"Ulusal olsun ama taşralı olmasın”.
Ülkesi Polonya’da olmasını arzu ettiği müzik devrimine atıfta bulunarak 1920 yılında böyle bir başlık atmıştı Karol Szymanowski. "Ulusal müziğimiz Polonez veya Mazurka'nın katılaşmış hayaleti değildir. Sanatımız ve müziğimiz daha ziyade Polonya'da hoş kokulu bir Mayıs gecesinde bülbülün yalnız neşeli kaygısız şarkısıdır” diyordu besteci.
Şekillendirmeye çalıştığı yeni devrimci Polonya müziği anlayışı katı muhafazakârların engelleri ile karşılaşıyordu ama gençler arasında bir idol olarak kabul görüyordu.
1882’de Rus İmparatorluğuna bağlı Kiev valiliği sınırları içindeki Chyhyryn bölgesinde Tymoshivka’da doğdu. Bu bölge eski Polonya sınırları içerisindeydi, şimdi ise Ukrayna topraklarında.
Müzik ve sanat dolu bir evde büyüdü. Baba Stanislaw Korwin-Szymanowski piyanist ve başarılı bir çello ustasıydı. Onun da ilk öğretmeniydi. Beş kardeştiler. En büyükleri Anna çok başarılı bir ressamdı, Feliks piyanist, Zofia usta bir yazar ve dil öğretmeni, Stanislaw ise şarkıcıydı. Böylesine keyifli bir ortamda yetişen Szymanowski çocuk yaştayken ilk bestelerine imza attı. "Golden Peak" onun ilk çocuk operasıydı.
GENÇ POLONYALILAR YAYIN ŞİRKETİ
Eğitimini çok önemli hocalarla yaptı. Eğitimi süresince düşüncelerinde yer alan tek şey çağdaş Polonya müziğinin temellerini atmaktı. Bunun için alışılmışlıkların yıkılması gereğini biliyordu ama muhafazakârların karşısına nasıl dikilebileceğinin de farkındaydı. Düşüncelerini hocalarından Marek Zawirski’ye açtı. Sesini çıkarmadan dinlemişti hocası ve cevabı hafif bir tebessümle verdi. “Umarım geçekleştirebilirsin ama unutma ortodoks (Rusya) ve protestanların (Almanya) arasında Katolik bir ülkede yaşıyoruz”.
İlk yolculuklarından birinde İtalya’ya gitti. Yol arkadaşı kısaltılmış adı “Witkacy” olan Stanislaw Ignacy Witkiewicz’di. Yol boyunca konuşmalarının konusu Polonya müziğinde yapılması gerekenlerdi, atılımın önce gençlerle başlaması gerektiğini söyledi dostuna. Yıl 1905’ di ve döner dönmez “Genç Polonyalı Besteciler Yayın Şirketi”ni Berlin’de kurdu. Yanına aldığı dostları Grzegorz Fitelberg, Ludomir Rozycki ve Apollinary Szelutoy’du. “Genç Polonyalılar” olarak anıldılar. Avrupa’da pek çok konsere imza attılar. Besteci, Almanya ve tekrardan gittiği İtalya seyahati sonunda Viyana’ya yerleşti.
"Ülke müziğinde yeni bir atılım yapmayı düşünüyorsanız önce iyi bir eğitim almalısınız" diyordu. Piyanonun yanısıra pek çok enstrümanın teknik özelliklerini bizzat öğrenerek deneyimlemeye çalıştı. Orkestrasyon derslerini ise her şeyin başı olarak görüyordu. Yazdığı ilk eserler onun düşüncelerine derin saygı duyan müzisyenler tarafından seslendirildi. Bunlardan biri Polonya'nın siyasetçi müzisyeni, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapmış olan Jan Pederewski’ydi. Bu isme daha sonra Polonya'nın piyanodaki unutulmaz ismi Arthur Rubinstein da katıldı
Sanatçı 1930’larda öğrencilik yıllarında ilk uyarıyı aldığı muhafazakâr çevrenin engellemelerine takıldı... Bu engellemeler ve küçük görmeler "Genç Besteciler Grubu"nu asla yıldırmadı. Bildikleri yoldan dönmediler. Besteleri kurdukları şirket tarafından basıldı ve Polonya’da engellense bile Batıda pek çok müzisyen tarafından seslendirildi.
Szymanowski’nin ilerleyen yıllarında gençliğinin idolleri olan Richard Wagner, Richard Strauss ve melodik yazılarına karşın rağmen soyut müzik diline sahip olan Max Reger etkileşimi çok arttı.
