Kasım ayı sonunda Sayın Prof. Dr. Ahmet Fevzi’nin nazik daveti vesilesiyle MÜZDAK Başkanı ve İTÜ-TMDK Dr. Öğretim Üyesi Göktan Ay'ın, düzenlediği "Türk Müzik Kültüründe Kurumsallaşma Ve İcra-Terminoloji-Metot-Sistem Sorunlarının Çözüm Yolları Uluslararası Sempozyumuna" konuşmacı olarak davet edildim.
Konu Müzikte Kurumsallaşma olunca elbette Konservatuvarlardan bahsetmemek mümkün değildi. Bu yüzden “YÜKSEKÖĞRETİM KURULU SONRASI KONSERVATUVARLARDA KURUMSAL KÜLTÜR KAYBI” başlıklı bir konuşma hazırladım. Çünkü bana göre 1980 sonrası YÖK’e bağlanan Konservatuvarlar, yapısal ve kurumsal kültür anlamında çok büyük bir erozyona uğramış veya uğratılmıştır.
Ancak sempozyumda diğer konuşmaların uzaması sebebiyle, bana ayrılan süre kısaldı ve elbette konuşmam eksik kaldı.
O zaman bu köşeden biraz da özetleyerek, ülkemizde Konservatuvarların nasıl kurumsalkimlik kaybına uğratıldığına değinmek istiyorum. Bu konunun önemli olduğunu,Konservatuvarların 1936 kuruluş ayarlarına geri dönmesi gerektiğini düşünüyorum.
Adım adım gidelim.
Konservatuvar ne demektir ?
Konservatuvar isminin, “konservatif” ya da “konserve” eden yani tutucu gelenekçi bir yapıyı çağrıştırdığı düşünülse de kelimenin gerçek kökeninin İtalyanca olduğu, “conservare" kelimesinden türediği ve İtalyanca sözlük “Garzanti Linguistica" da etimolojik açıdan; 16. yüzyılda, yetim çocuklara bakan ve bakımları sırasında müzik eğitimine büyük önem verilen Napoliten enstitülerine verildiğini görüyoruz.
Ünlü besteci A. Vivaldi’de yukarıda açıklanan ve enstitü diye adlandırılan “Ospedale della Pietà” adında bir kızlar yetimhanesinde keman öğretmenliği yapmış, hatta bestecinin “dört mevsim” diye adlandırılan, gerçekte 4 farklı keman konçertosunun bir araya getirilmesiyle oluşturulan eserini, bu yetimhanede görev yaptığı dönemde bestelediği tahmin edilmektedir.
Fransız Larousse’ a göre Konservatuvar kelimesi Fransızcaya 18. yy da girmiş ve “Bir sanatın geleneklerinin “korunduğu” kuruluş anlamında kullanılmaktadır.
Alman Musik Geschichte und Gegenwart’a göre “Müziğin her dalının öğretildiği, ancak farklı seviyede sınıflara, yalnızca yarışmalı sınavlarla erişilebilen eğitim kurumu” şeklinde açıklanmaktadır.
Zaman içinde anlamın, yetimhanede müzik dersi verilen kurumdan, müziğin her dalının öğretildiği ve sınavla girilebilen eğitim kurumu haline evrildiği aşikardır.
Kurumsal Kültür nedir ?
Bir kurumun en önemli yapı taşları arasında gösterilen kurum kültürü, yazılı kurallar yerine direkt yöneticileri, çalışanları, kurumun dününü, bugününü ve geleceğini kapsayan yazılı ve uygulanması zorunlu kurallar yerine, kurumun vizyonu ve misyonu yönünde kurum içi dinamikleri etkileyen alışkanlıklar bütünü daha doğrusu kurum içi yaşam şeklidir.
Klasik Batı Müziği anlamında ilk kurumsal kimlik yapısına 1936 yılında kavuşan Konservatuvarlar, önce Milli Eğitim Bakanlığına sonra Kültür Bakanlığına son olarak,1982 yılında Yükseköğretim Kanuna göre Üniversitelere bağlanmıştır.
