Görkemli eserler ortaya koyan büyük bestecilerin ilk senfonileri her zaman mercek altına alınır. Beethoven’ın 1. Senfonisi, Haydn sonrası kendi müziğine attığı ilk adımlardan biri olarak kabul edilir ve bu yönüyle farklı bir yere sahiptir. Bir senfoniden öte, Beethoven’ın geçmişi ve geleceği arasında önemli bir köprü niteliği taşır. Bruckner’in 0-00 ve 1. Senfonileri de onun büyük yapıtlarına giden yol haritasını ortaya koyar. Benzer şekilde, Haydn’ın ilk senfonileri yaklaşık 25 kişilik orkestralar için yazılmış olup, kimilerine göre senfoni formunun deneysel çalışmaları, kimilerine göre ise Haydn’ın bu türe giderek ısınmasının ilk işaretleridir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Ancak Gustav Mahler ( 1860-1911) için durum biraz farklıdır. Bugün 1. Senfoni olarak bildiğimiz eser, ilk yıllarında bir senfoni olarak değil, beş bölümlü bir senfonik şiir olarak tasarlanmış ve bu şekilde yayımlanmıştır
Mahler’in yakın dostu Natalie Bauer-Lechner, bestecinin 1. Senfoni’yi 1888’in baharında yazıp bitirdiğini belirtse de, araştırmalar eserin temellerinin çok daha öncesine dayandığını göstermektedir. Mahler’in daha önce yazdığı temalar ve küçük ölçekli eserlerin, 1. Senfoni’de bütünleşmeye başladığı düşünülmektedir.
Senfoninin beste sürecine ilişkin çelişkili bilgiler bulunmasına rağmen, çoğu kaynak Mahler’in eserin büyük kısmını 20 Ocak - Mart 1888 arasında yoğun bir yaratıcılık dönemi içinde tamamladığını öne sürer. Bauer-Lechner, Mahler’in Leipzig’de altı hafta içinde, şeflik ve prova yapmadığı anlarda bestelediğini aktarır:
“Sabah kalktığı andan itibaren saat 10’a kadar, akşamları ise müsait olduğu her zaman çalıştı.”
Mahler, arkadaşı Fritz Löhr’e yazdığı bir mektupta bu süreci şu sözlerle doğrular:
“İçimden bir dağ nehri gibi aktıkça öylesine bunaltıcı hale geldi ki!… Altı hafta boyunca önümde sadece masam vardı!”
Eserin “Titan” adını alması, Mahler’in Jean Paul’un aynı adlı romanından ilham almasından kaynaklanır. Josef B. Foerster, Mahler’in Jean Paul’un eserlerini okurken edindiği izlenimlerden büyük ölçüde etkilendiğini ve bu nedenle senfoniye “Titan” başlığını eklediğini öne sürmüştür. Hatta Mahler’in, Hamburg ve Weimar’daki konserler için de bu başlığı kullanmasının sebebinin, Jean Paul’un eserlerinin o dönemdeki dinleyicilere tanıdık gelmesi olduğunu belirtir.
Ancak Natalie Bauer-Lechner, bu görüşe karşı çıkar ve Mahler’in aslında kahramansı bir figürü anlatmak istediğini vurgular:
“Onun aklında olan şey, sadece güçlü, kahraman bir insandı; yaşayan ve acı çeken, kaderle mücadele eden ve ona yenik düşen bir insandı. Bu duygu ve düşünceler, daha yüksek bir çözümle ancak 2. Senfoni’de ortaya çıkar.”
Mahler’in 1. Senfoni’si, beş bölümlü formuyla ilk kez Kasım 1889’da Budapeşte’de Vigadó Konser Salonu’nda seslendirildi. Eser, afişlerde “iki bölüme ayrılmış bir senfonik şiir” olarak tanıtıldı.
Ne var ki konser, büyük bir fiyasko ile sonuçlandı. Mahler, bu başarısızlık karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşadı ve duygularını şu sözlerle dile getirdi: “Kendimi dışlanmış hissediyorum, bütün dostlarım benden uzaklaştı.”
Bu başarısızlığın en büyük sebebi, Mahler’in eseri detaylı bir programla sunmamasıydı. Dinleyiciler, eserin anlamını kendi başlarına keşfetmek zorunda kalmış ve farklı bölümler arasındaki keskin kontrastlar, özellikle “Blumine” bölümünün içe dönük ve problemli tonalitesi nedeniyle izleyici ve eleştirmenler tarafından dışlanmıştır.
