Beni bu köşeden takip eden okuyucular, sıklıkla Yükseköğretim Kurulu ile Üniversitelerarası Kurul’u kendi mevzuatlarına uymadıkları için eleştirdiğimi bilirler. Bu iki kurulun, kendilerine yazılan yazılara gayriciddi cevaplar vermeleri sebebiyle, gerçekte usulsüzlüklerinin farkında olduklarını, umursamadıklarını ve dahası kanımca, bu usulsüzlüklere bile isteye göz yumduklarını düşündüğümü belirtmiştim.
Şimdi bu konuda anlatacağım gerçek ve üstü ! hikaye sayesinde, YÖK ve ÜAK’da işlerin nasıl yürüdüğünü daha kolay anlayacak ve öğreneceksiniz.
Hikayede asgari başvuru koşullarını sağlayamamış bir adayın nasıl Doçent olduğu anlatılıyor. Belki de burada anlatacağım hikaye, Doçentlik Başvurusu yapıp, asgari koşulları sağlayamayan ve red cevabı alan doçent adayları için de bir yol gösterici olabilir!
Öyle ya bir Hukuk Devletinde mevzuat uygulamaları, kişiye özel olamaz, ya herkesi kapsar ya da hiç kimseyi.
Hikayemizde Doçent olmak isteyen bir adayımız var. 2016 senesinde Güzel Sanatlar Temel Alanı, “Yorumculuk alanından” Doçentlik başvurusu yapmış. Aslında tüm hayatı boyunca sadece Müzik Öğretmenliği öğrenimi almış meslektaşları gibi, Eğitim Bilimleri Temel Alanı’ndan başvurmak yerine, “ben artık profesyonel sanatçılığa terfi etmek istiyorum müzik öğretmeni olmak istemiyorum, isteyenin bir yüzü, istemeyenin iki yüzü kara” demiş ve vermiş başvuru dosyasını ÜAK personelinin güvenli ellerine.
Başvuru dosyasında sadece 12 konser belgesi bulunuyormuş. Şu ev konserleri tarzı küçük salonlarda yapılanlardan. Ama “kime ne ki demiş” adayımız kendi kendine, “mevzuatta hiç bir yerde konser sayısı yazmıyor. Varsa yoksa makale varsa yoksa bildiri. O da bende var, kim karışır gerisine” diyerek teselli eder dururmuş kendini.
Diğer kahramanımız ÜAK ise, her başvuru döneminde doçentlik başvuru koşullarını belirler ve ahaliye ilan edermiş, Güzel Sanatlar Temel Alanı “Yorumculuk Alanı” için asgari şartları şöyle ilan etmiş:
“Yorumculuk: Başvurduğu sanat dalının (ses, şeflik) değişik dönemlerine ait seçkin eserlerinden oluşan solo ve/veya orkestra eşlikli en az iki saatlik müzik kaydını, Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği alanlarında değişik dönemlere ait klasik üslup ve/veya yenilikçi tutarlı teknik ve yorumları kabul edilebilir düzeyde olan en az iki saatlik canlı müzik kaydını, şeflik sanat dalında ise en az dört saatlik senfonik müzik kaydını sunmak (Dalında bulunabildiği takdirde an az 60 dakikası Türk bestecilere ayrılacaktır) [Herhangi bir radyo veya T.V. de yayınlanmış resital ve/veya konserler ile yurtiçinde ve yurt dışında seçkin kurumlarda vermiş olduğu resital ve/veya konserler ile ilgili yayımlanmış kritikler, varsa ödülleri ile ilgili kurumlardan alınmış, görsel, işitsel veya yazılı belgeler jüri üyelerine gönderilecek dosyada yer alacaktır. Ayrıca, seslendirilen eserlerin her biri için yaratı ve yorum içerikleri (tarihsel, düşünsel, estetik, teknik v.b.) hakkındaki sunuş raporu da jüri üyelerine sunulacaktır.”