Yazdığı eserlerde başarıya ulaşsa da Alman müzik etkisinin varlığı geleneksel yapıya sahip Polonya müzik çevreleri tarafından şiddetle eleştirilidi. Bestelerinin kendi ülkesinde eleştirilirken diğer ülkelerde baştacı edilmesi sanatçıyı olumsuz yönde etkiledi. Szymanowski, Sergei Diaghilev bale topluluğu sayesinde müzikleri ile tanışma şansı yakaladığı Debussy ve Stravinski ile müzik dilini giderek oturtmaya başladı. Empresyonizm ile Doğu ve islam müzik ve kültür birikiminden, egzotizmden yana bir dil oluşturacaktı.
“Polonya eşittir Chopin” algısının yıkılması gerektiğini ve yeni müzik dillerine sahip bestecilerin Polonya kültürünün en önemli sermayesi olduğunu söylüyordu.
PENDERECKİ’NİN GÖRÜŞ VE SAPTAMALARI
Burada ara vererek yıllar önce Antalya’da uzun sürelerle birlik olma şansı yakaladığım Polonya'nın büyük isimlerinden Krzysztof Penderecki'nin Polonya Müziği ve Szymanowski hakkındaki fikirlerini sunmak istiyorum.
Antalya’da bir araya geldiğim, TRT ile ilgili çekimlerde uzun soluklu sohbetler ettiğim Penderecki, ülkesiyle ilgili şu sözleri bana aktarmıştı;
“Avrupa’nın en önemli müzik geleneğine sahip ülkelerinden biriyiz. 10. yüzyıl sonrası başlayan gelişmeler Polonya müziğinin etkileşimden değil kendi iç kaynaklarından çıkardıkları bir ekol haline geldi. Katolik oluşumuzun, kilisenin gücü ve kilise müziğinin derin etkileri çok geniş bir alt yapı oluşturdu bizde. Bu gelişim antik müzik döneminden Barok müzik dönemine taşındı, sonra dünya müziğine Polonezi, Mazurkayı sunduk ve tabii Chopin ‘i…
Chopin tarzında besteciler bir ülkenin sembolü haline gelirler ama diğer taraftan ülke müzik anlayışı ile eşleştiği için yeni müzik oluşumuna geçiş zorluklarla doludur. Chopin’in üzerine çıkmak gerekir, bunu bizde büyük ölçüde Szymanowski gerçekleştirmiştir, ona eşlik eden yeni nesil besteciler de olmuştur. Benim için ( gülerek) aynı şeyi söylüyorlar, dinlenilmesi zor besteciler oluyoruz. Bunun altında yatan en büyük sebep yeni müziği oluştururken bazı geleneklerin yıkılması gereğidir, uygulaması cesaret ister. Biz Polonya müziğinde bunu gerçekleştirdik.”
ÜNLÜ ŞEFİN BESTECİYE AŞKI
Günümüzün ünlü şeflerinden Simon Rattle, Szymanowski müziğinin en büyük destekçilerinden biridir. Şöyle der;
“Szymanowsky hakkında nesnel konuşmam, çünkü âşık birinden nesnellik veya mantık bekleyemezsiniz. Ve zaten Szymanowski’nin müziği söz konusu olduğunda mantık yetersizdir.. Szymanowski ile ilk karşılaşmam yaklaşık onbeş yıl önce gerçekleşti. İngiliz piyanist arkadaşım Paul Crossley ile öğle yemeği yiyordum . Paul tavsiyelerine koşulsuz uyduğum bir adamdı. Sık sık buluşurduk ve önüme bir nota koyar ‘Bir bakmalısın’ derdi. Ama o gece ‘Senin için özel bir şeyim var’ dedi, sonra piyanonun başına oturdu ve bir parçanın bir bölümünü çaldı. Ne olduğunu bilmiyordum ama birkaç notadan sonra heyecanlanmaya başladım. Bu ilk görüşte aşktı. Paul, Stabat Mater’in son bölümünü çalmıştı. Hemen repertuara aldım ve Birmingham Orkestrası’yla sahneye çıktık ama utanarak söyleyebilirim ki koro Latince söyledi.Oysa Lehçe bir hazırlık yapmalıydık. Latince çok zor bir dil. Fince ve Macarcadan daha zor bir dil olduğu söyleniyordu.. Sanırım Polonyalılar Galce bir şarkı söylemeye kalksalardı bizi anlarlardı. Stabat Mater'i gerektiği şekilde hazırlayıp sunduktan sonra sıra benim için onun en büyük eseri olan 3. Senfoni’ye geldi. Aslında bu senfoniyle tanışmamı da sağlayan bir başka Polonyalı besteci Witold Lutoslawski’ydi. Bu eseri duyduktan sonra birkaç hafta trans halinde dolaştığını söyledi . Szymanowski’nin 3. Senfonisi, Lutoslawski’nin besteci olmaya karar vermesine sebep olan bir eserdi”.
