Tempolu ve yoğun iş hayatı, bir yerde bıktırıcı rutinler, haftanın hızla gelip geçmesine neden oluyor. Bir anda kendinizi hafta sonu veya hafta başında buluyorsunuz. Öyle de oldu ve yazmayı düşündüğüm Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 21 Şubat konserinden hemen sonra 28 Şubat’ta ikinci konserde kendimi buluverdim. Yıllar sonra ilk kez bir yazıda iki konserden söz etme mecburiyetim ortaya çıktı.
İlk konserimiz 21 Şubat Cuma akşamıydı. Orkestra'nın bu yıl belki de en popüler konser programını içeriyordu. Lyadov “The Enchanted Lake” (Sihirli Göl), Shostakovich 1 Numaralı Viyolonsel Konçertosu, Respighi Roma Çamları ve Ravel’in Bolero’su, biraz önce de söz ettiğim gibi, senenin en renkli programı olarak gecedeki yerini almıştı.
Şef Matthew Coorey ve viyolonsel sanatçısı Santiago Canon Valencia gecenin değerli iki konuğuydu.
Lyadov, İmparatorluk Opera Orkestrası’nın baş şefi olan üvey babası Konstantin Lyadov’dan ilk dersleri alan bir müzisyendi. Müzik dilinin en önemli yaratıcısı Rimsky-Korsakov’du. Lyadov’u biçimleyen ve onu Rus efsaneleri ve masallarına sürükleyen en önemli isimdi.
Nedense orkestralarımızın uzak kaldığı bir bestecidir Lyadov. Opus numarası taşıyan 67, taşımayan 10’u aşkın eseri vardır. En ünlüleri "The Enchanted Lake" ile birlikte "Baba Yaga" ve "Kikimora"dır. Umuyoruz, gelecek konserlerde bestecinin diğer eserlerini de programda görürüz.
Matthew Coorey, Londra’da yaşayan Avustralyalı bir şef. Son derece enerjik, atletik bir yapıya sahip. Salona ilk girişte ünlü Süpermen karakterinin gazeteci kimliğini taşıyan Clark Kent benzerliği dikkat çekti. Büyük bir enerjiyle sahneye ayak bastı, hızla podyuma yöneldi .
Duygulu, senfonik bir masal halindeki “Esrarlı Göl” bestecinin "en sevdiğim eserim" dediği bir yapıttır. Arkadaşına eserle ilgi şunları yazar besteci: “Ne kadar güzel oldu farkında mısın . Berrak, çok sayıda yıldız derinliklerin gizemleri üzerinde geziniyor. Ama her şeyden önemlisi hiç bir yalvarış ve hiçbir şikayet yok, sadece doğa , soğuk, kötücül ve bir peri masalı kadar fantastik. Renklerin değişimini, ışığı, gölgeyi, sürekli değişen durgunluğu ve hareketsiz gibi görüneni hissetmek gerek."
Bir Avustralyalı bunu yansıtabilir miydi? Evet! Kusursuz bir şekilde ifade etti. CSO aynı duyarlılıkla cevap verdi.
Konserin ikinci yarısında mükemmel bir çellist sahnedeydi: Santiago Canon Valencia. Kendisini dinledikçe pırıl pırıl, yumuşacık ve bir o kadar ileri tekniğe sahip bir sanatçı için "Acaba Shostakovich yerine başka bir eser mi tercih etseydi?" diye düşünürken, düşüncelerimde ne kadar yanıldığımı geçen her dakika daha iyi anladım. Daniel Shafran, Rostropovich, Gutman ve hatta Rudin’den dinlemeye alıştığımız kısmen sert köşeli Rus yorumları yerini bir Latin yorumcunun yumuşak anlamlı ifadesine bırakmıştı. Shostakovich’te, adeta bir kamçıyı andıran bölümlerde Valencia’nın sıcak, duygulu ifadelerinin ne kadar etkili olabileceğini gördük. Ankara izleyicisi mükemmel bir çellist dinledi. Sanatçı aynı zamanda workshop da yaparak ülke gençlerine gerekli katkıyı sağladı ve ülkemizden ayrıldı. Daha çok görmeyi arzu ederiz.
