Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan emekliye ayrılmak üzere dilekçesini veren tanınmış bestecimiz Turgay Erdener'in (d.1957) İKSV'nin siparişi üzerine Beethoven'in 250. doğumgünü için bestelediği "Pastorale Alla Turca" başlıklı yeni eseri, 48. İstanbul Müzik Festivali kapsamında 27 Eylül Pazar günü saat 20.00'de online.iksv.org adresinden izlenebilecek. Bu gösterim, bir yönüyle eserin “çevrimiçi prömiyeri” olacak.
Turgay Erdener, Beethoven'ın "Pastoral" senfonisi ile Beethoven döneminde yaşamış Osmanlı bestecilerinin eserlerinden seçtiği temaları harmanlayarak geleneksel ve klasik batı müziği çalgılarını bir arada kullandığı bir dokuzlu yazdı.
Tekfur Sarayı avlusunda kaydedilen eseri Derya Türkan (klasik kemençe), Yurdal Tokcan (ud), Serkan Mesut Halili (kanun) Aykut Köselerli (vurmalı çalgılar), Kağan Yıldız (kontrbas ve Semplice Quartet (iki keman, bir viyola ve bir çello) seslendirdiler. Batı çalgıları eşliğinde geyeneksel çalgıların solo olarak kullanıldığı çok sayıda eser olmasına karşın, bu iki tür çalgıyı bir arada kullanma konusunda deneysel çalışmaları sürdüren az sayıda bestecimiz bulunuyor.
Erdener ve Festival Direktörü Efruz Çakırkaya, kayıt öncesi müzisyenlerle
Erdener ile, bu “çevrimiçi prömiyer” öncesi Ayşegül Özbek'in yaptığı bir söyleşi Bianet sitesinde yayımlandı. Söyleşi şöyle:
Müziğiniz ile ilgili olarak "belirli bir stilin, akımın bestecisi olmak yerine, özgün bir dil yaratmaya yöneldi" yorumu yapılıyor. 68'den bugüne müziğiniz ne gibi kademelerden geçti?
1980 öncesi öğrencilik yıllarım istediklerimden çok, istenenleri yapmakla geçti, bu arada doğal olarak yeni yazılan müzikler nelerse, onlara ulaşmaya çalışıyorduk bulabildiğimizce. O zamanlar bugünkü gibi değil, yeni müziklerin kaydına ya da notalarına ulaşmak oldukça zordu. Öğrencilik sonrası, tiyatro müziği, film, belgesel film müziği gibi alanlarda çalıştım, genellikle sanat kurumlarımız yeni müziğe pek hevesli olmadıklarından diğer alanlar genç bestecilerin daha şanslı olabilecekleri alanlardı. Bu durum, günümüzde de çok fazla değişmemiştir ne yazık ki. 80'lerde olabildiğince yeni müzik tekniklerini deneme çalışmaları yaptım. 1990 sonrası benim için en verimli dönemler başladı diyebilirim. Orkestra eserleri, sahne eserleri ve şarkılar...
2000 sonlarında Şirin Pancaroğlu'nun isteğiyle yazdığım "İstanbul'un Ağaçları" adlı arp, klasik kemençe, ud ve kanun için müzikle başlayıp sonrasında "1. Yaylı Çalgılar Dördülü" ve "Kanun Konçertosu" ile devam eden dönem, geleneksel müziğimizin kokusunun, tınısının benim müziğimde en fazla yer aldığı dönem oldu.
Selva Erdener sayesinde çok sayıda şarkı yaptım, tiyatro müziklerimden Selva ile birlikte devşirdik ya da Selva'nın beğendiği halk türkülerini ses ve çeşitli topluluklar için yazdım. Şarkılarım bütün dil değişimlerinin gözlenebileceği tek alandır.
Müzikal, tiyatro ya da belgesel için bestelemenin orkestra için bestelemekten farkları neler?
Müzikal, tiyatro ya da belgesel için bestelemek, birçok ön kabullerle beraber oluyor ve bu ön kabuller müzikal dil için ve müzikal yapı için belirleyicidir. Oysa orkestra için yazdığımız müzikte gerek yapı gerekse dil bakımından son derece özgür oluruz, bu nedenle orkestra ya da ufak ölçekli gruplar için bestelemek, bestecinin daha fazla benimseyebileceği alanlardır.