Mahler, bu hayal kırıklığının ardından senfoniyi üç yıl boyunca kütüphanesinde sakladı. Daha sonra eseri gözden geçirmeye karar verdi ve Hamburg’daki ikinci versiyonunda “Titan” başlığını ekleyerek Blumine bölümünü çıkardı. Bu versiyon, büyük bir başarı olmasa da ilk seslendirilişe kıyasla daha olumlu karşılandı.
Son olarak Mahler, 1896 yılında eseri dört bölümlü “Re Majör Senfoni” olarak Berlin’de sundu ve eser bu kez tam anlamıyla bir başarıya ulaştı. Bu versiyonun ardından Mahler, Titan başlığını tamamen kaldırdı ve Blumine bölümünü bir daha esere dahil etmedi. Hatta Blumine’nin notalarının yok edilmesini bile düşündü. Ancak dostları bu bölümü ondan “kaçırarak” sakladı ve Mahler’in ölümünden sonra bağımsız bir eser olarak seslendirildi.
Günümüzde Blumine bölümü zaman zaman konserlerde ve kayıtlarında yer alsa da, genellikle bağımsız bir eser olarak sunulur. Bu nedenle, 1. Senfoni’nin Titan adıyla ve Blumine bölümüyle icra edilmesi, Mahler’in eser üzerindeki nihai kararlarının göz ardı edilmesi olarak değerlendirilir.
Senfoninin Bölümleri
1. Bölüm: Tam anlamıyla doğanın uyanışını betimler. Orta Avrupa kırlarının baharla birlikte uyanışını, guguk kuşlarını ve akan nehirleri duyarız. Mahler uzmanları, bu pastoral anlatımın zamanla insan ruhunun uyanışı ve Tanrı’ya yönelişin ilk ifadesi olarak da düşünülebileceğini belirtmişlerdir.
2. Bölüm: Sert, neşeli, hareketli ve uçarıdır. Dünyayı umursamayan bir gençliğin ifadesidir. La Majör tonalitesinde yazılmış scherzo formundadır ve Avusturya’nın geleneksel halk danslarından Ländler ritmiyle bestelenmiştir. Mahler’in 1880’de bestelediği “Hans und Grete” adlı şarkısına gönderme yaparak bir köylü dansının canlılığını yansıtır.
3. bölüm eseri en tanınan bölümüdür Frere Jacques isimli ünlü bir tema üzerine kuruludur. Bölüm Cenaze Alayı başlığını taşır. Mahler’in ifadesiyle bir avcının cenazesi kaldırılır.
Hikaye orman hayvanlarının gözünden anlatılır ve şakacı bir karakterle yazılmıştır. Cenaze alayı insanlardan değil, ayı, tilki, tavşan, kurt, turna ve keklik, şarkı kuşları gibi vahşi hayvanlardan oluşan bir avcının cenaze törenini anlatır. Hayvanlar bu durumdan büyük bir keyif alıyor gibi görünmektedir; tavşanlar pankartlar tutarak alayı yönetir ve tüm hayvanlar tarafından müzik söylenir, müzikli kediler ve bir grup Bohem müzisyen eşlik eder.
4. bölüm Duraksamadan, bir zil sesi dördüncü bölümün açılışını duyurur, "Dall' Inferno al Paradisio . . ." derinden yaralanmış bir kalbin ani çığlığını ifade eder. Ölümün şakacı ifadesinden çıkıp büyük bir gerçek olduğunu vurgular Dramatik karşıtlıklar ve orkestrasyon sihirbazlığıyla dolu olan bu bölüm kendi temalarına sahiptir. Bölüm önceki bölümlerden gelen temaları da hatırlatır.
Bu görkemli eser, 7 Şubat akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası tarafından, Cemi’i Can Deliorman yönetiminde seslendirildi.
Gecenin tek eseri Mahler’in 1. Senfonisi idi. Tek bir eser seslendirileceği için “Blumine” bölümünün de programa dahil edileceğini ve dinleyiciye senfoninin hikâyesinin detaylı bir program notuyla sunulacağını düşünmüştüm. Ancak ikisi de gerçekleşmedi; eser dört bölüm olarak icra edildi.