Bunun sonucunda en büyük kurumsal kimlik kaybını, 1940 yılında çıkarılan 3829 sayılı “Devlet Konservatuvarı Hakkında Kanun"da belirtilen haklarını kaybedip, bir gecede üniversite sistemini baz alan ve pek çok eksiği olan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa geçerek yaşamıştır. Devamında Konservatuvarlar, bağlı oldukları Üniversiteler tarafından hiç alışık olmadıkları Yazıya dayalı, akademik sisteme adapte edilmeye çalışılmış, bir sanat kurumu olarak, kendi kararlarını kendi içinde alması gerekirken, sanat eğitimine yönelik kararlar, Üniversite senatoları veya Rektörler tarafından alınmaktadır.
Konservatuvar eğitim ve yapısını, sanat dallarından oluşturup, bilim dalı kıstasları ile değerlendiren YÖK, Üniversitelerarası Kurul ve üniversiteler, neden oldukları kurumsal erozyonun sonuçlarını asla umursamamaktadırlar.
YÖK’den önce, konservatuvarlarda, Doktor Öğretim Üyesi, Doçentlik ve Profesörlük gibi akademik ünvanlar bilinmezken, bu ünvanları elde etmek isteyen ve konservatuvarda görev almak isteyen sanatçı öğretim elemanlarından makale, bildiri, poster sunumu gibi sanatsal çalışmalara en ufak katkısı olmayan değerlendirme kriterleri istenilmeye başlanmıştır.
Bunun sonucunda sanat kurumları ile konservatuvarlar arasında ciddi anlamda kopukluklar meydana gelmiş, Devlet sanat kurumlarına yıllarını veren tecrübeli sanatçıların, değerlendirme kriterlerinin bilimsel çerçevede yapılması nedeniyle mezun oldukları konservatuvarlara eğitimci olarak baş vurmalarının önüne geçilmiştir.
Önüne geçilmiştir diyorum çünkü, ne YÖK ne de Üniversiteler “Devlet Sanat Kurumlarında” çalışan sanatçıların konservatuvarlarda öğretim elemanı olarak görev yapabilmesine olanak sağlayan 2914 saylı Yükseköğretim Personel Kanununun 15. Maddesinİ yok saymaktalar.
Bu madde “Devlet Konservatuvarlarının Öğretim Elemanları” ara başlığını taşımaktadır.
“Yükseköğretim kurumlarının 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun değişik ek geçici 16. maddesinde unvanları belirtilen personeli, Yükseköğretim Kurulunun onayı ile sözleşmeli olarak istihdam edilebilir. Bu elemanların sözleşme esasları, bunlara ödenebilecek ücretin üst sınırları ve sağlanacak sosyal yardımlar ile diğer mali haklar; Cumhurbaşkanınca kararlaştırılır.”
Bu arada kısa bir açıklama: ek geçici 16 sayılı madde, devlet sanat kurumlarında görev alan tüm sanatçı kadrolarını tek tek tarif etmektedir.
Görüldüğü gibi kanunen devlet sanat kurumlarının tecrübeli sanatçıları rahatlıkla konservatuvarlarda istihdam edilebilecekken, bu madde yok sayılmakta, yapılan başvurular önce üniversite senatoları, olmazsa YÖK, o da olmazsa YÖK’ün talebi ile Maliye Bakanlığınca red edilmektedir.
Sonuçta Konservatuvarların Üniversitelere bağlanması sonucunda en başta Bale Sanat Dalı olmak üzere bütün sanat dalları, tecrübeli, yıllarını bu mesleğe vermiş devlet sanat kurumları sanatçılarından faydalanamamakta, bunun sonucunda da kaliteli öğretimden uzaklaşmaktadır.
