gelinen bu noktada radikal tedbirler alarak, iş üretenle yatanın aynı kefeye konulduğu bu haksızlığa bir son vermelidir.
Bakanlığın ayrıca kurumların bağlılıklarında temel disiplinleri göz önüne alarak süratle bir düzenleme yapması zorunluluktur.
Plastik sanatlar ile müzik eğitim ve icra itibariyle birbirinden tümüyle farklı birer disiplin olmalarına karşı, yıllardır orkestralar ve korolar israrla, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı tutulmaktadır. Ressamın eline keman verip "çal" demek, kemancının eline fırça-palet tutuşturup "resim yap" emrini vermek ne denli ters ve mantıksız ise, bakanlıktaki yönetim şemasında orkestra ve koroları  plastik sanatlarla görevli Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı tutmak o denli ters ve mantıksızdır.
Orkestralara uygulanan CSO yasasında bu yönde bir zorunluluk da bulunmamaktadır. Şu halde, konu hemen bir bakan oluruyla çözüme kavuşturulabilir, orkestralar kendileriyle ilgili bir üst oluşum yasayla belirleninceye kadar, müsteşar yardımcılarından birine bağlı olarak etkinliklerini sürdürebilirler. Ancak bakanlık, bu terslikte israr etmektedir.

GÖREV VE SORUMLULUKLAR
Müzik kurumlarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılırken, "görev sorumluluğu" gözden kaçırılmamalı, bu kurumların çoksesli müziğin yaygınlaştırılmasına ve toplumun eğitilmesine ilişkin çalışmaları yasayla verilmiş bir "görev" olarak tanımlanmalıdır. Yani yapılması "zorunlu" hale getirilmelidir. 

Elbette sanatçıların, "vakıflardaki kâtip"ten farklı statüleri olacaktır. Ama "devlet memurluğu" devam edeceğine göre, sanat kurumunun ve sanatçının  görev ve sorumlulukları da açıkça belirtilmeli, böylece kurumların "verimliliği" arttırılmalıdır.
Bu görev ve sorumluluk çerçevesi içinde, ulusal edebiyatımızın, müziğimizin en iyi biçimde değerlendirilmesi, tanıtılması yönünde etkinlikler de zikredilmelidir. Koskoca bir yıl boyunca göstermelik birkaç parça dışında Türk bestecilerinin eserlerinden adeta "kaçan" orkestraların yerini, bu eserleri seslendirmek için yarışan topluluklar almalıdır.
Bu çerçevede Kültür Bakanlığı’nın 15 besteciye yapıt siparişinde bulunmasını takdirle karşılamak gerekir.  Tarihe baktığımızda pek çok ünlü  yapıtın, prenslerin, kralların, imparatorların , belediyelerin, bakanlıkların siparişi sonucu  yaratıldığını görürüz. Sipariş  doğru kişilere doğru biçimde yapıldığı taktirde, düzeyli yapıtlar kazanmanın en kestirme yoludur.
Türk eserlerinin nota yazımı ve telif sorununa da bakanlıkça bir çözüm getirilmeli, böylece  orkestraların "telif ödeyemediğimiz için çalamıyoruz" mazeretinin veya "orkestra yazısı kötü, okunmuyor"  gerekçesinin ardına sığınmalarının önüne de geçilmelidir.
EŞGÜDÜM ZORUNLULUĞU
Orkestralar arasında program, şef ve solistler açısından eşgüdümü sağlamak ve planlamada ortaklık yapabilmek  için, orkestra müdürleri ve genel müzik direktörlerinin de katılacağı, bir üst kurul yararlı olabilir. Ayrıca, orkestra ve koroların  özerk yönetimlerinin bağlı bulunacağı bir Müzik İşleri Genel Müdürlüğü düşünülmelidir.
Özetle; Orkestraların yıllık konser, turne, gösteri miktarlarına doyurucu bir "taban" konulmalıdır.
Müzik kurumlarının repertuvar belirlemelerinde Türk yazar ve bestecilerinin eserlerine belirli oranda yer vermeleri zorunluluğu getirilmelidir.                                              
ÖZERK YAPILANMA
Müzik kurumlarının genel statüsü "özerk yapılanma" olarak düşünülmeli, ancak iyi çizilmiş bir çerçeve ile, şef, solist, rejisör konumundaki sanatçıların sadece kadrolarının bulunduğu kurum değil, tüm kurumlar tarafından değerlendirilmeleri gereği, yasa ile esaslara bağlanmalıdır.
Böylece yılda bir konserle yetinen solistler, yıllarca oyun koymayan rejisörler, yılda birkaç konser yapıp yıllarca tek bir rol almadan "solist" kadrosu işgal eden şancılar-dansçılar  dönemi kapanmalıdır.
Orkestralarda yönetsel işlerden sorumlu yönetim kurulları için   seçim yöntemi uygulanırken, günümüz koşullarında "profesyonel işletmecilik" yaklaşımının geçerlilik kazanması için uygun bir yol aranmalıdır.
Müzik kurumlarında çalışanların 657'e göre bir "temel maaş"ı olmalı, ancak bunun artıları yeteneklerine, gösterdikleri performansa, topluluğa katkılarına göre ayarlanmalıdır. 657'ye göre bir sözleşmeli statü geliştirilebilir. Böylece "yatan" ve "ciddiye almayan" ile  "çalışan" ve "işini kaliteli yapan" şimdi olduğu gibi aynı kefeye konulmuş olmaz.
GÖNÜLLÜ VE RE'SEN EMEKLİLİK
Halen sanat kurumları, özellikle de tiyatro ve Ankara-İstanbul gibi eskimiş opera-bale müdürlükleri  "Nuhun gemisi" gibidir. Hiçbir görev yapmadan sanatçı kadrosundan maaş alarak 65 yaşının dolmasını bekleyen çok sayıda insan vardır.             
Yeni bir düzene geçmeden önce, bu yararsız fazlalıkların kendileri de fazla zarar görmeden emekli olmalarını sağlayacak bir sistem uygulanmalıdır. Bu bir kereye mahsus uygulanacak "gönüllü ve re'sen" emeklilik sistemi olabilir. İsteyen kendi ayrılır, kurumların ayrılmasında yarar gördükleri de re'sen yasadan yararlandırılır. Böylece kadrolar açılmış olur.
Sonrası için de, çalışırken alınanla emeklilikteki maaş arasındaki fark azaltılarak, yorulanların emekliye ayrılmasını özendirecek bir sistem oluşturulmalıdır.
Ayrıca fiilen görev alamayanların mutlaka kurumlarda sanatsal bilgi isteyen yan işlerde ve okullarda eğitim sürecinde  değerlendirilmeleri hususu da yasayla düzenlenmelidir.