Konserin ikinci yarısındaki ilk eser Respighi’nin Roma Çamları idi. Benim için derin bir hayal kırıklığıydı. Respighi ilginç kişiliğe sahip bir bestecidir. Her şeyden önce bir İtalyandır. O da Rimsky-Korsakov öğrencisidir. Orkestrasyon tekniğini hocasından alıp kendi tarzını yaratmıştır. Roma Çamları, yer yer Roma İmparatorluğu’nun keskin, vahşi at sürüşlerini içerse de romantik Akdeniz gecelerinin, deniz ormanlarının duygulu, içten romantik içeriğini oluşturur. Sayın Coorey bu ayrımı yapmadan, sert bir mizaç içerisinde Roma gecelerini, bülbül seslerini, Akdeniz romantizmini yok etti. Tek doğru bölüm, son bölüm olan Appia Yolu Çamları’ndaki Roma lejyonunun yürüyüşüydü.
Gecenin son eseri Ravel’in Bolero’su aslında orkestra şeflerine çok da gereksinim duymadan çalınan, aynı temanın değişik kombinasyonları ile süren, 18 kez tekrar edildiği ve trampetin aynı tempoyu 16 dakika boyunca çaldığı ilginç bir eserdir. Zamanında "16 dakikalık müziksiz müzik" diye ifade edilmiştir. Tema kolay sanılır ama tüm orkestranın büyük bir konsantrasyonla çalması gereken, soluksuz ve hatasız bir yorumu gerektirir. Melodiler giderek izleyicinin kafasında oturduğu için en ufak hata hemen belli olur. Başta trombon olmak üzere tüm enstrümanların adeta belası haline gelen bir eserdir Bolero. Uzun yıllardır ilk kez hatasız olmaya yakın bir yorum izledik. Sanırım eser sonrası en güzel uykuyu trombon sanatçısı Deniz Dişdiş, başarılı yorumundan sonra yaşamıştır.
İKİNCİ KONSER
Bir hafta sonra, 28 Şubat konserinde bu kez artık bizden bir isim olan değerli şef Antonio Pirolli ve tanınmış bir Portekizli piyanist olan Artur Pizarro programda yer alıyordu. Programda, bazı kesimlerce "piyanolu senfoni" olarak nitelendirilen Brahms’ın Birinci Piyano Konçertosu ve Shostakovich’in “At Sineği” film müziği bulunuyordu.
Brahms’ın Birinci Piyano Konçertosu’nun hikayesi, Brahms’ın Robert Schumann ve Clara Schumann ile olan yakın dostluğunun ilerleyen dönemlerde bir trajediyle başka boyutlara dönüşmesi sürecinde gelişmiştir. Robert Schumann’ın intihar girişimi sonrası Brahms hızla morali bozuk olan Clara Schumann’ın yanına gelir ve yakın dostlukları duygusal bir yakınlığa dönüşür. O sıralarda Brahms, Beethoven’ın 9. Senfonisini dinleyip çok etkilenir ve bu etkiden kaynaklanan bir senfoni ya da senfonik taslak olarak yazdığı melodiler ortaya çıkar.
İşte 1. Piyano Konçertosu’nun hikayesi böyle başlar . Schumann’ın hastanede bakıma alınması sonrasında Brahms, piyano için bir eser yazmaya başlar. Ancak öylesine içsel bir tepkiye sahiptir ki, "İki piyano bile benim içimdekini anlatacak güce sahip değil" diyerek senfoni taslakları hazırlar. Bu hazırlıklar, Birinci Piyano Konçertosu’nun ilk notalarıdır. Clara’ya şöyle yazar:
"Dün gece rüyamda ne gördüğümü hayal et. Talihsiz senfonimi bir konçerto yapmak için kullandım ve onu bir konçertoya dönüştürerek çalıyordum..."
İlk bölümün görkemi sonrası ikinci bölümde Brahms’ın Clara’ya olan derin aşkının bir ifadesini görürüz. İkinci bölümü çalışırken Brahms, Clara’ya şunları yazar: "İkinci bölüm adagio olacak. Orada senin şefkatli bir portreni çiziyorum." Clara’ya notaları gönderir. Clara hemen cevap yazar: "Tüm parçanın kiliseye özgü bir yanı var, bu bir ‘eleison’ olabilir”. Bu bölüm, bestecinin o dönem çalıştığı bir Rönesans koro eserinin etkisi altındadır. Eserin bitirişinde ise Brahms, Clara’ya şunları yazar: "Seni sunağa giden bir baş rahibe gibi görüyorum."