İlk örneği bale alanından verelim. Zaten performans süresi kısa olan bir bale sanatçısı, akademide kalmayı asla istemez. Balerin ya da balet, öncelikle sanatını sahnede sergilemek, dans etmek ister. Eğer dans etmek yerine akademide kalırsa ne olur ? Örneğin Üniversitelerarası Kurulun Doçentlik Başvuru Şartlarında yazılanlara bakalım:
Birinci ve ikinci maddelere göre Devlet Opera ve Balesinde solist sanatçı olup makale mi yazacaksınız, yoksa akademide kalıp seçkin kurumlarda en az iki eserde başrol mü oynayacaksınız ?? Nasıl olacak bu ?? Orkestraları olan Üniversiteler var, ama opera Balesi olan üniversiteler yok ülkemizde...
Diğer yandan sadece iki eserde başrol oynamak, bale sanatını öğretmek için yeterli midir? Bunu tartışmaya gerek var mıdır bilmiyorum....
Bu şekilde Balede sanat dalında iki eserle mi profesör olunacak bu yeterli midir ?
Aynı durum ikinci örneğimiz opera alanı içinde geçerlidir. Yine ÜAK’ın Doçentlik kriterlerine bakalım:
Aynı sorun burada da görülmekte, önce makale yazılacak, sonra opera solisti olunacak.
Ayrıca balerinin yazdığı makale 5 puan ama opera solistinin yazdığı 20 puan !!
Balerin seçkin kurumlarda en az iki solo rol oynayacak, 50 puan alacak, opera solisti seçkin olsun olmasın (çünkü belirtilmemiş) bir kurumda opera solisti olacak, 60 puan.
Bu kriterler sebebiyle konservatuvarlar sahne tozu yutmamış şan hocaları ile dolmaya devam etmekte.
Değerlendirme kriterleri böyle anlamsız olunca, acaba bilim adamı akademisyenler,konservatuvar alanına karışmasalar, sadece kendi bilim alanlarını nasıl istiyorlarsa öyle değerlendirseler daha iyi olacak diye düşünüyorum.
Bu ve buna benzer sıkıntılar diğer sanat dalları için de geçerli. Örneğin Eğitim Bilimleri Fakültesi Doktoralı mezunların, Konservatuvarlarda öğretim üyesi olarak istihdam edilmeleri.
Halbuki 2547 sayılı Kanunun Doktor Öğretim Üyeliğinde ve Doçentlik başvurularında aradığı şart çok net:
“ Doktor öğretim üyeliğine ve Doçentliğe atanabilmek için, doktora ile tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık unvanını veya Üniversitelerarası Kurulun önerisi üzerine Yükseköğretim Kurulunca tespit edilen belli sanat dallarının birinde yeterlik kazanmış olmak gerekir.”
Yani bir sanat dalında, sanatta yeterlik diploması olmayanlar, kanunen doktora diploması ile,bu iki ünvana başvuramazlar.
Ama biliyoruz ki hala ÜAK ve Üniversiteler, Doktora diploması olanları, Konservatuvar sanat dallarında hukuk dışı olarak istihdam ediyor. Sanatsal performans yapamayan, yeterlik sınavlarını kazanamayan veya kazansa da veremeyen, bu yüzden yazı-çizi ile alınan doktora diplomalarıyla, YÖK’ün ve üniversitelerin de çanak tutmasıyla, konservatuvarlarda eğitim seviyesini çok ciddi olarak düşürmektedirler.
Bu durum, hem YÖK’ün, hem de Üniversitelerin sanat ve sanat eğitimi konusunda en ufak bir fikre dahi sahip olmadıklarını, dahası yapılan sanat eğitimi kesinlikle önemsemediklerini göstermektedir.
Bunun sonucunda, bir çok konservatuvarda ( kendi çalıştığım Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı da dahil olmak üzere) istihdam edilen doktoralı öğretim elemanları, Müzik ve Sahne Sanatları alanında eğitim almadıkları için, Devlet Sanat Kurumlarına sanatçı memur olarak başvuru bile yapamayacakken, bu kurumlara sanatçı adayları yetiştiriyorlar. Yetişiyor mu; o da gelecek yazıda...