Yetenekli ve çalışkan olan, kendini geliştiren "ün", "para" ve "deplasman olanakları"nı bir arada kazanacaktır. Bu yöntem aynı zamanda sanatsal yarışı da kamçılar. Çalışan, kendini geliştiren hem  statü, hem de parasal yönden kazançlı çıkacak, bu da genel verimi, dolayisiyle kurumun kendi bütçesine katkısını da olumlu yönde etkileyecektir.
Buradaki "deplasman" özellikle solistler ve opera şarkıcıları için geçerlidir. Uluslararası alanda rahatlıkla her operada söyleyebilecek şancılarımız, her orkestrayla çalabilecek solistlerimiz mevcutken, bunların Türkiye'yle  sınırlı kalmamaları için sanat kurumlarının uluslararası ajanslarla ve emprezaryolarla  işbirliği yapabilmelerine olanak sağlanmalıdır.
ANA HEDEFLER
Müzik kurumlarının etkinlik programları kapsamında başlıca hedefler şunlar olmalıdır:
1- Mümkün olduğunca çok kişi yararlandırılmalı ve etkilenmeye çalışılmalıdır.

2- Yetişkin izleyici-dinleyicinin hazırlanabilmesi için eğitim kurumlarıyla işbirliği ve düzenli eğitim konserleri, temsilleri “göstermelik” olmaktan çıkarılmalı, sayısı arttırılmalıdır... Bu konser ve temsiller, o sırada "pas" geçen sanatçılarla oluşturulacak küçük gruplar halinde  bizzat okullara gidilerek de düzenlenmeli, eğitim amacı konser salonlarıyla sınırlı tutulmamalıdır.
3- Kurumlar , "kent kurumu" biçiminde değil "bölge kurumu" biçiminde algılanmalı, etkinlik programları da  yıl boyu çevreyi de kapsayacak kısa turneler göz önüne alınarak düzenlenmelidir. Bazı müzik kurumlarımızın kadroları, kendi salonunda konser veya temsil yaparken, dinlenenlerin başka mekanlarda dinleti veya temsil sunmasına fazlasıyla yetecek kadar kalabalıktır.
4- Programlar yeni eser verecek Türk yazar ve bestecilerini caydırıcı değil, özendirici nitelik taşımalıdır.
Orkestraların her yıl genel sistem içerisinde Kültür Bakanlığı çatısı altında aldıkları bütçenin yanı sıra bir döner sermayeye sahip olmaları yararlı olacaktır. Böylece şimdi dernek ve vakıflar aracılığıyla yürütülmeye çalışılan destekler, kurumlar tarafından kazanılıp kotarılabilecektir.
Özellikle dış turneler, CD yapımları, sponsorluklardan gelecek destekler bu döner sermaye yapısı içinde  değerlendirilebilir. Sanat kurumları, kişisel olarak alınacak "kaşe"lerin ötesinde kurumsal olarak para kazanmanın ve bunu kendini geliştirmede değerlendirmenin hazzını yakalayabilirler.
Opera-bale ile orkestralarımız dış ilişkilerde, Türkiye'nin tanıtımında ve evrensel sanatların icrasında ulaşılan noktayı sergileme bakımından daha şanslı kurumlarımızdır. Bunların belirli eserlerle, ya da içlerinden süzülecek daha küçük topluluklarla daha sık dış turne yapmaları, uluslararası festivallere gönderilmeleri, festivallere davet alan solistlerin desteklenmesi, bu alanda Türk varlığının uluslararası alanda daha çok hissedilmesini ve algılanmasını sağlayacaktır.
BİRLEŞİK YAPILAR
Yeniden yapılanma arayışları içerisinde bir önemli nokta da, kentlerde "birleşik yapı"ların gündeme getirilmesi gereğidir.