Kadere bakın ki performans sanatçısı olmak isteyen adayımızın, “seslendirilen eserlerin her biri için yaratı ve yorum içerikleri (tarihsel, düşünsel, estetik, teknik v.b.) hakkındaki sunuş raporu” bulunmuyormuş. “Ne yapacağım ben hiç yaratı ve yorum eğitimi almadım ki nasıl yazarım o raporu” demiş. “Olsun gideyim varayım ÜAK’a, belki orada bulurlar bir çare derdime...” diyerek ÜAK’ın kapısında almış soluğu. Elleri titreye titreye uzatmış doçentlik dosyasını, tam “bende rapor eksik”, diyecekken memur demiş; “işi biten gitsin sıradaki gelsin...” Aday demiş, “oh ne güzel boşuna telaşlanmışım, kimse dosyayı kontrol etmiyormuş kendime boşuna dert yapmışım” diyerek oradan sevinçle uzaklaşmış.
Ama gelin görün ki, adayın dosya aşamasını inceleyecek 5 jüri üyesinden ikisi duruma uyanmış.
A jüri üyesi demiş ki; “Ben burada, seslendirilen eserlerin her biri için yaratı ve yorum içerikleri hakkındaki sunuş raporu’nu göremedim, o zaman aday benim için asgari koşulları sağlayamamıştır” demiş ve SAĞLAMAMIŞTIR kutucuğuna koymuş koca bir çarpı.
B jüri üyesi de duruma uyanmış, ne yaratı raporu var ne de yeterli konser. Ama o da ne, aday, kocasının çalıştığı kurumda yakın bir iş arkadaşı çıkmasın mı? Ne yapacağını şaşıran B jürisi çözümü çok güzel bulmuş ve aynen raporuna şunları yazmış:
“..............bunun yanında, Güzel sanatlar temel alanı, Müzik 401, koşul 42, yorumculuk kısmında belirtilmiş olan başvuru şartlarından, 2 saatlik müzik kaydındaki eserlerin her biri için konulması gereken, yaratı, yorum, içerik, tarihsel, düşünsel ve estetik sunuş raporunun dosyaya eklenmediği ve sunulmadığı görülmüştür.
Adayın, doktora eğitimini tamamladıktan sonraki sanatsal faaliyet ve konserleri ile ilgili çalışmalarının çoğunu, bulunduğu Üniversitede karma konserlerle gerçekleştirmiş olduğu görülmüştür.
Nicelik ve nitelik açısından, Doçent adayı olarak, adayın sanatsal faaliyetlerinin çok daha kapsamlı ve zengin bir repertuvardan oluşması beklenmiş olmasına rağmen, adayın sürekli kendini geliştirme çabasında olduğu gözlenmekte ve doçentlik sözlü sınav için şans verilmesi kanaatindeyim” yazarak çıkmış işin içinden.
B jürisi, bu haliyle “bu adaydan bir şey olmaz” diyemediği için “arkadaş tanıdık ben konuştum söz verdi çok çalışacak ve bizlerin yüzünü kara çıkarmayacak !” duygusuyla asgari koşulları SAĞLAMIŞTIR kutucuğuna koca bir işaret koyup meseleyi kendince halletmiş.
C jürisi dosyayı incelemesinde başvuru şartlarında istenilen raporun yokluğunun farkına bile varmamış. Fakat başka bir şey yapmış, oturmuş hiç üşenmeden adayın CD’ sini dinlemiş ve raporunda bakın ne yapmış:
“...... aday belli ki yorumcu olmayı çok seviyor, ama bu çekilir dert değil. Tavsiyem başka bir iş yapması” düşüncesiyle başvuru şartlarını SAĞLAYAMAMIŞTIR kutucuğunun yanına o da basmış imzayı.
D ve E jürileri için ise hayat çok rahatmış, güllük gülistanlıkmış. Onlar kendilerine yollanan dosyalara bakmazlar, umursamazlarmış. Hiç oralı olmamışlar ne dosya içeriğine ne CD kaydına ve “aferim adaya, oyumuz ondan yana” demişler vermişler oluru. Dosya aşamasını geçen aday sevinçten havalara uçmuş.