Cemi’i Can Deliorman, büyük eserlere karşı derin ilgisi olan ve bu eserlere iddialı yaklaşan genç kuşak şeflerimizden biri. Görünen o ki, “Büyük şefler büyük eserlerle doğar” düşüncesini ilke edinmiş. Konserin tek eserlik bir programdan oluşması, ona Mahler’in müziğine tam anlamıyla odaklanma fırsatı vermiş. Bu yoğun konsantrasyon ve hazırlık süreci, eser boyunca orkestraya yansıttığı enerjiyle net bir şekilde hissedildi.
Birinci bölüm, pastoral karakteriyle doğanın uyanışını yansıtan dingin ve sakin bir giriş sundu. İlk anlarda hafif bir tedirginlik hissedilse de, bölüm ilerledikçe güvenli ve oturmuş bir yorum ortaya çıktı.
ikinci bölüm (scherzo), neşeli, kıvrak ve çocukça bir enerjiyle sahnelendi. Genç bir şef ve genç müzisyenlerden oluşan bir orkestranın coşkusu, bu bölümde kendini açıkça belli etti.
Üçüncü bölümdeki kontrbas solosu, Mahler’in mizahi dünyasının önemli bir parçasıdır. Orkestralar ve şefler bu bölümü farklı şekillerde yorumlar: Kimi şefler bu cenaze marşını mizahi bir hava içinde sunarken, kimileri ise daha akademik ve ciddi bir yaklaşım sergiler. Deliorman ve CSO’nun tercihi, mizahi bir anlatımdan yana oldu.
Son bölüm, Mahler’in “Yaralı bir kalbin çığlığı” olarak tanımladığı dramatik ve güçlü bir kapanıştı. Liszt’in Dante Senfonisi ile kıyaslanan bu patlayıcı final, Deliorman ve CSO tarafından etkileyici bir dramatik anlayışla yorumlandı. Mahler’in anlatımına sadık kalınarak sunulan bu bölüm, konserin en güçlü anlarından biri oldu.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, oturmuş ve bir ekol oluşturmuş bir topluluk değil. Orkestra, yeni alınan genç müzisyenlerle bir oturma sürecinden geçiyor. Bu noktada orkestranın birinci şefi Cemi’i Can Deliorman’a büyük bir sorumluluk düşüyor. Ancak bu konserde de gördük ki, CSO’nun önü açık.
Bir eleştirmenin dediği gibi: “İyi bir orkestra, yeri geldiğinde şef kötü de olsa kendini otomatik pilota alabilecek ustalığa ulaşmalıdır.”
CSO, böyle bir seviyeye ulaşabilir. Ancak bunun için iç dinamiklerini harekete geçirecek, istikrarlı ve güvenilir bir sürece ihtiyacı var. Peki, bu süreç nasıl sağlanır?
Daha önce hem Deliorman’la hem de orkestra yönetimiyle yaptığım konuşmalarda, neler yapılması gerektiği konusunda doğru teşhislerle karşılaşmıştım. Şimdi ise bu teşhislerin uygulamaya geçme zamanı.
Bu konseri dinlerken aklımdan geçen en önemli düşünce, artık orkestramızın kayıtlarla dünyaya açılması gerektiğiydi. Gereksiz ve etkisiz yurt dışı turneler yerine, orkestra büyük festivallere ve kültür başkentlerine gitmeli. Bunun yanı sıra, müzisyen maaşlarının hızla düzenlenmesi elbette önemli, ancak sanatsal başarının gelire endekslenmeyen bir olgu olduğu da anlaşılmalı.
Şunu düşündüm: Bu Mahler yorumunun uluslararası düzeyde bir plak firması tarafından kayda alınıp dünyaya sunulmasını engelleyen ne olabilir?
Sanatçının maddi ve manevi doygunluğu, uluslararası alanda güçlü bir sanat propagandasının temelidir. Her yıl milyonlarca lira turizm ve kültür propagandasına harcanırken, 200-300 dolarlık bir telif ücreti ödenmediği için seslendirilmeyen eserlerle karşı karşıya kalmak, üstelik bunun Cumhurbaşkanlığı adını taşıyan bir orkestraya yaşatılması, derin bir hayal kırıklığı yaratıyor.
CSO, çok daha büyük başarılara imza atabilecek potansiyele sahip. Tek ihtiyacı olan şey, bu potansiyeli ortaya çıkaracak doğru adımları atmak ve küresel bir vizyon benimsemek.
VEFA ÇİFTÇİOĞLU
14 Şubat 2025, Ankara