Diyelim ki Trabzon'a ayrı bir orkestra ve ayrı bir opera-bale kurmak yerine, bu ikisini tek çatı altında kurarak verimlilik sağlanabilir. Aynı kentte konservatuvarın da kurulması söz konusu olmalıdır. Böylece öğretmen kaynağı kendiliğinden sağlanmış olacaktır.
Pek çok Avrupa ülkesinde bir kentte bir tek orkestra bulunmaktadır. Bu orkestra haftada bir -iki opera için çalmakta, haftalık senfonik konserini yapmakta, ayrıca içinden çıkan oda orkestrası da haftada bir konser vermektedir.
LEIPZIG GEWANDHAUS
Gösterilebilecek en güçlü örnek Leipzig Gewandhaus Orkestrası’dır. 1743’de 60 tüccarın desteğiyle 16 müzisyen tarafından oluşturulan bu orkestra, ünlü düşünür Seneca’nın “İyi eğlenmek için ciddi yaklaşım gerekir” ilkesini hayata geçiriyor.
Kurt Masur’un ayrılmasından sonra genel müzik direktörlüğünü ve daimi şefliğini Prof. Herbert Blomstedt’in yaptığı orkestranın müzikci kadrosu 185 kişidir. Orkestradan bir grup kendi salonunda konser yaparken, bir diğer grup opera-bale için çalmakta, bir başka grup turnede olabilmektedir. Avrupa’nın en çok turne yapan orkestrasıdır. Bach’ın 27 yıl kantorluk yaptığı St.Thomas Kilisesi’nde düzenlenen konserlerde de bu orkestradan bir grup çalmaktadır.
Genel Müzik Direktörü, 2000-2001 sezonunda gerçekleştirilmekte olan “63 Büyük Konser”den 33’ünü bizzat kendisi yönetmektedir. Bu yapılarda, Türkiye’de görüldüğü gibi genel müzik direktörü ve daimi şef kadrosunu işgal eden kişinin, yılda 6-7 hafta orkestrayı yönetmekle yetinmesi ve öteki çalışmaları, provaları izlememesi  sözkonusu değildir.  Son sözü de genel müzik direktörü söylemektedir.
Geçtiğimiz sonbaharda yaptığım ziyaret sırasında orkestranın pazarlama ve haberleşme koordinatörü Patrick Scheming’den aldığım bilgiye göre, Leipzig Gewandhaus, bu sistem içerisinde 43 milyon mark gelir elde etmektedir. Bunun sadece 4-5 milyon markı opera-baleye verilen orkestra servisi karşılığıdır.
DEUTSCHE STAATOPER BERLİN
Bir ilginç örnek de Berlin’de ünlü Deutsche Staatoper Berlin’de yaşanıyor. Doğu-Batı birleşmesinden sonra, toplam kadro 1300’den 800’e inmiş. İntendant Georg Quander, görüşmemizde bu azalmayı kademeli olarak sağladıklarını, 15 yıldan fazla çalışmış olanlara bazı garantiler sağlayabildiklerini, balecileri farklı görevlerde değerlendirmeye çalıştıklarını, kurumu yaşatmak için önlem almaya zorunlu olduklarını söyledi.
Deutsche Staatsoper Berlin’in genel müzik direktörü de, 2002 sonunda ayrılması beklenen Daniel Barenboim.... Repertuarın hangi kurulda görüşülerek kararlaştırıldığını sorduğumda Her Quander, “Kararı Barenboim’la ben veririz, repertuarı ikimiz saptarız” dedi.
Repertuarlarında 5’i yeni 9 opera, ikisi yeni 9 bale var. Her gece temsil yapıyorlar.  
Böylesine verimli yapılar söz konusuyken, ülkemizde de özellikle yeni yapılanmalarda  birliktelik sağlanması, mevcut potansiyelin gözden geçirilerek yeni örgütlenme modellerinin geliştirilmesi yararlı olacaktır.
Örneğin halen Çukurova Senfoni de, Mersin Opera Orkestrası da ayrı ayrı takviye kadroya muhtaç durumdadır. Oysa bunlar tek çatı altında örgütlenmiş olsalardı, bu kadro açıkları çoktan kapanmış ve  daha verimli bir çalışma sağlanmış olabilecekti.