Bütün bu mistik romantizmin arkasından gelen son bölüm, Bach etkisi altındaki bir tema ile açılır ve Beethoven’ın 3. Piyano Konçertosu’nun etkisiyle sürüp sona erer. Artur Pizarro’dan bu eseri dinlemek büyük bir şanstı. Kutlanacak bir yorumdu. Hani kaydı olsa, bir kez daha dinlemeyi arzu ederdim. Pizarro-Pirolli ikilisi bu konçertoyu Portekiz’de mutlaka kayda almalı diye düşündüm.
İkinci eser, Shostakovich’in "At Sineği" film müziğiydi. "Gadfly," 1830'lar ve 40'lardaki devrimci karışıklık sırasında İtalya’da geçiyor. Ana karakter, annesinin ölümünden sonra bir Katolik ilahiyat okuluna taşınan genç bir İngiliz olan Arthur Burton’dır. Orada, kendisinin biyolojik babası olduğunu bilmediği koruyucusu ve akıl hocası Montanelli’ye bağlanır. Anlatı, bir devrimciyle ilgilidir – aynı adı taşıyan "Gadfly" – İtalya'nın Avusturyalılara karşı ayaklanmasına katılır. Filmin dayandığı kitap, Sovyetler Birliği'nde oldukça popülerdi ve - yazarı John Leman Riley'nin açıkladığı gibi - organize dinin reddi ve farklı devletlerin tek bir ulusal bayrak altında birleştirilmesi gibi Sovyet temalarıyla uyuşuyordu.
Eser, Shostakovich’in derin, karamsar ve ağdalı senfonilerinin dışındaki duygulu, romantik, keyifli ve neşeli yönünü yansıtan bir karakter gösterisidir. Çok ünlü bölümler vardır; özellikle bir keman ve bir viyolonselin solo çaldığı iki bölüm, eserin vurgu noktalarıdır. Shostakovich’i kusursuz çalmak, onu yorumlamak anlamına gelmez; o duyguyu yaşamak gerekir. Bu yalnızca solo çalanlar için değil, tüm orkestra için de geçerlidir.
AFİŞLERDEKİ EKSİKLİK VE FOTO TERÖRÜ
... Müziği seslendirmek kadar o işi yaparken onu yaşamak da çok önemli. İzleyici olarak bir eserin yorumunu izlerken orkestra sanatçılarını izlediğimizi hatırlatmak isterim.
Gelelim birkaç önemli konuya. El Programını hazırlayan sorumlulara küçük önerilerim olacak, Haftalardır afişlerde, el programlarında bazı eksikler var . Birincisi, gelecek konserlerin tanıtımlarındaki ya unutulmuş ya da bilinçli şekilde uygulana bir eksik, tanıtımda her şey var ama hangi eser olduğu yazılmıyor! Bu, bir süredir devam ediyor. Ne anlamı var bunun? Resimlerden iki örnek veriyorum . Gürer Aykal’ın tanıtımında "Saygun – Yunus Emre" yazmak, Orhun Orhon’un hangi eseri yöneteceğini belirtmek zor olmasa gerek.
Ayrıca lütfen CSO’nun üç sayfa tarihçesini yazmayın artık! Bunun dünyada örneği yok. Eser ve besteci bilgileri izleyici için daha gerekli. Program, biyografilerden ziyade seslendirilen eser bilgileri, besteci bilgileri ile dolu olmalı
Bir diğer konu:
Konser esnasında elinde fotoğraf makinesiyle ortalıkta dolaşan bir kişi var. Tabii sözlerim kendisine değil, belli ki görevlendirilmiş. Konser salonunu, düğün salonu zihniyeti içerisinde yönetemezsiniz. Bunun dünyada bir örneğini bulamazsınız.
Elif Hanım çıkıp anons ediyor: "Lütfen fotoğraf, film çekmeyin" diye. Sonra, elinde RPG-7 roketi gibi bir fotoğraf makinesi ve tripot ile salonda gezen şahıs … Sizler, konser dinleyen insanların konsantrasyonunu ve sanatçının dikkatini bozamazsınız. Buna hakkınız yok. Provalarda girin, çekin. O da çok kısa süreyle… Konserlerde bu, görülmüş bir uygulama değildir.
VEFA ÇİFTÇİOĞLU
3 Mart 2025, Ankara