"Pastoral Dokuzlu 'alla turca'" eseri dünyada ilk kez festival kapsamında dinleyicilerle buluşacak. Yazdığınız yeni bir eserin sizden ilk çıkış anı, ilk seslendirilişi nasıl bir duygu yaratıyor sizde?
Festivallerin, canlı konserlerle yapılması o kadar doğal bir şey ki, bunun dışında bir durum aklımıza gelmiyordu. Ancak bu yıl yaşadığımız pandemi felâketi ne yazık ki bu festivalin konserlerinin kaydedilerek yayınlanması gibi bir zorunluluğa sürükledi dünyayı.
Müziğin hapsedilmesine gönlüm hiç razı değil. Müziğin kaydedilip dinlenmesi elbette büyük bir şans ama ben bunu resmin orijinalini fotoğraf olarak görmeye benzetiyorum. Resmin gerçeğini fotoğraftan göremezsiniz. Öte yandan müziğin susması da hiç arzulamadığım bir şey olduğundan, İKSV'nin dijital de olsa müziği duyurma çabası için müteşekkirim. Keşke bu felâketi insanoğlu yaşamasaydı da konser salonlarında festivali olağan ve doğal ortamında dinleyebilseydik. Eğer eserin kamuya ilk sunuluş anı konser salonunda olsaydı ki, bunun duygusu anlatılamayacak kadar güzeldir. İnsanların olumlu ya da olumsuz bütün duygularını yüz yüze görmek, işte bu durumdan ne yazık ki mahrum olacağız bu festivalde.
Bu yıl, Beethoven'ın 250. doğum yılı kutlanıyor. O'nun Pastoral Senfoni'sini merkeze alan bir eser pastoral dokuzlu "alla turca". Geleneksel müzik ve klasik batı müziği çalgılarını da birlikte kullandınız. Eseri yazarken öne çıkan noktalar nelerdi sizin için?
Beethoven müziğin yapı "biçim" ustasıdır diye düşünüyorum, bu sebeple Beethoven'in müziğini çok önemsiyorum. 2020'nin Beethoven'in 250. doğum yılına gelmesi, dünya ölçeğinde Beethoven'le ilgili çalışmaların, yapıtların çok sayıda olmasını sağladı.
Ülkemizde de bu öyle oldu. Benden bu yıl ile ilgili bir yapıt istenmesi, ister istemez bu yapıtı ortaya çıkaracak kişi olarak, aklımın ve duygularımın da kabul edeceği bir yapıt bestelemeye itti beni. Yapıtın destekleyicisi kurum olan İKSV ile benim düşüncelerim, kendi müzikal mirasımızın da bu yapıtta görünür olmasından yanaydı ve elbette ki bunun ölçüsü besteci olarak bana kalıyordu.
"Pastoral Dokuzlu" 5 bölümden oluşmakta, tıpkı Beethoven'in "Pastoral Senfonisi"nde anlatılmak istenen kırla ilgili duygular ele alınmıştır diyebilirim.
Geleneksel çalgılarımızın klasik müzik çalgılarıyla birlikte kullanılması öteden beri hem denediğim hem de diğer bestecilerimizin kullanması için çaba gösterdiğim bir konu. Sanat alanında ileride olan ülkelerde uzun zamandır bu konu gündemdedir.
Bu eserde benim için öne çıkan noktalara gelince, beş bölümden oluşan "Pastoral Senfoni"nin üç bölümü de kırda oluşan sevinçli duygular, köylülerle eğlenceli beraberlikler, doğaya müteşekkir olmak gibi doğa sevgisi odaklı konular içermekte, benim yazdığım eserin ilk ve son bölümünün esinleri ve akışı bu doğrultuda olmalıydı. Yine "Pastoral Senfoni"nin bir bölümünde eser bir yana bırakılıp üç kuşun ötüşleri işittirilir, bu da benim için önemli bir noktaydı. Bunları "Pastoral Dokuzlu"da da duyacaksınız. Eserin üçüncü bölümünde Dede Efendi'den "Bir dilber-i nadide bir kamet-i müstesna" adlı Ferahfezâ ağır semaiden kısımlar yer almasına karar verdim.