( 30 Mart 2001 tarihinde İzmir 1.Ulusal Müzik ve Sahne sanatları Kongresi’nde sunulmuştur. Bilgiler 2001 tarihi itibariyledir.)                                               

                                                           

***

 

İZMİR 1. ULUSAL MÜZİK VE SAHNE SANATLARI KONGRESİ 

SONUÇ BİLDİRGESİ  (28-30 Mart 2001)


28 –29 –30 Mart 2001 tarihlerinde tiyatro, opera, müzik ve dans/bale alt kurullarında gerçekleştirilen “ İzmir  1. Ulusal Müzik ve Sahne Sanatları Kongresi” sonuç bildirgesini oluşturmak üzere görevlendirilen kurulumuz, aşağıdaki metnin genel kurulu aşağıdaki hususların sonuç bildirgesinde yer almasını oy birliği ile karar vermiştir:


Kongremiz, Atatürk’ün uzun bir süreden beri kesintiye uğratılmış olan “uygar ve sanata duyarlı bir toplum” projesinin sonuçlandırılabilmesi için, toplumun bu düşünceye gönül vermiş tüm kesimlerinin dayanışma ve seferberlik ruhu içinde kesintisiz çalışması gereğini önemle vurgular.
Bir toplumda demokrasi kültürünün gelişmesi, toplumun sanata duyarlılığının arttırılmasında müzik ve sahne sanatlarının etkisi büyüktür. En üst kamu organizasyonu olan devlet, bireylerin müzik ve sahne sanatlarıyla tanıştırılması, bu sanatların geliştirilmesi için çağdaş düzenlemeleri yapmak, bu yöndeki özel girişimleri desteklemek zorundadır.
Müzik ve sahne sanatları alanında, ilköğretimden  itibaren eğitim sistemi ve kurumları gözden geçirilerek  gereksinim duyulan bütünlük sağlanmalı, bu yöndeki yasal düzenlemeler süratle yapılmalıdır.
Müzik ve sahne sanatları alanındaki devlet kurumlarının günün koşullarına göre çağdaş bir yaklaşımla yeniden yapılanması yönündeki çalışmalar, hızlandırılarak süratle hayata geçirilmelidir.
Yerel yönetimlerin kendi beldelerinde sanatsal etkinliklere daha çok katkı sağlayarak, kültür yaşamını zenginleştirmeleri için, özendirici ve kaynak sağlayıcı yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Devletin ve yerel yönetimlerin, çağdaş nitelikler taşıyan yeni gösteri – konser salonlarını, özel ve sivil girişim olanaklarını da seferber ederek, kaynak öncelikleri yaratıp tamamlamaları sağlanmalıdır.
Müzik ve sahne sanatları alanında sivil örgütlenmelerin arttırılması, özellikle çocuklara yönelik etkinliklerin planlanıp çoğaltılması, ilgili tüm kuruluşlarca sağlanmalıdır.