Sonuçta aday sözlü sınava girmiş ve sahne üstü performans sanatçısı yorumculuk alanından Doçent olmuş.
Diyeceksiniz ki olumsuz rapor yazan A ve C jürileri sözlü sınavda ne yapmış. “Biz buna olumsuz oy verdik ey jüri siz ne ettiniz” demişler mi ya da dememişler mi bilinmez. Ama olumlu oy vermişler ki adayımız Doçent olmuş, ermiş muradına, boş ver gerisini hiç kurcalama...
Bütün bu işler olurken, olanlardan haberi olan meczup birileri, yazmışlar ÜAK’a göstermişler belgeleri, adayın asgari koşulları sağlayamadığından bahisle itiraz etmişler doçentliğe. Etmişler ama gelen cevap karşısında şoka girmişler, “inceledik baktık, biz takmadık siz de takmayın kafanıza olur öyle şeyler” türünden cevabı görmüşler.
Hikaye de burada bitmiş.
Kıssadan hisse, gördüğünüz gibi YÖK ve ÜAK için mevzuatlar, yeri geldiğinde görmezden gelinebilen, yeri geldiğinde birilerinin önünü kesmek için kullanılan yazılı metinlerden başka bir şey değil.
Gelinen noktada, bırakın liyakati, Devlet Kurumları kendi Kanunlarını bile umursamazken kalkıp liyakatten bahsetmenin değeri de kalmıyor. Bu yüzden eğitimci ve eğitimin kalitesi git gide düşüyor. Sanat Kurumları ile Konservatuvarların araları da bu yüzden git gide açılıyor ve birbirleri ile bağları kopuyor.
Kendi adıma bir tespitte bulunmak istiyorum: YÖK veya ÜAK kurullarında görev alanlar ya da karar verenler, olaylara çok dar bir bakış açısı ile yaklaşıyorlar. Konservatuvarların YÖK’e bağlanmasının üzerinden 30 yıl geçtiği halde karar alıcılar, hala sanat eğitiminin içeriğini, gereklerini, mantığını, uluslararası standartlarını öğrenemediler. Basma kalıp bilgileri ile bu güne kadar sanki Üniversite sistemine bir faydaları olmuş gibi, Konservatuvarların eğitim sistemine müdahale etmeleri kadar anlamsız bir durum olamaz, olursa da işte sonuç yukarıdaki hikaye gibi olur.
YÖK öncesi müzik öğretmenleri Konservatuvarlarda görev alamazken, YÖK’den sonra mevzuatı kötüye kullanarak, eğip bükerek, ünvanlar alıp, kendini Konservatuvar eğitimine layık görenlerin sayısı günümüzde hiç de az değil. Hatta bu gün ülkemizdeki Konservatuvarların ezici çoğunluğundaki öğreticiler arasında konservatuvar mezunu bile bulunmadığını söyleyebiliriz. Ve maalesef bu kurumlar, müzikoloji bilim dalı gibi çalışan ama sanat dalları altında (!), makaleler, bildiriler yazıp, yeterli konser olgunluğu ve tecrübesi bulunmayan ünvanlılarla dolu ve ülkenin sanat hayatına yön verme iddiasındalar.
Konservatuvar eğitimi nedir, ne değildir hiç bir fikirleri olmayanların, hayatlarında hiç konser, bale, opera veya tiyatro temsiline gitmemişlerin, kalkıp ahkam kesmeleri ile bu eğitimde alınacak bir santim yol kalmamıştır.
Doğrusunu anlamak ve öğrenmeye çalışmak yerine, benim dediğim doğru inadıyla yol almak, kimseye yaramadığı gibi içinde bulunduğumuz sanat kurumlarına zarar veriyor ve daha da verecek.
30 yıldır Konservatuvarların bilim adamı yetiştirmediğini, sanatçı yetiştirdiğini, değerlendirme kriterlerinin çok farklı olması gerektiğini biz anlattık, ama onlar anlamadı.
Bu kadar anlamamazlık, inat ve ısrar bir nevi akademik yobazlık değil de nedir ?
SİNAN DİZMEN
14 Ekim 2024, Ankara