DOĞUYA VE MİSTİK KÜLTÜRE YÖNELİŞ
Penderecki ile sohbette Szymanowski'nin 3. Senfoni’de Mevlana’dan yola çıktığı konusu da geçmişti. Penderecki, bestecinin Senfoni olarak tanımladığı eserin, kendi anlayışına göre bir senfoni olmadığını söylüyordu. "Bu eseri 3. Senfoni olarak isimlendiriyoruz ama aslında bu eser, Koro, Solistler ve Orkestra için Senfonik Tablolar’dır”.
Szymanowski’nin sıkıntılı bir gençlik dönemi evini terketmesi, bir süre sonra pek çok anısını taşıyan evin tamamen yanması, piyanosunun göle atılması ve silinen çocukluk anıları, ayak sakatlığından ötürü askere alınmayıp bir tür inzivaya çekilmesi pek çok travmayı bir arada yaşamasına sebep oldu.
Tüm projeleri ve Polonya müziğinin yeniden yapılanması projeleri Konservatuar Müdürlüğü ve Devlet Akademisi rektörlüğü tarafından geri çevrilince, Szymanowski sağlık sorunlarının yanında ciddi psikolojik sorunları da birlikte yaşamaya başladı.
Bu ortam içerisinde Szymanowski sıradışı bir yaşam sürmeye başladı. Her ne kadar eserleri müzisyenler tarafından kabul görüp beğenilse de iç bunalımları onu Doğu mistisizmine ve oryantal kültürü araştırmaya yöneltti.
Bestecinin yoğun şekilde bestelemeye yönelmesi 1914-1918 büyük savaşın dönemine rastlar. Bacağındaki sakatık yüzünden askere alınmayınca evine kapanır. Bu süre savaş öncesi derlemeleri, mistisizm ve kendisinin yazmayı düşündüğü kitabı "Efebos" a zaman ayrırmasına vesile olur. Szymanowski'nin Doğu kültürünün yanısıra Antik Yunan kültürü üzerindeki çalışmalarıda bu kültüre yönelik pek çok eserin doğmasına sebep olur. İşte, bu dönem eserlerinden biridir 3. Senfonisi.
MEVLANA’NIN SÖZLERİYLE 3. SENFONİ
Sanatçının gerek mesleki birikimleri gerek ruhsal durumu ve mistik düşünceleri 3. Senfonisinde vücut bulmuştur. Yaşananlar onu Mevlana Celaleddin- i Rumi’ye ve ünlü mistiğin sözlerini kullandığı 3. Senfoni’si “The Song of Night/ Gecenin Şarkısı”na yöneltmiştir.
Almancadan Lehçeye çevrilen Mevlana’nın sözleri İkinci Divan’a aittir. Besteci eseri annesi Anna Szymanowska’ya armağan etmiştir.Besteci "Gecenin Şarkısı"’nın ilk notalarının planlamasını 1914’ün ikinci yarısında Tymoszowka’da yapmıştır. Eser 1916 yılında tamamlanmıştır. Eser, Mevlana'nın açık bir havada, gece vakti uzaya, aşka ve evrene yönelerek yazdığı şiirle, evrene dostluğa ve Allah’a yönelik övgülerle doludur. Mevlana’nın sözleri her ne kadar Allah’ı, dostluğu ve evreni betimlese de rubailerinin çoğunda görüldüğü üzere barış ve kardeşlik vurgusu da ana fikri oluşturur.
“O niespij,druhunocytej” ( Ah uyuma dostum bu gece) ve devam eder: “ Sen Ruh’sun Uykuyu gözlerinden uzaklaştır. Sır ortaya çıkacak bu akşam. Sen göklerdeki Jüpitersin. Bu gece göklerdeki yıldızların arasında yürüyorsun. Bu gecenin kahramanı sizin ruhunuzdur.”
Ve final vurgusu derin bir mistisizm içerir:
“Bu gece dilsizim ama konuşuyorum “
Eserde Doğu müziğinin esintileri de vardır, bazı bölümlerde rast ve saba makamlarından örnekler duyarız.
Araştırmacı yazar Tadeusz Zielinski eserle ilgili şunları yazar ;
“İfade ettiği felsefik içeriğinin yanısıra, 3. Senfoni teknik açıdan da yenilikler gösterir. Bu eserde Szymanowski'nin yer yer Ravel ve Stravinsky den daha cesaretli, ince ve sofistike bir müziğe imza attığını görürüz.”