Prof. Dr Murat Tuncay, Doç. Dr. Semih Çelenk, Meriç Sümen (Devlet Sanatçısı), Yaşar Ürük, Üner Birkan, Şefik Kahramankaptan, Alparslan Mater, Oğuz Dönmez)

***

28 Şubat 2002  Ankara'Gazi Konser Salonu'nda düzenlenen sempozyum

 

BASININ MÜZİĞE YAKLAŞIMI VE MÜZİK YAZARLIĞI:

ÖRNEKLER, SAPTAMALAR VE SOMUT ÖNERİLER

Şefik Kahramankaptan
(Gazeteci-Yazar, SBF-BYYO 1971)

Basının klasik müziğe ilgisi, dönemsel olarak farklı nedenlerle değişik ölçüler içinde gerçekleşti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Musıka-yı Hümayun’un Atatürk tarafından Ankara’ya getirilişi, düzenlenen konserler, Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşu, müzik alanındaki tüm atılımlar, gazeteler tarafından görünür biçimde haber yapılıyordu. Bu devletin yaklaşımının basına yansımasıydı.

Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir “uygar toplum yaratma” projesiydi. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarında özellikle kültür-sanat alanında büyük atılımlar yapıldı, toplumun eğitilmesi, sanatın öğretilmesi ve icra edilmesi için kurumlar oluşturuldu. Atatürk, bir toplumun uygarlaşmasında en önemli araçlardan birinin “müzik” olduğuna, ulusal renklerin evrensele ancak çoksesli çağdaş evrensel müzik aracılığıyla taşınabileceğine inanıyordu. Bu alanda Atatürk ve İsmet İnönü büyük çabalar gösterdiler. Bu dönemde basın da devlet çizgisini izlemeyi yeğliyordu.

Ne yazık ki, 1950’den itibaren bu çabalar büyük darbe aldı. Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatıldı, mevcut orkestra ve operaevleri muhafaza edildi ama dengeci politikalar ve oy hesaplarıyla birkaç yıl öncesine kadar yenilerinin kurulması, yaygınlaştırılması yönünde gerekenler yapılmadı. Eğitime ve öğretmen yetiştirmeye gereken önem verilmedi. Toplumda sanata olan duyarlılığı arttıracak projeler geliştirilmedi. Dolayisiyle toplumda düzeyli sanata olan talep, nüfus artışını dikkate alınarak bakıldığında, “reel” olarak artmadı.

1950 sonrası, tutucu ve dinci çevrelerden, zaten sınırlı olan çoksesli müzik etkinliklerine gelen saldırılar da işin cabasıdır. Örnekler yüzlerce, binlercedir. TBMM’deki bütçe görüşmelerinde, aynı çevrelerin özellikle opera-bale ekseninde her yıl sergiledikleri tutum, 21’nci yüzyılda da sürdürdükleri zihniyet herkesin malûmudur. 

Ben burada 37 yıl öncesinden ilginç bir örnek sunmak istiyorum: Opus Dergisi’nde, Tercüman gazetesinin suçlamaları aktarılmaktadır:

“1. Ankara radyosu kilise müziğini etüd etmek üzere bir Madrigal Korosu kurmuştur.

2. Mübarek Ramazan gecelerinde Ankara radyosu Madrigal Korosu kuvvetli org seslerinin karıştığı kilise ilahileri söylemiştir. Ankara radyosu Mevlana’yı unutmuştur, Mevlana için program yayınlamamıştır.

3. Radyo, Türk olan her şeye karşıdır. Mesela şu son 15 günlük programlarında tüm klasik Batı Müziği saatlerini, haftanın bestecisi adı ile Haydn ve Bach’a tapulayan Türkiye Radyoları, Adnan Saygun, Nevit Kodallı, Cemal Reşit Rey, Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin gibi Türk bestecilerinin, İdil Biret, Suna Kan, Ayla Erduran gibi Türk sanatçılarının adını bile anmamıştır.