Beethoven Pastoral Projesi, doğanın tehdit altında olduğu fikrinden yola çıkıyor. Türkiye'de her gün yeni bir doğa, çevre talanı ya da hayvan haklarıyla ilgili haberler gündemimize düşerken ve salgınla birlikte insanlık olarak doğaya karşı sorumluluklarımızı sorguladığımız bir dönemde bu eserin önemi nedir?
Çevre duyarlılığı bakımından, büyük dönüşüme tanık olmuş bir kişi olarak umuttan çok umutsuzluk hissediyorum, isterim ki "Beethoven Pastoral", çevreye, doğaya, kuşlara, sanat mirasına dikkat çeksin de, insanların vicdanlarını dinlemelerini sağlasın. İnsanlığın ranta değil doğaya ihtiyacı var. İnsan doğasız yaşayamaz ama doğa insansız da yaşar.
"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde" öngörüsü bir distopya olarak kalsın istiyorum.
Aynı zamanda bir eğitimci olarak yeni dönem besteciler, müzisyenler hakkında neler söylemek istersiniz... Öğrencilerinize ne gibi önerilerde bulunuyorsunuz?
Müzisyenlerin çok okumalarını, çok dinlemelerini, kendi kültürel birikimlerimizi doğru gözlemlerle incelemelerini, müziğin halk için, toplum için yapıldığını unutmamalarını söylemek isterim.
Diğer yandan Yeni Şafak gazetesinde de Seray Şahinler Demir'in Turgay Erdener'le yaptığı bir söyleşi yayımlandı. Bu söyleşinin de “Osmanlı” eksenindeki bölümü şöyle:
OSMANLI BESTECİLERİNDEKİ EZGİSELLİK
O döneme baktığımızda Osmanlı bestecilerinde -hem kültürel hem müzikal anlamda- nasıl bir tablo çıkıyor peki karşımıza?
Osmanlı bestecilerinde çok gelişkin ezgisellik görüyoruz. Özellikle sözlü müzik konusunda ustalar. Ancak çalgısal müzik pek gelişme şansı bulamamış, teorik çalışmalar bireysel anlamda var, polifoni çabası gözükmüyor. Ezgi cümleleri özellikle klasik dönem müziğine kıyasla çok gelişkin. Müzik daha ziyade sözün hizmetinde…
Osmanlı bestecilerinin müzikal anlayışında neler hâkim? Batı’yla olan etkileşimleri bunun müziğe yansıması söz konusu mu, yoksa tamamen geleneksel esintiler mi hâkim?
Batıyla kültürel alışverişler bu dönem, yani 19. yüzyıl itibariyle belirgin bir şekilde görülmekte. II. Mahmud tarafından 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhâne de ilga edildikten sonra yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir teşkilât oluşturulmuştu. Buna bağlı olarak Batı’daki askerî mızıka takımı bandonun da kurulması yönünde çalışmalar başlamış ve Enderun’daki gençlerden bir boru-trampet takımı teşkil edilmişti. Yeni kurulan bandonun daha iyi çalışmasını sağlamak için bu işin batılı üstadlarından yararlanıldı, sonuç olarak “ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti “Muzıka-yi Hümâyun ustakârı” unvanı ile İstanbul’a getirildi ve padişah tarafından kabul edilip göreve başladı (17 Eylül 1828).” Bu olay müzik tarihimiz açısından bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Sonrasında etkileşim daha da fazlasıyla olmaya başlamış.
Osmanlı ve Batı’nın -özellikle klasik müziği başkenti olan ülkelerle- olan etkileşiminin yüksek olduğu yıllardan bahsediyoruz. Osmanlı padişahlarının da Batılı bestecilere olan ilgisi de yüksek… Bunun müzikal yansıması nasıl olmuş?
Sarayın sıklıkla büyük müzisyenleri davet edip onların sarayda konser yapmalarını sağlamaları elbette ki etkileşimin iyiden iyiye artmasını sağlamıştır. Bunların gerçek müzikal yansımasını ancak 20. yüzyıl başlarında görmeye başladığımızı düşünmekteyim. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal Atatürk’ün özellikle müzik eğitimi açısından devrimsel çabaları sonucu ülkemizde de geleneksel müziğe sırt çevirmeden ileri müzik yazım tekniklerini kullanarak besteleyen müzisyenler yetişmeye başlamıştır. Sanatta yol almanın hiç kolay olmadığını unutmamalıyız.