Eser Penderecki’nin de dediği gibi aslında bir senfonik şiir veya senfonik taslaklar olarak da düşünülebilir, kendi içinde üçe ayrılmış tek bölümlü bir yapıya sahiptir. İlk bölüm tenor solo, koro ve orkestra için bir davet niteliğindedir. Daha sonra oryantal motifli bir dans ve çeşitlemeler duyarız, bu bölüm bir scherzo’ dur. Son bölüm adagio tarzında Evrenin, Tanrının gizemine bir övgüdür.
Eser aynı zamanda solo ve koro olmadan da sunulabilecek yapıdadır. Bu şekilde birkaç kez seslendirilmiş ama daha sonra bu tarz terkedilmiştir.
Benzerleri içerisinde Wagner’in Tristan’ı, Scriabin’in The Poem Ecstasy ve Messiaen’ın “Turangalila”sı ile karşılaştırılabilecek kaliteye sahiptir.
FARSÇA YAZSAM BİLE ASLIM TÜRKTÜR.
Dokunulması gerekli olan bir konuyu da bu vesile ile el almak istiyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi Batı kaynaklarında izlerseniz önümüze her zaman İranlı ve Pers sufi olarak bilgi akışı gelir. Halâ tartışılmakta olan Mevlana’nın kökeniyle ilgili ülkemizde de çeşitli araştırmalar yapılmıştır .
Bugün Mevlâna birçok ülke tarafından paylaşılamamaktadır. Farsça yazdı diye İranlılar onu bir İranlı, Belh’de doğdu ve bu yer şimdi Afganistan’da diye onu bir Afganlı, babası Tacikistan’ın Vahş şehrinde ders verdiği için onu bir Tacik olarak kabul edenlerin sayısı hayli fazladır.
Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dili Farsça idi. Yani devlet Türk, dili Farsça idi. Bu gelenek, bilindiği gibi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe’yi resmî dil ilân ettiği 1277 yılına kadar devam etti. Hattâ o dönemlerde toplumda üç dil birden konuşuluyordu. Şairler Farsça, ulema Arapça, köylüler de Türkçe konuşuyordu. Bir şair olarak Mevlâna içinde yaşadığı toplumun geleneği olarak Farsça yazmıştır.
Mevlâna ailesinin evinde konuştuğu dil, Belh’te konuşulan Türkçe’ydi. Bu Dil, Harezm bölgesinin dili olan Harezm Türkçesi veya Hakanîye Lehçesi, bir diğer ifadeyle Kaşgar veya Doğu Türkçesi idi. Bu Türkçe’nin, Anadolu Türkçesi yani Oğuzca veya Türkmence ile yapı ve vurgu bakımından önemli farklılıkları vardı. Bu nedenle bu dili Horasan’dan göçenlerin dışında pek kimse anlamazdı.
Mevlâna’nın şiir dili her ne kadar Farsça olsa da, onun Türkçe şiirleri de vardır. Bunlar beyitler veya rubailer halinde veya mülemma tarzında olan Hakanî lehçesiyle yazdığı şiirlerdir. Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in Türkçe şiirleri üzerine incelemeler de yapılmıştır. Necip Asım, Veled İzbudak, Martinovitz, Şerafettin Yaltkaya, Sadettin Nüzhet, Mecdud Mansuroğlu ve Yakup Şafak’ı öncelikle sayabiliriz.
Mevlana'nın bir rubaisi vardır ki tartışmaları kesip atar;
“Biganemeğiridmerâzinkûyem
Der kûy-u şumahâne-i hodmîcuyem
Düşmen neyem her çend ki düşmen rûyem
AslemTürkesteğerçi Hindûgûyem”
*
"Beni bu beldede yabancı saymayın.
Sizin beldenizde ben evimi arıyorum.
Her ne kadar düşman görünüşlüysem de düşman değilim.
Farsça yazsam bile aslım Türk’tür".
Bu rubaisinden açık ve seçik anlaşılıyor ki, kendisi aslen Türk’tür. Hindû dediği, Hint-Avrupa dil kuşağına mensup Sanskritçenin bir lehçesi olan Lisan-ı Pehlevi yani klasik Farsça’dır. Dolayısıyla Farsça yazsam bile aslım Türk’tür diyerek hem çağdaşlarına hem de bugün onu milliyetsiz bırakan zihniyete, hem de onu farklı milliyetlere yamamak isteyenlere gerekli cevabı vermiştir.
VEFA ÇİFTÇİOĞLU
16 Ekim 2024, Ankara
KAYNAKÇA:
-USC Polish Music Center
-Dziedzictwo Muziyki Polskiej
-The Music of Szymanowski- Jim Samson
-Szymanowski on music- Alistair Wightman
-Mevlana'nın Milliyeti- İsmail Yakıt