Ankara Radyosu Müzik yayınları şefi Faruk Güvenç’in cevabı:

1. Madrigal’in kilise ile, dinsel müzikle hiçbir ilintisi yoktur, Madrigal Korosu tabiat ve aşk şarkıları söyler.

2. Bu koronun konserinde org sesi duyulmuş olamaz, radyolarımızda org bulunmamaktadır. Ayrıca Madrigal çalgı eşliği olmaksızın söylenen bir şarkı türüdür. ( Bu arada radyo Mevlana için de yayın yapmıştır.)

3. Türk bestecilerini iki elin on parmağıyla sayabilirsiniz; bu bestecilerimizin talihsizliği, eserlerinin icracılar tarafından az çalınmasıdır. Mesela Necil Kazım Akses’in ‘Ankara Kalesi’ ilk defa 1942’de çalınmıştı, bir de 1964’ün ekiminde çalındı…Radyo arşivlerinde kullanılabilir gibi olan Türk eserlerinin sayısı ise yirmiyi bile bulmaz. Evirir çevirir onları çalarız…

Madrigal Korosu Türk bestecilerinin çokseslendirdiği türküleri neden icra etmez bilir misiniz? Notaları olmadığı için!”

Basının müziğe olan ilgisi de, gerek 1950 sonrası devletin duyarsız yaklaşımı, gerekse satış endişesini eğitim fonksiyonundan ön planda tutma refleksi sonucu “popüler” bağlamda gelişti. Basın, halkı düzeylendirici davranmak yerine “Okuyucu böyle istiyor, bunu beğeniyor” gerekçesinin ardına sığınarak, eğlence sektöründen yana, yozluğa prim veren bir yaklaşım sergiledi. Sonucu hep birlikte izliyoruz.

Cumhuriyetin ilk döneminde klasik müziğe verilen önemin radyo programlarına nasıl yansıdığına güzel bir örnek:

“Türkiye Radyodüfizyon Postaları” haftalık radyo programı verilirken, “opera ve operetler, büyük konserler, oda musikileri, solistlerin konserleri , koro konserleri” başlıklarıyla çeşitli Avrupa radyolarındaki yayın saatlerinin de duyurulduğunu görüyoruz. 

Günümüz gazetelerinde ise radyo programlarını duyurma yönünde yeterli bir yaklaşım bulunmuyor. TV programları ise, magazinel yayınlar ön plana çıkarılarak ve baldır-bacak resimleriyle süslenerek sunuluyor.

1940’lı ve 50’li yıllardaki Cumhuriyet gazetesi koleksiyonu incelendiğinde, İstanbul’a gelen tüm yabancı solist ve şeflerin tek başına bağımsız haber olarak duyurulduğunu, kendi sanatçılarımızın da konserlerinin yanısıra kente gidiş-gelişlerinin bile haber yapıldığını görmek mümkün.

Geçmişten bugüne baktığımızda, hâlâ yaşayan ancak tiraj olarak etkinliği azalan, sınırlı sayıdaki meraklının izlediği Cumhuriyet gazetesinin, çoksesli evrensel müziğe olumlu ilgisini sürdürdüğünü görüyoruz.

Buna karşılık “halk gazetesi” olma iddiasıyla 1948’de yayın yaşamına başlayan “Hürriyet”in, başlangıçtaki olumsuz yaklaşımının giderek törpülendiğini gözlüyoruz. 

Bakın, çıktığı yıl Hürriyet’in bir başyazısında ne deniliyor: “Operaya sarfettiğimiz milyonlar sokağa atılmış paralardır. Bize lazım olan milletin seviyesini yükseltecek güzel, makul ve akıllıca tertip edilmiş halk tiyatroları ve halk piyesleridir…”

Bu başyazının yayımlandığı yıl boyunca Hürriyet’te yer almış müzik-sanat haberinin 20’ye bile ulaşmadığını görüyoruz. 1983’de ise, haftada en az birkaç kez, “kısa-kısa” esprisinde sanat haberlerine yer verildiğini, 1948’de istenmeyen “opera” temsillerinin artık önceden duyurulduğunu, sonrasında ise haber yapıldığını görüyoruz. 1970’li yıllarda Hürriyet’in konser eleştirileri bile yayımladığını hep birlikte anımsıyoruz.

2000 yılında ise kısa sanat haberlerine ek olarak, Doğan Hızlan’ın çeşitli sanat olayları üzerine görüş ve gözlemlerini getirdiği köşesinde zaman zaman klasik müziğe değindiğini, Fazıl Say gibi uluslararası alanda ilerleyen sanatçılarımızla söyleşiler yayımlandığını gözlüyoruz. 

Bir başka “halk gazetesi” Milliyet ise, Türkiye’de ilk kez bir “Sanat Dergisi” yayımlamanın onurunu taşıyor. 1972’de gazeteyle birlikte haftalık olarak verilen, daha sonra 15 günde bir yayımlanan bağımsız bir dergiye dönüştürülen Milliyet Sanat’ta yıllar yılı İstanbul, Ankara ve İzmir’den klasik müzik etkinlikleriyle ilgili yazılar yayımlandı. 2001 sonunda ise derginin boyut ve periyod değiştirerek aylık yayımlanmaya başladığını ve daha magazinel bir çizgi izlediğini görüyoruz.

Demek ki, kimi yayında bir gelişme, kiminde günün modasına uyma arayışları söz konusu. Ama günümüzde genel olarak gazetelerin çoksesli evrensel müziğin yaygınlaştırılması konusundaki çabalara verdiği önemin, yaptığı katkının bir “hiç” ölçüsünde olduğu söylemek, fazla iddialı bir yargı olmayacaktır. 

İşte taze bir örnek: Cumhuriyet’te Zeynep Oral’ın yazısından Yapı ve Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın artık Leyla Gencer Şan Yarışması’nı düzenlemeyeceğini öğrendik. Bu habere öteki gazetelerden ve yazarlardan hiç tepki gözümüze çarpmadı. Olumlu tepkiyi Kültür Bakanlığı vererek Leyla Gencer Şan Yarışması’nı sürdüreceğini açıkladı.4 

Resmi açıklama faks ve elektronik posta aracılığıyla tüm gazete ve haber ajanslarına ulaştırıldı. Ancak haber sıcağı sıcağına sadece bir gazetede yer aldı. 5 Cumhuriyet ise aradan beş gün geçtikten sonra, habere kısaca yer verdi. Zeynep Oral da, bu gelişmeye köşesinde 20 gün kadar sonra yer verdi.

Bir sıcak örnek daha:

Kültür Bakanı İstemihan Talay, müsteşar yardımcısı Hüseyin Akbulut’la birlikte bir basın toplantısı düzenleyerek, müzik alanındaki yeni projelerle ilgili bilgi verdi. 2003’ü hedefleyen, beste yarışması düzenlendiği açıklandı. 6 

Haber ertesi gün sadece bir ekonomi gazetesinde yer aldı! 7

Haberi iki gün sonra kullanan ise, pek bu taraklarda bezi olmayan İslamcı sağ çizgideki bir gazeteydi.8 

Ben de konuya, önemini de yorumlayarak iki ayrı gazetedeki haftalık köşelerimde yer verdim.9 Cumhuriyet, aradan beş gün geçtikten sonra “Özetle” bölümünde birkaç cümle olarak duyurdu.10 Selmi Andak, iki hafta sonra köşesinde konuyu işledi. Büyük basında ise konuya ilişkin tek satır yer almadı. 

Bunlar, günümüzde büyük İstanbul basının kendine çizdiği sözde entelektüel sınırlar içinde, yozlukta ve popülizmde erdem ararken, toplumda sanata duyarlılığın arttırılması yönünde ilkeli bir yaklaşım içinde olmadığını gösteren yüzlerce örnekten sadece ikisi…

Övünçle çizdikleri bu entelektüel sınırlar içine, bir zamanlar Vatan’dan Yeni Sabah’a, Ulus’tan Yeni Ortam’a, ilgilisinin merakla okuduğu konser izlenimleri, sanatçı röportajları girmiyor. Ama “cazip” fotoğraf varsa, söylenenler “sansasyonal” ise entelektüel kapılar hemen açılıveriyor! 

BASININ MÜZİK HABERLERİNDEKİ SOMUT HATALAR

Tüm bu yakınmalara karşın, verilen sınırlı sayıdaki haberin niteliği ve kalitesi , ne yazık ki ortalamayı aşamıyor.

Yazılı basında ve televizyonlarda çoksesli evrensel müzikle ilgili haberler verilirken, “eğitimsizlik” ve “bilgisizlik”ten kaynaklanan hatalar sıkça yapılıyor. 

En sık rastlanan ve tekrarlanan hata, “program okuma” hatası. Bir senfoni orkestrasının klasik düzende hazırlanmış afişi veya haftalık programı habere dönüştürülürken, yazım sırası uyarınca solistin, programdaki tüm eserleri seslendirdiği varsayılarak haber yazılıyor. Böylece, bir kemancı veya piyanistin, kendi payına düşen konçertonun yanısıra, koskoca bir senfoniyi de seslendirdiği(!) duyurulmuş oluyor. İşin ilginç yanı, bu hatayı bir haber ajansı yaptığı zaman, haberi kullanan tüm gazetelerde de düzeltilmeden haberin yayımlanıyor olması!

Burada geçtiğimiz aylardan sıcağına sıcağına birkaç örnek vermek istiyorum.

Önce “başkemancı” kavramının hem müzik, hem hiyerarşi açısından yanlış yorumlanmasına bir örnek. Anadolu Ajansı, “Devlet Opera ve Balesi’nde ‘Başkemancı’ koltuğunda artık kurum tarihinde bu unvanı en genç yaşta kazanan kadın sanatçı olan Aslı Özsoy Körner oturuyor” başlıklı bir haberi bültenine koydu. 11 

Haberde şöyle bir cümle var:

“Kurum tarihinde bu unvana en genç yaşta sahip olan kadın sanatçı olan Körner, 2 Şubat’ta perdelerini açacak olan ‘Yarasa’ operetinde başkemanın yayını eline alacak.”

Haydi, aynı cümle içinde tüm üç kez “olan” fiiline yer verilerek Türkçenin katledilmesini bir kenara bırakalım, ama yayı ele alınacak “başkeman”a ne demeli? Hepinizin bildiği gibi keman, kemandır, çalgı türleri arasında “başkeman” diye bir tür bulunmamaktadır!

Bir başka cümle: “..Türkiye’ye geldi. Sanatçı, Devlet Opera ve Balesi’nin sınavını kazanarak bu yaştaki bir sanatçıya kolay kolay nasip olmayacak şekilde “başkemancı” kadrosuyla göreve başladı. Bu unvanı Tayfun Bozok ve Ayşe Karaoğlan ile birlikte taşıyan ‘çiçeği burnunda’ başkemancı, ilk senfonik konserinin ardından ciddi bir sınavın arifesinde…”

Yanlış! Benim bildiğim, değerli müzisyen Aslı Özsoy Körner önce orkestrada 1. Keman grubu üyesi olarak göreve başladı, kadrosu da 1309 sayılı yasa gereği tüm devlet opera çalgıcılarında olduğu gibi “orkestra sanatçısı”dır. Daha sonra, Ayşe Karaoğlan’la birlikte “konzertmeister yardımcısı” olarak görevlendirildi. Zaten, Anadolu Ajansı’nın bir hafta önce aynı imzalarla servise koyduğu haberde de, Körner sadece “kemancı” olarak tanıtılıyor. Opera orkestrasında bir tane başkemancı var, o da şu anda Tayfun Bozok. Konzertmeister yardımcılarının, değişik eserlere servis veren, ayrıca senfonik konserler düzenleyen orkestra etkinliklerinde, rotasyon sonucu zaman zaman başkemancı olarak birinci rahlede oturmaları ise işin tabiatı gereği… Ama haberi yazan konusunda bilgisiz olunca, yeterli araştırmayı da yapmayınca, ortaya “başkeman” örneğinde olduğu gibi “komik”, ya da “kadro” konusunda olduğu gibi “yakışıksız” örnekler çıkabiliyor.

Ve bakıyoruz, AA’nın bu haberini bazı gazeteler, aynı hatalarla bezeli olarak kullanmış. Örneğin “Devletin en genç başkemancısı” başlığıyla, Körner’in “başkemanın yayını eline alacağı” duyuruluyor.12 

Kupürünü kesmeyi ihmal ettiğim için tarihini vurgulayamadığım, Sabah gazetesinin “çelloviyolonsel çalan müzisyen” haberinde olduğu gibi…

Bu konularda en duyarlı olması gereken Cumhuriyet’ten bir örnek. Televizyon haberleriyle ilgili